GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ
ALBAYA MEKTUP YOK
1982 NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ
GABRIEL GARCÍA MÁRQUEZ, 1928’de Kolombiya’nın Aracataca kentinde doğdu. Hukuk ve gazetecilik öğrenimini yarım bıraktı. 1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yaptı. Yine aynı yıllarda öykü yazmaya başladı. Yayımlanan ilk önemli yapıtı, Yaprak Fırtınası’ydı. Albaya Mektup Yok, ülkesi uğruna savaşarak yaptığı hizmetlerin karşılıksız kaldığını anlayan bir subay eskisinin öyküsüydü. Bunu Hanım Ana’nın Cenaze Töreni (1962) ve Şer Saati (1962) izledi. García Márquez, en tanınmış romanı Yüzyıllık Yalnızlık’ı (1967), Meksika’ya ilk gidişinde yazdı. Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden esinlenerek yazdığı öykülerini İyi Kalpli Eréndira (1972) adlı kitapta toplayan yazar, daha sonra birbiri ardı sıra Mavi Köpeğin Gözleri’ni (1972), Başkan Babamızın Sonbaharı’nı (1975), Kırmızı Pazartesi’yi (1981), Kolera Günlerinde Aşk’ı (1985), Simón Bolívar’ın yaşamının son aylarını konu edinen Labirentindeki General’i (1989) yayımladı. García Márquez, 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görüldü. 2014’te Meksika’da seksen yedi yaşında hayata veda etti.
Albay kahve tenekesinin tepesini kaldırdı ve yalnızca
küçük bir kaşık kahve kalmış olduğunu gördü. Kabı ateşten indirip suyun
yarısını toprak zemine döktü ve çekilmiş kahvenin son zerreleri de pas
kırıntılarıyla karışıp kaba dökülene kadar tenekenin içini bir bıçakla kazıdı.
Masum ve inançlı bir tavırla taş ocağın yanında oturup
kahvenin kaynamasını beklerken, bağırsaklarında mantar ve zehirli zambakların
kök saldığı duygusuna kapıldı. Aylardan ekimdi. Kendisi gibi buna benzer pek
çok sabahı atlatabilmiş biri için bile geçirmesi zor bir sabahtı. Neredeyse
altmış yıldır son iç savaş bittiğinden beri– beklemekten başka hiçbir şey
yapmamıştı albay. Gelen birkaç şeyden biri de ekimdi.
Kahveyle yatak odasına girdiğini gören karısı cibinliği
kaldırdı. Bir gece önce bir astım nöbetine tutulmuştu ve şimdi uykulu bir hali
vardı. Ama fincanı almak için doğruldu.
“Ya sen?”
“Ben içtim,” diye yalan söyledi albay. “Koca bir kaşık
daha vardı.”
O sırada çanlar çalmaya başladı. Albay cenazeyi
unutmuştu. Karısı kahvesini içerken o da hamağın bir ucunu kancadan çıkarıp
kapının arkasındaki öbür uca doğru sardı. Kadın ölen adamı düşündü.
“1922’de doğmuştu,” dedi. “Oğlumuzdan tam bir ay sonra. 7
Nisan’da.”
Hışırtılı soluklar arasında kahvesini yudumlamayı
sürdürüyordu. Kavisli, katı belkemiğinin üstünde bir tutam beyazlıktan oluşan
bir kütlecikti. Sıkıntılı soluması sorularını kesin cümlelere dönüştürmesine
neden oluyordu. Kahvesini bitirdiğinde hâlâ ölen adamı düşünüyordu.
“Ekimde gömülmek korkunç olmalı,” dedi. Ama kocası
ilgilenmedi. Pencereyi açtı. Ekim avluya girmişti. Yeşilin keskin tonlarıyla
fışkıran bitkilere, solucanların çamurda yaptığı tepeciklere dikkatle bakarken,
albay uğursuz ayı yine hissetti bağırsaklarında.
“Rutubet iliklerime işledi,” dedi.
“Kış geldi,” diye yanıtladı kadın. “Yağmurlar başladığından
beri çorapla yatmanı söylüyorum sana.”
“Bir haftadır öyle yatıyorum zaten.”
Yağmur hafif hafif, ama hiç durmaksızın yağıyordu. Albay
yün bir battaniyeye sarınıp hamağa dönmeyi tercih ederdi. Ama çatlak çanların
ısrarı ona cenazeyi anımsatıyordu. “Ekim geldi,” diye fısıldadı ve odanın
ortasına doğru yürüdü. Karyolanın ayağına bağlanmış horozu ancak o zaman
anımsadı. Bir dövüş horozuydu bu.
Fincanı mutfağa götürdükten sonra oturma odasındaki tahta
oymalı sarkaçlı saati kurdu. Astımlı birinin soluması için fazlaca dar olan
yatak odasının aksine oturma odası genişti. Burada ufak, örtülü bir masanın
çevresinde dört sağlam salıncaklı sandalye ve alçıdan bir kedi vardı. Saatin
karşısındaki duvarda güllerle yüklü bir kayığın içinde, tüllere bürünmüş ve aşk
melekleriyle çevrelenmiş bir kadının resmi vardı.
Saati kurmayı bitirdiğinde yediyi yirmi geçiyordu.
Sonra horozu mutfağa götürüp ocağın ayaklarından birine
bağladı, tenekedeki suyu değiştirdi ve yanına bir avuç mısır koydu. Tahta
perdedeki bir delikten içeri bir grup çocuk girdi. Horozu sessizce seyretmek
için çevresini sarıp oturdular.
“Kesin şu hayvana bakmayı,” dedi albay. “Bu kadar çok
bakarsanız eskir horozlar.”
Çocuklar kımıldamadı. İçlerinden biri popüler bir
şarkının notalarını armonikasıyla çalmaya başladı. “Bugün çalma şunu,” dedi
albay, çocuğa. “Kasabada cenaze var.” Çocuk aleti pantolonunun cebine koydu.
Albay da cenaze için giyinmek üzere yatak odasına girdi.
Karısının astımı nedeniyle beyaz takımı ütülenmemişti. Bu
durumda, evlendiğinden beri yalnızca özel olaylarda kullandığı eski siyah
takımı giymek zorundaydı. Takımı sandığın dibinde, gazetelere sarılmış ve ufak
naftalin topaklarıyla güvelerden korunmuş olarak bulabilmek için biraz çaba harcaması
gerekmişti. Kadın yatağa uzanmış, hâlâ ölen adamı düşünüyordu.
“Agustin’le buluşmuştur bile,” dedi. “Belki ona ölümünden
sonra içine düştüğümüz durumdan söz etmez.” “Şu anda belki de horozlardan
konuşuyorlardır,” dedi albay.
Sandıkta kocaman, eski bir şemsiye buldu. Karısı onu
albayın partisi için para toplamak amacıyla düzenlenen bir eşya piyangosunda
kazanmıştı. Aynı gece, yağmura karşın sürdürülen bir açık hava gösterisine
gitmişlerdi. Albay, karısı ve o zaman sekiz yaşında olan oğulları Agustin,
şemsiyenin altında oturup gösteriyi sonuna kadar izlemişlerdi. Şimdi ise
Agustin ölmüş, parlak saten kumaşı ise güveler yemişti.
“Sirk palyaçolarına yakışır şemsiyemizden artakalana
bak,” dedi albay, eski deyimlerinden birini kullanarak. Başının üzerinde küçük
metal çubuklardan oluşan gizemli bir çatı açıldı. “Şimdi yalnızca yıldızları
saymaya yarıyor.”
Gülümsedi. Ama kadın şemsiyeye bakmak zahmetine
katlanmadı. “Her şey öyle,” diye fısıldadı. “Canlı canlı çürüyoruz.” Sonra
dikkatini ölen adam üzerinde yoğunlaştırabilmek için gözlerini kapadı.
Albay, el yordamıyla tıraş olduktan sonra –uzun zamandır
aynası yoktu– sessizce giyindi. Bacaklarını neredeyse uzun bir don kadar sıkı
saran pantolonu, bileklerinde iplerle büzülüp bağlanıyor, böbrek hizasına dikilmiş
iki yaldızlı tokadan geçen, pantolonla aynı kumaştan iki askı yardımıyla belinde
duruyordu. Kemer kullanmıyordu. Eski ambalaj kâğıdı renginde ve bir o kadar da
sert olan gömleği, takılıp çıkarılabilen yakayı tutmaya da yarayan bakır bir
düğmeyle iliklenmişti. Ama yaka yırtılmış olduğundan albay kravat takma
fikrinden vazgeçti.
Her şeyi olağanüstü bir işmiş gibi yapıyordu. Ellerinin
kemikleri, gergin, saydam, boynunun derisi gibi hafif lekeli bir deriyle
kaplanmıştı. Rugan ayakkabılarını giymeden önce dikişlerindeki kurumuş çamuru
kazıdı. Karısı onu o anda, evlendikleri günkü gibi giyinmiş olarak gördü. Ancak
o zaman kocasının ne kadar yaşlanmış olduğunu fark etti.
“Özel bir olay için giyinmiş gibi görünüyorsun,” dedi.
“Bu cenaze özel bir olay,” dedi albay. “Yıllardır gördüğümüz
ölümler arasında doğal nedenlere dayanan ilk ölüm bu.”
Hava dokuzdan sonra açtı. Albay çıkmaya hazırlanırken,
karısı ceketinin kolundan yakaladı.
“Saçını tara,” dedi.
Albay çelik rengi, diken diken kabaran saçlarını kemik bir tarakla yatıştırmaya çalıştı. Ama boş bir çabaydı bu.
“Bir papağana benziyorum herhalde,” dedi.
Kadın onu inceledi. Papağana benzemediğini düşündü. Somun
ve cıvatalarla eklemlenmiş gibi görünen sağlam kemikleriyle kupkuru bir adamdı.
Gözlerindeki canlılık nedeniyle formalin içinde saklanmış gibi görünmüyordu.
“Böyle iyisin,” diye itiraf etti kadın, sonra kocası odadan
çıkarken ekledi: “Sor bakalım doktora, bu evde üstüne kaynar su mu dökmüşüz.”
Kasabanın kıyısında, çatısı palmiye yapraklarıyla örtülü,
badanası pul pul dökülen bir evde yaşıyorlardı. Hava hâlâ rutubetliydi, ama
yağmur durmuştu. Albay evlerin üst üste yığıldığı dar bir sokaktan geçerek meydana
doğru yürüdü. Ana caddeye çıkınca ürperdi. Kasaba göz alabildiğine çiçeklerden
bir halıyla kaplanmıştı. Kapı eşiklerinde oturan siyahlar içindeki kadınlar
cenazeyi bekliyorlardı.
Meydanda yağmur yine çiselemeye başladı. Bilardo
salonunun sahibi, albayı kapıda gördü ve kollarını açıp seslendi:
“Albay, bekleyin de size bir şemsiye vereyim.” Albay
başını çevirmeden yanıtladı:
“Teşekkür ederim. Böyle iyiyim.”
Cenaze alayı henüz kiliseden çıkmamıştı. Beyazlar giymiş
siyah kravatlı adamlar basık kapı ağzında, şemsiyelerinin altında konuşuyorlardı.
İçlerinden biri meydandaki su birikintilerinin üstünden atlayan albayı gördü.
“Buraya sığının dostum,” diye seslendi. Şemsiyenin
altında yer açtı. “Teşekkürler dostum,” dedi albay.
Ama daveti kabul etmedi. Ölen adamın annesine başsağlığı
dilemek için doğruca eve girdi. İlk algıladığı şey bir sürü farklı çiçeğin
kokusuydu. Sonra sıcaklık arttı. Albay yatak odasına yığılmış kalabalığın
arasından kendine yol açmaya çalıştı. Ama biri sırtına elini koydu ve onu
şaşkın yüzler arasından iterek odanın arkalarına, ölünün derin ve kocaman açılmış
burun deliklerinin olduğu yere doğru götürdü.
Orada ölünün annesi, palmiye yapraklarından örülmüş bir
yelpazeyle tabutun çevresindeki sinekleri kovuyordu. Siyahlar içindeki öbür
kadınlar, yüzlerinde bir nehrin akıntısına bakar gibi bir ifadeyle ölüyü
seyrediyorlardı. Birden odanın arkalarından bir ses yükseldi. Albay bir kadını
yana çekti, ölünün annesine profilden bakarak elini omzuna koydu.
“Çok üzüldüm,” dedi.
Kadın başını çevirmedi. Ağzını açıp ulur gibi bir ses
koyuverdi. Albay irkildi. Titrek bir haykırışla sarsılan şekilsiz bir kalabalık
tarafından cesede doğru itildiğini hissetti. Elleri için sağlam bir dayanak
aradı ama duvarı bulamadı. Duvarın yerinde başka gövdeler vardı. Biri kulağına
yavaşça, çok yumuşak bir sesle, “Dikkat edin albay,” dedi. Başını hızla
döndürdü ve ölüyle yüz yüze geldi. Ama onu tanımadı çünkü katı ve dinamik bir
görünümü vardı ve elinde trompeti, beyaz örtülere sarınmış haliyle kendisi
kadar tedirgin gibiydi. Albay soluk alabilmek için başını çığlıkların yukarısına
kaldırdığı zaman, kapalı kutunun duvarlara doğru dağılıp giden çiçekli bir
yamaçtan aşağıya, kapıya doğru ine çıka ilerlediğini gördü. Terliyordu.
Eklemleri ağrıyordu. Bir an sonra caddede olduğunu anladı, çünkü çiseleyen
yağmur gözkapaklarını acıtıyordu. Biri kolundan yakalayıp, “Çabuk olun dostum,
sizi bekliyordum,” dedi.
Sabas’tı bu, albayın ölen oğlunun vaftiz babası ve partisinin siyasi zulümden kurtulup kasabada yaşamayı sürdürmüş olan tek lideri. “Sağ olun dostum,” dedi albay ve şemsiyenin altına girerek sessizce yürüdü. Bando, cenaze marşını çalmaya başladı. Albay trompetin eksikliğini fark etti ve ilk kez ölünün gerçekten ölmüş olduğuna inandı. “Zavallı adam,” diye mırıldandı.
Sabas boğazını temizledi. Boyu albaydan kısa olduğu için
sol elindeki şemsiyenin sapını neredeyse başıyla aynı hizada tutuyordu. Cenaze
alayı meydandan ayrılınca konuşmaya başladılar. O zaman Sabas kederli bir yüzle
albaya döndü:
“Horozdan ne haber, dostum?” “Hâlâ duruyor,” diye
yanıtladı albay. O anda birinin bağırdığını duydular: “O ölüyle nereye
gidiyorlar?”
Albay gözlerini kaldırdı. Kışlanın balkonunda taşkın bir
tavırla duran belediye başkanını gördü. Üstünde flanel iç çamaşırları vardı,
tıraşsız yanağı şişmişti. Çalgıcılar marşı kestiler. Bir an sonra albay
belediye başkanına bağıran Peder Angel’in sesini tanıdı. Şemsiyenin üstünde
tıpırdayan yağmurun arasında, karşılıklı konuştuklarını duydu.
“Neymiş?” dedi Sabas.
“Bir şey değil,” diye yanıtladı albay. “Cenaze polis
kışlasının önünden geçemezmiş.”
“Unutmuştum,” diye haykırdı Sabas. “Sıkıyönetim altında
olduğumuzu hep unutuyorum.”
“Ama bu bir ayaklanma değil ki,” dedi albay. “Yoksul bir
müzisyenin cenazesi.”
Cenaze alayı yolunu değiştirdi. Yoksul mahallelerde
kadınlar sessizce tırnaklarını kemirerek alayın geçişini izliyorlardı. Ama
sonra, caddenin ortasına çıkarak ölünün tabutun içinde kendilerini dinlediğine
inanıyormuşçasına övgü, şükran ve veda çığlıkları attılar. Albay mezarlıkta
kendini hasta hissetti. Sabas, ölüyü taşıyan adamlara yol açmak için onu duvara
doğru iterken gülümseyen yüzünü ona çevirdiğinde sert bir çehreyle karşılaştı.
“Neyiniz var dostum?” diye sordu Sabas.
Albay içini çekti. “Ekim geldi.”
Aynı caddeden döndüler. Hava açmıştı. Gök derin, keskin
bir maviydi. Artık yağmayacak, diye düşündü albay ve kendini daha iyi hissetti,
ama hâlâ keyifsizdi. Sabas onun düşüncelerini böldü.
“Bir doktora görünün.”
“Hasta değilim,” dedi albay. “Yalnızca, ekim geldiğinde
kendimi bağırsaklarımda hayvanlar varmış gibi hissediyorum.”
“Ya,” dedi Sabas. Evinin kapısında albaya veda etti. Evi, dövme demirden pencere parmaklıkları olan iki katlı yeni bir yapıydı. Albay, takım elbisesini bir an önce çıkarmak için sabırsızlanarak evine doğru yöneldi. Az sonra yine dışarı çıkıp bir teneke kahveyle horoz için bir miktar mısır almak üzere köşedeki dükkâna gitti.
Albay perşembe günü hamağında uzanmayı yeğlediği halde
horozla ilgilendi. Hava birkaç gün kapalı kaldı. Hafta boyunca albayın
karnındaki bitkiler çiçeklendi. Astımlı kadının ciğerlerinin ıslığını dinleyip
üzülerek gecelerce uykusuz kaldı. Ama cuma günü öğleden sonra, bir ateşkes
bağışladı ekim. Agustin’in arkadaşları –kendi si gibi terzi dükkânında çalışan
horoz dövüşü tutkunu işçiler– bunu fırsat bilerek horozu yoklamaya geldiler.
İyi durumdaydı.
Albay, evde karısıyla yalnız kalınca yatak odasına döndü.
Kadın toparlanmıştı.
“Ne diyorlar?” diye sordu.
“Çok hevesliler,” diye bilgi verdi albay. “Herkes horoza
oynamak için para biriktiriyor.”
“Bu kadar çirkin bir horozda ne buluyorlar bilmem,” dedi kadın. “Bana bir hilkat garibesi gibi görünüyor, kafası ayaklarına göre fazla ufak.”
“Yörenin en iyisi olduğunu söylüyorlar,” diye yanıtladı
albay. “Aşağı yukarı elli peso değerinde.”
Söylediklerinin horozu alıkoyma kararını mazur
gösterdiğinden emindi. Dokuz ay önce horoz dövüşlerinde el altından bildiri dağıttığı
için vurularak öldürülen oğullarından bir hatıraydı o. “Pahalı bir hayal,” dedi
kadın. “Mısır bitince onu kendi ciğerimizle beslemek zorunda kalacağız.” Albay
dolapta yelken bezinden beyaz pantolonunu ararken uzunca bir süre düşündü.
“Yalnızca birkaç ay,” dedi. “Ocakta dövüşlerin olacağını
şimdiden biliyoruz. O zaman onu daha fazlasına satabiliriz.”
Pantolonun ütülenmesi gerekiyordu. Kadın onu kömürlerin
üstünde ısıtılmış iki demirle ocağın üstüne gerdi.
“Dışarı çıkmakta acelen ne?” diye sordu. “Posta.”
“Bugünün cuma olduğunu unutmuştum,” dedi kadın, yatak
odasına dönerken. Albay giyinmişti, ama pantolonsuzdu. Kadın kocasının
ayakkabılarına dikkatle baktı.
“Bu ayakkabılar atılacak duruma gelmişler,” dedi. “Sen
ruganlarını giy yine.”
Albay kendini üzgün hissetti.
“Bir yetimin ayakkabılarına benziyorlar,” diye itiraz
etti. “Ne zaman onları giysem kendimi yetimhane kaçağı gibi hissediyorum.”
“Biz de oğlumuzun yetimleriyiz,” dedi kadın.
Bu kez de kocasını ikna etti. Albay, daha teknelerin
düdükleri çalmadan limana doğru yürüdü. Rugan ayakkabılar, kemersiz beyaz pantolon
ve takılıp çıkarılan yakası olmayan, boyun kısmı bakır düğmeyle iliklenen
gömlek. Suriyeli Musa’nın dükkânından teknelerin rıhtıma yanaşmasını seyretti.
Yolcular sekiz saat hareketsiz kalmaktan uyuşmuş bir halde indiler. Yine her
zamankilerdi: gezgin satıcılar ve her zamanki gibi bir hafta önce gitmiş olup
da şimdi dönen kasabalılar.
Sonuncusu posta teknesiydi. Albay onun yanaşmasını acılı
bir tedirginlikle izledi. Tepede, teknenin bacasına bağlanmış ve bir muşambayla
korunmuş olan posta çantasını gördü. On beş yıllık bekleyiş, sezgisini bilemişti.
Horoz, kaygısını bilemişti. Posta şefinin tekneye girip çantayı çözerek omzuna
vurduğu andan başlayarak albay onu gözünden ayırmadı.
Onu limana paralel cadde boyunca, sergilenen rengârenk
mallarıyla dükkânların ve işporta tezgâhlarının oluşturduğu labirent içinde
izledi. Bunu her yapışında, korkudan çok farklı ama onun kadar ezici bir kaygı
yaşıyordu albay. Doktor postanede gazeteleri bekliyordu.
“Karım evimizde üstünüze kaynar su mu döktüğümüzü
soruyor,” dedi albay.
Kafatası düz ve parlak siyah saçlarla kaplı genç bir
adamdı doktor. Diş yapısının kusursuzluğunda inanılmaz bir şey vardı. Astımlının
sağlığını sordu. Albay, mektupları küçük bölmelere dağıtan posta şefinden
gözlerini ayırmadan, ayrıntılı bir rapor verdi. Şefin hareketlerindeki ağırlık
onu çileden çıkarıyordu.
Doktor mektuplarını gazete tomarıyla birlikte aldı. Tıbbi
reklam broşürlerini bir yana ayırdı. Sonra kişisel mektuplarına göz gezdirdi.
Bu arada posta şefi de orada bulunanlara mektuplarını dağıtıyordu. Albay
alfabede kendi harfine ayrılmış olan bölmeyi gözlüyordu. Mavi kenarlı bir uçak
zarfı sinir gerginliğini artırdı.
Doktor gazetelerin bandını açtı. Başlıkları okurken albay
da –gözleri küçük bölmeye dikili– posta şefinin onun önünde durmasını bekledi.
Ama şef durmadı. Doktor gazeteleri okumayı bıraktı. Albaya baktı. Sonra telgraf
anahtarının önünde oturan posta şefine, sonra yine albaya baktı.