ATATÜRK KÜLTÜR, DİL VE TARİH YÜKSEK
KURUMU
ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ
ATATÜRK’ÜN
FİKİR VE DÜŞÜNCELERİ
Hazırlayan :
Prof.
Dr. UTKAN KOCATÜRK
1999
Semih Ofset, Ankara 1999
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Atatürk’ün
yaşamı, üstün kişiliği ve eseri
MİLLİ MÜCADELE
Türk
milletine inan ve güven
Millî
Mücadele’ye inan
Baş
olacakların ortaya çıkması
Millî
iradenin coşkunluğu
Millî
iradenin amacı
En
büyük hazine: Anadolu
Anadolu’ya
geçişin sebebi
Ecdat
sesi ve uyanış
En
büyük ödül
Mücadeleye
mecburuz
Millî
Mücadele ve örgütlenme
Millî
örgütün sosyal yapı içinde kuruluşu
Millî
Mücadele’nin amacı
Kendi
kuvvetimize dayanmak
Erzurum
Kongresi
Sivas
Kongresi
Misak-ı
Millî
Millî
dava ve sarsılmaz gücümüz
Millî
birlik ve başarı
Temel
vazife
Kudret
ve kabiliyetin fiilen belirtilmesi
Millî
Mücadele’de millete tavsiyeler
Sinir
gevşetici sözlere önem verilmemelidir
Millete
yeni bir iman vermek lâzımdır
Olumsuz
propagandalar ve milletin kararlılığı
Millî
Mücadele ve Türk milleti
Millî
Mücadele’de Türk ordusu
Millî
Mücadele’de Türk kadını
Millî
Mücadele ve malî olanaklar
Malî
olanaklar ve ordu kurulması
Türkiye’nin
savunduğu bütün mazlum milletlerin davasıdır
Millî
Mücadele ve insanlık
BAĞIMSIZLIK
Bağımsızlık
nedir?
Bağımsızlığın
önemi
Milletimiz
ve bağımsızlık
MİLLÎ EGEMENLİK
Millî
egemenliğin anlamı
Millî
egemenliğin gücü ve değeri
Türk
milleti ve millî egemenlik
Millî
egemenliğin korunması
Millî
ruha karşı konulamaz!
Millî
egemenlik düşmanlığı
23
Nisan’ın anlamı
Türkiye
Büyük Millet Meclisi
Halkçılık
ve halk devleti
T.B.M.M.
Hükûmeti ve özellikleri
Hükûmet
programının temeli
KURTULUŞ SAVAŞI - Askerî ve Siyasî
Zaferler-
I.
İnönü Muharebesi
II.
İnönü Muharebesi
Sakarya
Meydan Muharebesi
Sakarya’da
subay ve erlerimizin kahramanlıkları
26
Ağustos’ta Türk topçuları
30
Ağustos Meydan Muharebesi
30
Ağustos’un önemi
30
Ağustos Zaferi ve Türk askeri
İzmir’e
doğru
Zaferin
sırrı
Zaferler
hakkında
Şerefli
kahramanlara saygı
Mudanya
Ateşkes Antlaşması
Lozan
Konferansı
Lozan
Antlaşması
Montreux
Sözleşmesi
CUMHURİYET’E VE YENİ TÜRKİYE’NİN
KURULUŞUNA DOĞRU
Çeşitli
direnişler ve millî sır
Kararın
uygulanması
Zamanın
seçilmesi
İki
fikrin savaşımı
1921
ve 1924 Anayasalarımızda düğüm oluşturan noktalar
İzlenen
yol
Saltanat’ın
kaldırılması
2.
Meşrutiyet ile Saltanat’ın kaldırılması arasındaki fark
Saltanat’ın
ve hilâfetin zararları
Yeni
Türk Devleti’nde hilâfetin yeri yoktur
Halifelik
teklifi ve Atatürk’ün cevabı
Halifeliğin
kaynağı
Vahdettin’in
yurt dışına kaçışı
CUMHURİYET YÖNETİMİ
Cumhuriyet
yönetimi ve anlamı
Cumhuriyet
ile Sultanlığın farkı
Türk
milleti ve Cumhuriyet yönetimi
Cumhuriyet
bayrağı altında toplanmak
Türkiye
Cumhuriyeti sonsuza dek yaşayacaktır
Cumhuriyetin
savunulması
Gelecek
kuşakların takdiri
LÂİKLİK
Lâikliğin
gerekliliği
Türkiye
Cumhuriyeti ve lâiklik
UYGARLIK VE ÇAĞDAŞLAŞMA
Uygarlığın
tanımı
Uygarlık
ve yetenek
Uygarlığın
gücü
Uygarlaşma
ve önemi
Uygarlık
ve aydınların rolü
Türk
milleti ve çağdaşlaşma
Batı
uygarlığıyla temas
İNKILÂP VE TÜRK İNKILÂPLARI
İnkılâbın
tanımı
Türk
İnkılâbı’nı yapanlar
Türk
İnkılâbı’nın özellikleri
Türk
inkılâplarının temel kuralı
Türk
inkılâplarının gerekliliği
Türk
Devrimi’nin kısa ifadesi
İnkılâplarda
izlenecek yol
İnkılâpların
bütünlüğü
İnkılâbın
kanunu
İnkılâp
ve yön tâyini
İnkılâp
ve doktrin
İnkılâp
ve güçsüz beyinler
İnkılâp
ve cumhuriyetçi güçler
Cumhuriyetçi
olanların yeri
İnkılâplar
ve ordu
İnkılâplar
ve plebisit
İnkılâplar
ve millet
İnkılâplar
ve koruyucu önlemler
İnkılâpların
savunulması
İnkılâplar
ve gericilik
Kubilây
olayı hakkında
HUKUK İNKILÂBI VE ADALET ANLAYIŞI
Hukukta
çağdaşlaşma gereği
Ankara
Hukuk Fakültesi’nin açılışı
Adliyemiz
ve Cumhuriyet
Eski
hukuk anlayışı hakkında
Hak
ve kuvvet
Hukuk
kuralları ve devlet
Devlet
adamı ve adalet anlayışı
Kanun
yapan kişilerin özellikleri
Hâkimler
hakkında
ŞAPKA VE KIYAFET İNKILÂBI
Şapka
ve kıyafet inkılâbının önemi
Kadın
kıyafetinde inkılâp
TÜRK KADINI VE KADIN HUKUKUNDA İNKILÂP
Türk
kadının yeri ve görevi
Kadının
anlamı
Türk
kadınının bilgi sahibi olması
Türk
kadını ve fazilet
Türk
kadını ve güzellik
Türk
kadını ve memleket savunması
Kadın
hukukunda inkılâp gereği
Türk
kadınının siyasal yaşama katılma isteği
Türk
kadınına seçme ve seçilme hakkı tanınması
Türk
kadını ve dünya barışı
MİLLÎ EĞİTİM
Eğitim
ve öğretimin önemi
Eğitimin
millî oluşu ve önemi
Öğretim
Birliği
Bilgisizliği
ortadan kaldırmak
Okulun
anlamı, önemi ve görevi
Eğitim
ve köylü
Üniversite
reformu hakkında
Üniversite
hakkında
Kültür
ordusu
Öğretmenin
değeri, yeri ve görevi
Eğitim
ve öğretim hakkında
Eski
eğitimin zararları
KÜLTÜR VE BİLİM
Kültürün
tanımı
Millî
kültürün önemi
Millî
kültürü yükseltmek
Yazı
hakkında
Fikir
hazırlıkları
Fikrin
gücü
Tartışmada
kural
Gerçeği
bilmek
Bilgisizlik
ve sonuçları
Kitap
sevgisi
Bilim
anlayışı ve yöntem
En
gerçek yol gösterici
Türk
Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu
Arkeoloji
ve antropoloji hakkında
Arkeoloji
uzmanlarına gereksinim
Felsefenin
tanımı
Aydınlarımızın
görevleri
Aydınlarımız
ve milleti tanımak
Aydınlar
ve Anadolu
HARF VE DİL İNKILÂBI
Harf
inkılâbının gerekliliği
Yeni
Türk harfleri
Türk
diline verilen önem
Millî
duygu ve dil
Millî
bilinç ve dil
Türk
dilinin zenginliği
Türk
söz dizimi
Türk
dilinin özleşmesi
Yeni
sözcükler hakkında
Arapça
bilim terimleri hakkında
GÜZEL SANATLAR
Güzel
sanatların tanımı
Güzel
sanatların önemi
Sanatçının
değeri
Sanatçının
tanımı
Edebiyatın
tanımı, anlamı ve amacı
Şairin
tanımı
Türk
İnkılâbı’nın şairi
Edebiyat
sevgisi
Güzel
konuşma
Musiki
hakkında
Musikide
yenilik
Nasıl
bir musiki istiyoruz?
Musiki
ve Türk’ün mizacı
Klâsik
Türk musikisi
Zeybek
oyunu
Heykel
ve heykeltraşlık
Çağdaş
Türk mimarlığı
TARİH GÖRÜŞÜ -Dünya
ve Türk Tarihi-
Tarihin
doğru belirlenmesi
İnsanların
tarihten alabilecekleri dersler
Büyük
şöhretler ve millî noktadan tetkiki
Gerçek
değerler ve tarih
Dünya
tarihinin seyri ve Türkler
Türk
milleti ve Türk tarihine genel bir bakış
Türk
Hun İmparatorluğu, Teoman ve Mete
Osmanlı
Devleti’nin gücü
Osmanlı
Devleti ve çöküş sebepleri
1.
Dünya Savaşı ve Türkiye
Çanakkale
savaşları hakkında
Çanakkale
savaşlarını kazandıran ruh
Mondros
Ateşkes Antlaşması
Sèvres
Antlaşması
İmparatorluk
hulyası ve neticeleri
Panislâmizm,
Panturanizm hakkında
Türk
tarihine verilen önemin sebepleri
Türk
çocukları ve millî tarih
Millî
tarih ve millî bilinç
Türk
tarihinin yazılması arzusu
Büyük
Söylev’i hakkında
Yıldırım
Beyazıt
Timur
Fatih
Mevlâna
Mimar
Sinan
Alemdar
ve Mustafa Reşit Paşa
Cemal
Paşa
Enver
Paşa
Talât
Paşa ve politikası
Namık
Kemal
Mehmet
Emin
Yahya
Kemal
Ziya
Gökalp
Ahmet
Rasim
Büyük
İskender
Napolyon
Napolyon
ve Bismark
Adana
Samsun
Havza
İzmir
Kemalpaşa
(Nif)
Erzurum
Amasya
Afyon
Gaziantep
Trabzon
Eskişehir
Bursa
Ankara
İstanbul
Konya
Zonguldak
TÜRK GENÇLİĞİ
Ümit
kaynağı gençlik
Türk
gençliğinin birinci görevi
Gençler
ve yüksek ideal
Gençler
ve milletin yükselmesi
Gençliğin
yetiştirilmesi
Yabancı
unsurlarla mücadele gereği
MİLLİYETÇİLİK, MİLLÎ BİRLİK VE
BERABERLİK
Türklük
duygusu
Türk’ün
tanımı
Türk’ün
asilliği
Türk’ün
manevî gücü
Türk’ün
kahramanlığı
Türk’ün
çalışkanlığı
Türk’ün
insanlığı
Türklük
bilinci ve ülkedeki gelişimi
Millî
birlik ve beraberlik
Millî
benlik
Millî
varlığın savunulması
Millî
varlığın temeli
Millî
parola
Millî
ülkü
Türk
milletinin dinamik ideali
Millî
amaç ve çalışmak
Millî
ülkü düşmanları
Milliyet
ilkesi
Milliyet
ilkesinin gücü
Türk
milliyetçiliğinin tanımı
Milliyetçilik
ve millî sınır
Türk
milliyetçiliği ve cumhuriyet
Milliyetçilik
ve dil
Millî
duygu ve insanî duygu
Türk
milleti
Türk
milletinin kuruluşundaki gerçekler
Türk
vatanı
Vatan
sevgisi
Yurt
toprağı
Millî
anıların değeri
Millî
seciye
Millî
ahlâk
Milletlerin
özellikleri
Dış
Türkler hakkında
Türk
milleti ve bolşevik ilkeleri
Bolşevizm’in
niteliği
Türk
milletinin yapısı ve komünizm
Yabancı
akımlarla mücadele
TÜRK MİLLETİNE İNAN, GÜVEN, SAYGI
İlham
ve kuvvet kaynağı
Milletin
eğilimlerini sezebilme
Milletin
takdir duygusu
Milletin
sevgisini kazanma
Türk
milletinin yeteneği ve kararlılığı
Millete
güven ve saygı
DİN VE İSLÂM DİNİ
Din
hakkında
Tanrı
ve insanlığın geçirdiği devirler
Hz.
Muhammed hakkında
Hz.
Muhammed’in ölümü ve sonrası
İslâm
dini hakkında
İslâm
dini ve çalışmak
İslâm
dininde ölçü
Türk
milleti ve Müslümanlık
Hutbe
hakkında
Camiler
ve minberler hakkında
Ezan
ve Kuran’ın okunuşu
Kuran’ın
Türkçeye çevrilmesi
Müslümanlıkta
özel sınıf yoktur
Seçkin
din bilginlerinin yetiştirilmesi
Tekkeler
hakkında
En
gerçek tarikat
Dinin
siyasete âlet edilişi
Terakkiperver
Fırka ve dinin siyasete âlet edilişi
Din
oyunu aktörleri
Dini
siyasete âlet edenlerle mücadele
FERT, TOPLUM, MİLLET YAŞAMI
Toplum
hakkında
Fert
ve toplum
Hak
ve ödev
Toplum
fertleri arasında bağlılık
Toplum
fertleri arasında hoşgörü
Kamuoyu
ve Türk kamuoyu
Kamuoyunu
yanıltanlar
Kamuoyu
ve hükûmet
Özgürlüğün
tanımı
Özgürlük
hakkında
Vicdan
özgürlüğü hakkında
Kişisel
özgürlükler ve devlet
Fert
güvenliği
Yurt
asayişi
BASIN
Millet
yaşamında basının önemi
Cumhuriyet
basını
Basın
özgürlüğü
Basın
özgürlüğünü kötüye kullananlar
DİKTATÖRLÜK VE CİHANGİRLİK
Diktatörlük
hakkında
Demokrat
Atatürk
Millete
dayanma
Müstebitlerle
mücadele
Cihangirlik
hakkında
SİYASET BİLİMİ VE DEVLET YÖNETİMİ
Siyaset
ve olumlu ahlâk
Geleceğin
güvencesi
İnsan
ve ortam
Millete
hizmet
Yemin
hakkında
Dürüst
siyaset
Sorumluluk
duygusu
Devlet
Yönetimi
Siyasal
güç
Yöneticilerin
yetiştirilmesi
İnsaf
ve merhamet dilenmek yoktur
Hükûmetin
amacı
Türkiye’yi
düşünmek
Devlet
yönetimi ve fertler
Devlet
yönetiminde ilkeler
Devlet
ve milleti yönetenler
Hizmet
ve namus borcu
Devleti
yönetenlerin ihaneti
Milletin
vekillerini seçmesi
Halk
ve devlet ilişkisi
Muhalefet
hakkında
Siyasî
yaşamda aranılacak temel
Demokrasi
hakkında
Fransız
Devrimi ve Türk demokrasisi
Türk
milleti ve demokrasi
Siyasî
partiler ve millet yapısı
Siyasî
partilerin çalışma şekli
Parti
programlarında kural
EKONOMİ VE KALKINMA
Ekonomi
nedir?
Ekonomik
bağımsızlık
Ekonomik
yaşam
Millet
yaşamında ekonominin önemi
Kapitülâsyonların
tarihi ve başlangıcı
Kapitülâsyonların
zararları
Kapitülâsyonların
kaldırılması
Türkiye
İktisat Kongresi
Millî
ekonomi dönemi
Ekonomik
kaynaklarımızın zenginliği
Ekonomik
kalkınmamızın dayandığı güçler
Hedefimiz:
Ekonomik zaferler
Tüccar
hakkında
Ticaret
ahlâkı hakkında
Millî
ticaret
Millî
endüstri
Kooperatifçilik
hakkında
Türkiye
İş Bankası hakkında
Türk
milleti ve denizcilik
Sanatın
önemi
Sanat
şarttır
Aşçılık
ve sofra hizmeti
Sanatın
özendirilmesi
Madenlerin
işletilmesi
Türkiye’nin
uyguladığı devletçilik sistemi
Devlet
ve ferdin faaliyet alanları
Türk
halkının toplumsal yapısı
Malî
bağımsızlık ve dış borçlanma
Yabancı
sermaye
Ekonomik
kalkınmada milletlerarası önlemler
Devlet
maliyesi
Vatandaş
ve devlet hazinesi
ZİRAAT VE KÖYLÜ
Türk
köylüsü ve çiftçilik
Kılıç
ve saban
Makineli
ziraat
Harp
ve çiftçilik
Ziraat
siyaseti
Ormanların
korunması
ULAŞTIRMA VE BAYINDIRLIK
Yol
ve demiryolu gereksinimi
Vatanın
bayındır hale getirilmesi
Türkiye’nin
görünüşü
SPOR VE SAĞLIK
Sporun
önemi
Spor
ve Türk milleti
Güreşin
tanımı
Türk
sporcularına meslek kuralı
Sporcunun
özellikleri
Sporda
amaç
Havacılığa
önem vermek
Sağlık
koşullarının sağlanması ve devlet
Kızılay
hakkında
TÜRK ORDUSU VE TÜRK ASKERİ
Türk
ordusu
Türk
ordusunun ödevi ve milletin güveni
Türk
ordusunun kahramanlığı
Türk
ordusunun göreve bağlılığı
Türk
milleti ve ordu
Türk
ordusunun değeri
Türk
askeri
MİLLÎ SAVUNMA VE ASKERLİK SANATI
Ordunun
görevi
Ordunun
gereği ve önemi
Bir
orduyu yaşatan güç ve ruh
Bir
milletin ve ordusunun güçlü oluşunun koşulları
Bir
ordunun değeri
Zaferin
koşulları
Zafer
ve amacı
Komutan
ve nitelikleri
Harp,
muharebe, meydan muharebesi
Harpte
ordunun yüksek morali
Askerî
ahlâk ve moral sağlamlığı
Askerin
ruhunu kazanmak
Harp
hayatî ve zorunlu olmalı
Harp
ve talih
Askerlik
sanatı
Saldırı
ve savunma hakkında
Saldırı
hazırlığı ve koşulları
Saldırıda
kesin sonuç
Savunma
yüzeyi
Birinci
derecede hedefi meydana çıkarmak
Zırhlı
savunma hakkında
Orduda
piyadenin yeri
Hava
savunması ve Hava Kuvvetlerimiz
Türk
Donanması hakkında
Deniz
silâhları
Askerî
hareketin incelenmesinde yöntem
Şehitlik
ve gazilik
Asker
ocağı bir okuldur
Ordu
ve kalkınma
Ordu
ve siyaset
Subay
ve refah sağlama
Millî
harp endüstrisi
Seferberlik
ve vatandaşın görevi
Barışı
koruma amacıyla askerî hazırlık
DIŞ SİYASET
Millî
siyaset
Dış
siyasetin iç kuruluşla ilişkisi
Siyasî
sorunların incelenmesi
Barışı
amaçlayan dış siyaset
Barışı
korumada alınacak önlemler
Dış
siyaset ve çıkar
Balkan
milletleri hakkında
Balkan
birliğine doğru
Balkan
Antantı (1934)
Sadabat
Paktı (1937)
Dünya
ve Rusya
Yeni
bir savaş tehlikesi
II.
Dünya Savaşı ve Türkiye
Hatay
davası (1936-1938)
İNSANLIK ÜLKÜSÜ VE BARIŞ ÖZLEMİ
İnsanlık
ülküsü
Barış
özlemi
İnsanlığa
hizmet
Milletin
mutluluğu
YAŞAM GÖRÜŞÜ
Yaşamın
tanımı
Yaşamın
seyri
Ölüm
İnsan
ve doğa
İnsanların
kıtalara dağılması
Yaşam
ve mücadele
Kuşakların
fikrî gelişimi
Dünya
nimetleri ve insan zekâsı
Zekâ
ve akıl hakkında
İstek
ve olanak
Çeşitli
görüşler
DEHA, BÜYÜK ADAM, LİDER
Dehanın
tanımı
Büyüklük
ve büyük adam
Lider
ve liderlik
Lider
ve büyük olaylar
Lider
ve konumu
Lider
ve tutku
BAŞARI VE BAŞARI YOLU
Başarının
sırları
Başarıda
insanın önemi
Karar
ve uygulama
Çalışmanın
gerekliliği
Verimli
çalışma
Çalışmanın
verdiği zevk
İş
bölümü
Çalışma
aşkı ve başarı
Etkileme
sanatı
ATATÜRK’E GÖRE ATATÜRK
İki
Mustafa Kemal
Fikir
Atatürk
Atatürk
ve görevin amacı
Atatürk
ve kutsal tutku
Atatürk
ve vicdanî görev
Millet
için özveri
Özgürlük
ve bağımsızlık aşkı
Atatürk
ve cesaret
Atatürk
ve millet
Atatürk
ve millet şerefi
Halk
adamı Atatürk
Atatürk
ve sağduyu
Evlilik
ve çocuk sevgisi
İnsan
Atatürk
Kısaltmalar
Kaynakça
ÖNSÖZ
Atatürk, Türk tarihi içinde eşsiz bir kişidir; Türk
Bağımsızlık Savaşı’nın önderi, lâik ve demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin
kurucusu, Türk çağdaşlaşma hareketinin lideridir. Askerliği, devlet adamlığı,
inkılâpçılığı yanında düşünce bakımından da seçkin bir fikir adamıdır.
Döneminde, kültür ve fikir meseleleriyle sadece ilgilenmekle kalmamış, hemen
her zaman bu faaliyetlerin içinde ve başında bulunmuştur. Millî Mücadele’nin,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve inkılâpların düşünce sistemini yansıtan görüşlerinin
yanı sıra kültürel ve sosyal konulardaki görüşleri de zamanın akışı içinde her
kuşağa rehberlik edecektir. Unutmamalıyız ki çağdaş Türkiye bu fikirler, bu
düşünceler üzerine kurulmuştur. Mutlu ve güçlü Türkiye ülküsü, bu görüşlerin
yaşamasına, yeşermesine ve kuşaktan kuşağa canlı bir meşale olarak
devredilmesine bağlı bulunmaktadır.
Bu kitap, Atatürk’ün -başta kendisi tarafından
yazılan Büyük Söylev’i, askerî eserleri ve bir kısım harp hatıraları olmak
üzere- konuşmaları, demeçleri, mesajları, telgraf, genelge ve bildirileri,
mülâkatları, mektupları, yazdırdığı sözleri, şeref defterlerine yazdığı
satırları, ona yakınlığı ile tanınmış ya da yakın tarihimizde yer almış
güvenilir kimselerin hatıraları taranarak oluşturulmuştur. Eskiden beri bilinip
tespit edilen metinlerin yanı sıra çeşitli kitap, gazete ve dergi sayfalarında
unutulmuş dağınık vaziyette bulunan Ata’ya ait birçok fikir ve düşünceyi de,
okuyucu, bu kitapta toplu olarak bulacaktır. Ayrıca, Atatürk’ün yaşamına, üstün
kişiliğine ve eserine ait kısa bir tanıtma yazısı da eserin bütünlüğü
bakımından gerekli görülmüştür.
Kitabımızda, Atatürk’ün fikir ve düşünceleri ana
başlıklar altında bölümlere ayrılmış, metin tekrarını önleme amacıyla, birkaç
bölüme de girebilme özelliği taşıyan parçalar en çok ilgili olduğu bölüme
konulmuştur. Amacımız, kronolojik bir tarih kitabı havası vermekten ziyade
Atatürk’ün fikir cephesini tanıtmak olduğundan, özellikle inceleme, yorumlama
ve değerlendirme taşıyan bölümler seçilmiştir.
Metinlerin alındığı bazı kaynak isimlerinde
harflerle simgelemek yoluyla kısaltmalar yapılmıştır. Bu kısaltmaların hangi
eserlere ait olduğu gösterilmekle beraber, daha geniş bir incelemeye cevap
vermek üzere, kitabımızın sonunda metinlerin alındığı kaynakları gösteren geniş
ve ayrıntılı bir kaynakça verilmiştir. Bu kaynakça, Atatürk’ü konu alan
binlerce yayın içinde özellikle onun sözlerine yer veren ve bizim alıntı
yaptığımız kaynak eserlerden oluşmuştur.
Metinlerde, mümkün olduğu kadar Atatürk’ün ifade ve
üslûp hususiyetlerine dokunulmamış, okuyucunun mânayı daha kolay kavrayabilmesi
için çoğu kez tamlamaları çözmekle ve dilimizden tamamen kalkmış sözcüklerin
yerine yaşayanlarını koymakla yetinilmiştir.
Atatürk’e ilişkin araştırmalar genişledikçe, yeni
metinler ve belgeler yayımlandıkça bu gibi derlemelerin, şüphesiz daha
mükemmelleri meydana gelecektir. Bununla beraber, bugünkü imkânlar içinde Kemal
Atatürk’ü, onun gerçek ruhunu yansıtan fikir ve düşünceleriyle sunarken
görevimizi yapmış olduğumuza inanmaktayız.
Prof. Dr. Utkan KOCATÜRK
ATATÜRK’ÜN YAŞAMI, ÜSTÜN KİŞİLİĞİ VE ESERİ
Gazi Mustafa
Kemal ATATÜRK, 1881 yılında Selânik’te doğdu. Babası Ali Rıza Efendi, annesi Zübeyde
Hanım’dır. Küçük yaşta babası öldüğünden annesi tarafından büyütülmüştür. İlk
öğrenimini Selânik’te Şemsi Efendi Mektebi’nde tamamlamış, bir müddet Selânik
Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmişse de ayrılarak Askerî Rüştiye’yi bitirmiştir.
Askerî Rüştiye’den sonra Manastır Askerî İdadisi’ni de başarı ile bitirerek
Harbiye’ye girmiştir. Harbiye öğreniminden sonra Harp Akademisi’nde okumuş ve
1905 yılında kurmay yüzbaşı rütbesiyle mezun olmuştur.
Mustafa Kemal, Harbiye’de ve Harp Akademisi’nde,
memleket ve millet sorunları ile ilgilenmesi ve düşüncelerini cesaretle
ifadeden çekinmemesi sebebiyle aydın ve inkılâpçı bir subay olarak tanınmıştı.
Harp Akademisi’nden mezuniyetini izleyen günlerde baskı ve padişahlık rejimi
aleyhindeki düşünceleri ve tutumu, kuşkuları üzerine çekerek birkaç ay İstanbul’da
tutuklu kalmış, daha sonra bir nevi sürgün olarak vazife ile Suriye bölgesine,
Şam’a gönderilmiştir. Mustafa Kemal, burada da faaliyetlerine devam etmiş ve
1905 yılı Ekiminde, güvendiği bazı arkadaşlarıyla beraber, gizlice Şam’da Vatan
ve Hürriyet Cemiyeti’ni kurmuştur. Bütün bölgeyi gezerek fikir ve mücadele
arkadaşları aramış, Beyrut, Yafa ve Kudüs’te de taraftarlar bularak teşkilâtı
genişletmiştir. Hatta, gizli olarak Mısır ve Yunanistan üzerinden Selânik’e
geçerek burada da Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’nin bir şubesini açtıktan sonra
tekrar Suriye’ye dönmüştür. 1907 yılı Ekiminde, merkezi Manastır’da bulunan 3.
Ordu Karargâhı’nın Selânik’teki Kurmay Şubesi’ne atanmış, ayrıca bu bölgedeki
demiryolu müfettişliği görevi de kendisine verilmiştir. Mustafa Kemal, bu
sıralarda Vatan ve Hürriyet Cemiyeti’ni de içine almış bulunan İttihat ve
Terakki Cemiyeti mensubu olarak faaliyetlerde bulunmakta; memlekette yapılacak
birtakım yenilikler için zemin aramaktadır. 1908’de II. Meşrutiyet ilân
edildiği zaman kolağası rütbesiyle Selânik’te bulunan Mustafa Kemal,
İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlemiş; fikir ve düşünceleriyle İttihat ve
Terakki Cemiyeti içindeki söz sahibi arkadaşlarını zaman zaman uyarmak istemiştir. Meşrutiyet’e
bir suikast olan 31 Mart 1909 isyanı üzerine, Hareket Ordusu’yla beraber bu
ordunun Kurmay Başkanı olarak, Rumeli’den İstanbul’a hareket etmiş, Hadımköy’de
bu görevi Binbaşı Enver Bey’e devretmiştir. Bir ay kadar Hareket Ordusu’yla
beraber İstanbul’da kalan Mustafa Kemal, 31 Mart İsyanı’nın tamamen
bastırılmasından sonra tekrar Selânik’e dönmüştür.
Mustafa Kemal 1910 yılı Mayısında Arnavutluk’ta
yapılan harekâtta Harbiye Nazırı Mahmut Şevket Paşa’nın Kurmay Heyeti’nde
vazife görmüş, 1910 yılı Eylülünde Picardie Manevraları’nı izleme amacıyla
Fransa’ya gönderilmiştir. 1911 Trablusgarp Harbi’nde binbaşı olarak, Tobruk ve
Derne bölgelerinde komutanlık yaparak İtalyanlara karşı savaşmıştır. 1912 yılı
sonlarında Balkan Harbi başladığı zaman Gelibolu ve Bolayır’da vazife almış;
Bulgarlarla savaşarak Edirne’nin geri alınışını temin edenBolayır Kolordusu’nun
Kurmay Başkanlığı’nı yapmıştır. Balkan Harbi’nden sonra Sofya, Belgrad, Çetine
ataşemiliterliklerini idare etmek üzere Sofya’da oturmuş ve bu sıralarda
yarbaylığa terfi etmiştir. I. Dünya Savaşı’nın başlamasından bir süre sonra
1915 yılı Ocak ayında, Tekirdağ’da teşkil edilecek 19. Tümen Komutanlığı’na
getirilmiştir. 1915’de, İngiliz kuvvetlerinin Gelibolu yarımadasına taarruzları
ve karadan çıkarma gayretleri üzerine, Arıburnu ve Anafartalar bölgelerinde
kahramanca savaşarak büyük başarı kazandı ve albaylığa terfi etti. Conkbayırı
taarruzunda kalbini hedef alan bir kurşun, cebindeki saate çarpıp geri
döndüğünden, mutlak bir ölümden kurtuldu. Bu muharebeler esnasında gösterdiği
kahramanlık ve yüksek komuta yeteneği kendisine ülke içinde ve dışında büyük ün
sağladı.
1916 yılında Diyarbakır-Bitlis-Muş cephesinde 16.
Kolordu Komutanı olarak görevlendirilen Mustafa Kemal, Ruslara karşı savaşarak
Bitlis ve Muş’u kurtarmış ve bu cephede generalliğe terfi etmiştir. Daha sonra
Hicaz bölgesine tâyin edilmiş, Şam’a
giderek Sina cephesini teftiş etmişse de bu görevin kaldırılmasıyla, karargâhı
Diyarbakır’da bulunan 2. Ordu’ya komutan olmuş; bu vazifede de çok kalmayarak
1917 yılı Temmuzunda, Suriye’de kurulan Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na
bağlı 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Fakat bu cephenin umumî idaresi
kendisine verilmiş olan Mareşal Falkenhayn ile aralarında askerî görüşler
bakımından anlaşmazlık çıktığından istifa etti; tekrar Diyarbakır’da bulunan 2.
Ordu Komutanlığı’na atandı ise de bu görevi kabul etmeyerek izinle İstanbul’a
geldi. Bu sıralarda Veliaht Vahdettin’in maiyetinde Almanya seyahatine iştirak
etti; Alman askerî çevrelerinde incelemeler yaparak, devrin tanınmış
komutanlarıyla görüştü. İstanbul’a geldikten bir müddet sonra, böbrek
rahatsızlığı sebebiyle Viyana ve Karlsbad’a giderek tedavi gördü. Dönüşünde,
Mareşal Falkenhayn’ın yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na getirilmiş
olan Mareşal Liman von Sanders’in emrinde bulunan 7. Ordu’ya yeniden komutan
oldu ve bu cephede İngilizlere karşı başarılı savunma savaşları yaptı. Mondros
Ateşkes Antlaşması’nın imza edildiği gün Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı’na
getirildi ise de artık yapacak birşey kalmamıştı. Bir müddet sonra, bu Grup
Kumandanlığı’nın kaldırılması üzerine 13 Kasım 1918’de İstanbul’a geldi.
Memleket ve milletin içinde bulunduğu şartlar ağır
idi. Ülkenin birçok bölgeleri İtilâf Devletleri tarafından işgal edilmiş,
düşman donanması İstanbul sularında demirlemişti. Padişah ve hükûmet,
düşmanlara âlet olmuş, âciz ve şaşkın bir vaziyette idi. Mustafa Kemal, bu
şartlar altında tek ve gerçek kurtuluşun Anadolu’ya geçerek Millî Mücadele
bayrağını açmak olduğunu gördü. Bu sırada, kendisini İstanbul’dan uzaklaştırmak
amacıyla, Anadolu’da 9. Ordu Müfettişliği teklif edildi. Mustafa Kemal,
kendisine geniş salâhiyetler tanıyan bu vazifeyi kabul ederek deniz yoluyla 19
Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktı. İstanbul’dan ayrılışından bir gün önce, 15
Mayıs 1919’da İzmir de Yunanlılar tarafından işgal edilmiş bulunuyordu.
Anadolu’ya geçen Mustafa Kemal, artık kutsal
görevine başlamak üzeredir. Komutan ve valilere 22.6.1919 tarihinde Amasya’dan
yapılan bir genelge ile “vatanın bütünlüğünün, milletin bağımsızlığının
tehlikede olduğu, İstanbul hükûmetinin vazifesini yapamadığı” belirtilmiş ve
“Millî Mücadele’nin fiilen başladığı” onun imzasıyla ilân edilmiştir. Dâhi
adam, “milletin bağımsızlığını yine milletin azim ve kararının kurtaracağına”
inandığından, her şeyden evvel, millî kararlar alabilecek bir kongrenin acele
toplanması lüzumu üzerinde durmuştur. Bu faaliyetlerden son derece kuşkulanan
ve Mustafa Kemal’in, müfettişlik vazifesinin salâhiyetlerini aştığını gören
İstanbul Hükûmeti, İngilizlerin de baskısı üzerine kendisini geri çağırmış,
sonunda da Padişah iradesi ile vazifesine son vermişti. Padişahın ve İstanbul
Hükümeti’nin bu davranışı üzerine Mustafa Kemal de daha güvenli ve daha rahat
çalışabilmek için hem vazifesinden hem askerlikten istifa etmiş, Padişah ve
İstanbul Hükûmeti’yle ilgisini tamamen kesmiştir. Bunu izleyen günlerde 23
Temmuz 1919’da Erzurum ve 4 Eylül 1919’da Sivas Kongreleri toplanmış; bu
kongrelerde Millî Mücadele’nin temel ilkeleri belirlenmiştir. “Ya bağımsızlık
ya ölüm” Millî Mücadele’nin parolasıdır. Her iki kongrede de güçlü kişiliğiyle
millî birliği temin eden bir lider olarak başkanlık yapan Mustafa Kemal, Sivas
Kongresi’nden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışına kadar geçen devrede
Heyet-i Temsiliye Başkanı olarak millî teşkilâtın kuvvetlenmesi yolunda
yılmadan çalışmıştır. Bu süre içinde Mustafa Kemal ve Heyet-i Temsiliye ile
temas temini ve anlaşma zemini arayan İstanbul Hükûmeti, temsilcileri
aracılığıyla 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında, Amasya’da onunla görüşmüş ve
bir millet meclisi toplanmasına ikna olmuştu. Bu görüşme İnkılâp Tarihimizde
Amasya Mülâkatı olarak bilinmektedir.
Mustafa Kemal, meclisin Anadolu’da toplanmasını
istemesine karşın, Meclis 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplandı. Erzurum ve
Sivas Kongrelerinin esaslarını Misak-ı Millî halinde kabul ve ilân etti. 16
Mart 1920’de İstanbul’un İtilâf Devletleri tarafından fiilen işgali üzerine,
Meclis artık faaliyet gösteremeyeceğini anlayarak dağıldı; bu sıralarda
milletvekillerinin bir kısmı da İngilizler tarafından tutuklanmıştı. Mustafa
Kemal, İstanbul’un işgali üzerine valiliklere ve kolordu komutanlıklarına
talimat vererek Ankara’da toplanacak fevkalâde salâhiyete sahip bir meclise
yeni temsilciler seçmelerini bildirdi. Sonuçta 23 Nisan 1920’de, yurdun her
bölgesinden gelen millet temsilcileriyle Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi
açıldı. Mustafa Kemal, millet iradesini ve egemenliğini temsil eden bu Meclis’e
ve onun hükûmetine de başkan seçilerek, artık Türk bağımsızlık mücadelesinin
her bakımdan, askerî, siyasî ve sosyal lideri oldu.
Millet Meclisi’nin açılmasına, millî bir hükûmetin
kurulmasına karşın Padişah ve Hükûmeti, 10 Ağustos 1920’de İtilâf Devletleriyle
Sevr Antlaşması’nı imzalayarak dış düşmanlarımızla birleşmiş ve Millî
Mücadele’yi geniş ölçüde baltalamak yollarına sapmıştı. Anadolu’daki millî
kuvvetlere karşı halife ve padişah orduları kuruluyor, yer yer isyanlar
çıkartılıyor, başta Mustafa Kemal olmak üzere Millî Mücadele kahramanları, asî
sayılarak idama mahkûm edilmiş bulunuyordu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı ve bu
meclise bağlı Ankara Hükûmeti’nin kuruluşuyla, bütün bu iç ve dış güçlüklere
karşın kısa zamanda düzenli ordu oluşturularak, düşman kuvvetlerine karşı,
çeşitli cephelerde büyük başarılar kazanıldı. Doğu cephesinde Ermeniler
yenilgiye uğratılarak antlaşmaya zorlandı; Gürcistan’a, sınır vilâyetlerimiz
boşalttırıldı. Güney’de Fransızlara karşı savaşılarak güçlü savunma örnekleri
verildi. Batı cephesinde I. ve II. İnönü Muharebeleriyle Yunan taarruzları
durduruldu. Bu dönemde, İtilâf Devletleri, bir taraftan da Sovyet Rusya ile
mücadele halinde idiler; 1917 yılında Rusya’da meydana gelen bolşevik
hareketinin kendi memleketlerine yayılmasını önlemek için, her cephede Rus
ordularıyla savaşıyorlardı. Sovyet Rusya, böyle bir ortam içinde, Anadolu üzerinden
gelecek saldırıları önlemek bakımından Türkiye’deki Millî Mücadele’yi destekler
bir tutum gösteriyordu. Bu bakımdan Rusya ile -ideolojiler dışında- uygun bir
politika izlenerek 16 Mart 1921’de Moskova Antlaşması imzalandı.
Bir ara, Sevr Antlaşması’nı gerçekleştirmek amacıyla
Kütahya-Eskişehir yönünden takviyeli kuvvetlerle taarruza geçen Yunanlılar,
Temmuz 1921’de ordumuzu Sakarya’nın doğusuna kadar çekilmeye mecbur ettiler. Bu
bunalımlı günlerde Meclis, Mustafa Kemal Paşa’yı olağanüstü yetkilerle Başkomutanlığa
getirdi. Dâhi komutan, kısa bir hazırlıktan sonra ordunun başına geçerek 22 gün
22 gece düşmanla çarpıştı ve 13 Eylül 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi adıyla
anılan büyük zaferi kazandı. Bu zafer üzerine Meclis tarafından kendisine
Mareşal rütbesi ve Gazi unvanı verildi. Sakarya Zaferi’nin sonuçları siyasî
alanda da kendisini gösterdi. 13 Ekim 1921’de Kafkas Cumhuriyetleri ile Kars
Antlaşması, 20 Ekim 1921’de Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalandı.
Bir seneye yaklaşan geniş ve düzenli bir hazırlıktan
sonra, Atatürk yeniden ordunun başına geçerek 26 Ağustos 1922 sabahı başlayan
Büyük Taarruz ve onu izleyen 30 Ağustos 1922’deki Başkomutan Meydan Muharebesi
ile 200.000 kişilik Yunan ordusunu dört taraftan sardı ve düşmanın büyük
kısmını imha etti. 1 eylül 1922’de “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir, İleri!”
emrini verdi ve arta kalanını batı yönünde izleyerek 9 Eylül’de İzmir’de denize
döktü. Bu muharebeler esnasında Yunan Başkomutan Vekili General Trikopis ve
bazı yüksek rütbeli düşman subayları esir alındılar.
Memleketi düşman istilâsından temizleyen bu büyük
askerî zaferleri takiben, siyasî faaliyetlere önem verildi. 11 ekim 1922’de
İtilâf Devletleri’yle yapılan Mudanya Ateşkes Antlaşması sonucu, Edirne’yi de
içine almak üzere Doğu Trakya’nın Yunanlılar tarafından boşaltılması kabul
edildi; İstanbul ve boğazlar, bazı kayıtlarla idaremize bırakıldı. 1 Kasım
1922’de saltanatla hilâfet birbirinden ayrılarak saltanat kaldırıldı. Bu tarihî
karar üzerine Vahdettin, bir İngiliz harp gemisiyle yurt dışına kaçtı. Uzun ve
çetin görüşmelerden sonra 24 Temmuz 1923’de İsmet Paşa tarafından imzalanan
Lozan Antlaşması’yla yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı, bütün dünya
devletleri tarafından kabul edildi, millî sınırlar belirlendi; ekonomik alanda
Osmanlılar döneminden kalma eski pürüzler temizlenerek kapitülâsyonlar
kaldırıldı. 13 Ekim 1923’te Ankara devlet merkezi oldu. 29 Ekim 1923’te
Cumhuriyet ilân edilerek Gazi Mustafa Kemal, devletimizin ilk cumhurbaşkanı
seçildi. 3 Mart 1924’te artık hiçbir gereği kalmayan, aksine zararlı bir
kuruluş durumunu almış bulunan halifelik de kaldırıldı ve son halifeyle beraber
Osmanlı hanedanı yurt dışına çıkarıldı.
Artık devletin çağdaş bir biçim alması ve milletin
çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda erişebilmesi yolunda büyük inkılâplar
birbirini izlemeye başladı. Bu süre içinde şapka ve kıyafet inkılâpları
yapıldı. Tekkeler, zaviyeler, türbeler kapatıldı; türbedarlıklar kaldırıldı.
Lâik devlet ilkesi kabul edilerek din ve devlet işleri, kesin olarak
birbirinden ayrıldı. Hukuk alanında, şeriye mahkemeleri ve Mecelle kaldırılarak
Türk Medenî Kanunu’yla beraber birçok çağdaş yeni kanunlar kabul edildi. İlim
ve kültür işlerine büyük önem verildi; Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu
kurularak Türk tarihi ve Türk dili üzerinde çalışmalar yapıldı. Öğretim birliği
gerçekleştirildi; medreseler kapatılarak çağdaş kültürü benimseyen cumhuriyet
okulları açıldı. Eğitim ve öğretimde lâik ve millî bir yol izlendi. Atatürk’ün
en büyük eserlerinden biri olan harf inkılâbı meydana geldi; Arap harfleri
bırakılarak Lâtin harfleri temeline dayanan Türk alfabesi yapıldı. Üniversite
reformu gerçekleştirildi; çeşitli yeni fakülteler açıldı. Uluslararası takvim,
saat ve rakamlar kabul edildi. Kadın hukukunda çağdaş atılımlar yapılarakTürk
kadınına seçme ve seçilme hakkı tanındı. Ekonomik etkinliklere önem verildi.
1923 yılında Türkiye’de ilk defa olarak bir İktisat Kongresi toplanarak
memleketin ekonomik sorunları görüşüldü. Tarımsal etkinlikler genişletildi.
Ticaret ve millî sanayi geliştirildi. Sağlık işlerine önem verildi. Güçlü bir
ordu kuruldu. Yeni Türkiye Devleti’nin temeli olan bütün bu inkılâplara
“Atatürk İnkılâpları” adı verildi. İnkılâpların memlekette daha süratle ve daha
sağlam yerleşmesi için, bütün Türk halkını içine almak üzere Cumhuriyet Halk
Partisi kuruldu; cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik,
lâiklik ve inkılâpçılık Türkiye siyasetinin temel ilkeleri olarak kabul edildi.
Mustafa Kemal, inkılâplarının büyük kısmını
başardıktan sonra Türk bağımsızlık mücadelesini ve yeni Türkiye’nin kuruluşunu
anlatan Büyük Söylev’ini yazdı; bunu 1927 yılında, altı gün devam eden
büyüleyici hitabetiyle okudu. Değerli inceleme ve değerlendirmelerle dolu olan
bu eser, Türk tarihinin olduğu kadar Türk edebiyatının da ölmez eserleri
arasında yer aldı. 1934 yılında Meclis, özel bir kanunla kendisine ATATÜRK
soyadını verdi. Son senelerinde bitmeyen bir heyecanla Hatay’ın anavatana
katılmasına çalıştı. 10 Kasım 1938 perşembe günü saat dokuzu beş geçe
Dolmabahçe Sarayında hayata gözlerini kapadı. Ölümü, bütün dünyada derin
yankılar yaptı ve büyük üzüntü yarattı.
Nâşı, tahnit edilerek Dolmabahçe Sarayı salonunda
özel bir katafalka yerleştirildi. Türk bayrağına sarılı ve başında silâh
arkadaşlarının nöbet tuttuğu tabut, üç gün süreyle milletin ziyaretine
bırakıldı. Cenaze, daha sonra 20 Kasım 1938’de Ankara’ya getirildi. 21 Kasım
1938’de büyük törenle Etnografya Müzesi’ndeki geçici kabrine kondu. Cenaze
törenine bütün dünya devletleri özel temsilciler gönderdi. Çanakkale’de ve
diğer muharebelerde ona karşı savaşmış yabancı generaller törende bilhassa
dikkati çekiyordu. 10 Kasım 1953’te nâşı Etnografya Müzesi’ndeki geçici
kabrinden alınarak büyük bir törenle Anıtkabir’e nakledildi.
*
**
Atatürk’ün en belirgin özelliklerinden biri de fikir
adamı niteliği taşıması idi. Fikir ve düşüncelerinin özünü oluşturan
Atatürkçülük, her türlü dogmatik unsurdan sıyrılmış akılçı bir dünya görüşüdür.
Ülke gerçeklerinden kaynaklanan, sorunlar karşısında aklın ve ilmin
rehberliğini kabul eden bu çağdaş görüş, milletimizi daima iyiye, doğruya ve
yararlıya yöneltmiş ve yöneltecek olan bir görüştür. Atatürkçü görüşte Atatürk
ilkeleri, Atatürk inkılâplarına temel oluşturan, onlara ruh veren fikir ve düşüncelerdir; bu
nedenle Atatürk inkılâpları, Atatürk ilkelerinin eser haline dönüşmüş
şekilleridir. Bu ilkeler Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine en kısa zamanda
ulaştırabilmek için aklın ve mantığın çizdiği yollardır. Bu bakımdan Atatürk
ilkelerinin felsefesinde yapıcılık yatar.
Fikir Atatürk’te çağdaş uygarlık düzeyine erişme,
Türk milletine hedef olarak gösterilmiştir. Dünyanın bugünkü şartları içinde
uygarlığın gereklerine ayak uyduramayan bir milletin yaşamasına imkân yoktur.
Atatürk, çağdaş uygarlık düzeyine erişme yarışında tek bir şeye ihtiyacımız
olduğunu söylemiştir, o da “çalışkan olmaktır”. “Türk çocuğu! Çok zekisin,
malûm; fakat zekânı unut, çalışkan ol!” sözü Atatürk’ündür.
Fikir Atatürk’te Türk milleti, asırlardır
unutulagelen millî benliğine kavuşmuştur. Millî sınırlarımız içinde, millî
benliğimizi duyarak varlığımızı yükseltmeye çalışmak, Atatürk milliyetçiliğinin
esasıdır. Atatürk, kendisini Türk hisseden herkesi Türk kabul etmiştir.
Irkçılığı dışlayan Atatürk milliyetçiliği bütünleştirici, birleştirici, ülkede
millî birliği temin edici bir milliyetçiliktir. “Ne mutlu Türküm diyene!”
özdeyişiyle kalplere millî bilinci perçinleyen Atatürk, aynı zamanda insanlık
ülküsünün ve insan sevgisinin de simgesidir. “Biz kimsenin düşmanı değiliz;
yalnız insanlığın düşmanı olanların düşmanıyız!” diyen Atatürk’tür. İşte bu
insancıl yönü iledir ki bütünüyle millî nitelik taşıyan eseri, aynı zamanda
bütün insanlığın hayranlığını da üzerinde toplamaktadır.
İnsanlık değerlerine içten ve büyük saygısı olan
Atatürk, yapıcısı olduğu Türk İnkılâbı’nı ifade ederken, “Bu inkılâp, yüksek
bir insanî ülkü ile birleşmiş vatanseverlik eseridir. Çocuklarına bütün
güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere
acımak sanatını öğretmektedir” diyordu. Kendisi de yarattığı inkılâbın imanlı
bir yapıcısı sıfatıyla bütün dünyaya sevgi ve dostlukla bakıyordu.
Atatürk, bütün milletlerin karşılıklı güven ve huzur
içinde yaşamalarını ister. Fikir Atatürk’te “yurtta barış, cihanda barış”
esastır. “Harpçi olamam; çünkü harbin acıklı hallerini, fecaatini herkesten iyi
bilirim” sözü Atatürk’ündür.
İşte, bütün bu yol gösterici fikirleri, maddî ve
manevî nitelikleriyle Atatürk, haklı olarak, milletimizin yetiştirdiği en büyük
Türk sıfatını kazanmış bulunmaktadır. O, Millî Mücadele’de millî birliği kuran
eşsiz bir lider, muharebe meydanlarında efsanevî bir komutan, devlet kuran
büyük siyaset adamı, milletin çehresini değiştiren güçlü bir inkılâpçıdır. Bu
nitelikleriyle insanlık tarihinin tanıdığı en büyük adamlardan biri olduğunda
kuşku yoktur. Kahramanlık ve yüksek insanlık değerlerini en yüksek düzeyde
taşıdığında, dünya tarihçileri ve fikir adamları birleşmektedir. Tarihin büyük
tanıdığı şahsiyetlerle mukayesesi yapıldığı zaman türlü bakımlardan belirgin
üstünlükleri göze çarpmaktadır. Bir kere bütün bu kişilere üstün tarafı, hem
fikir hem hareket adamı oluşudur. Bir milletin tarihî seyrini değiştirebilecek
nitelikleri ve üstünlükleri sayesinde, bir ülke askerî ve siyasî zaferlerle
uçurumun kenarından kurtarılmıştır. Dünya tarihinde, her türlü imkânsızlığa
karşın inandığı düşünceyi uygulama alanına dökmüş, yepyeni nitelikte bir devlet
ve zinde bir millet yaratmış adam azdır. İçinde bulunduğu koşulları
değerlendirmede, engelleri ortadan kaldırmada gösterdiği başarı, Atatürk’ün
ayrı bir özelliğini oluşturmaktadır. Büyük Söylev’inin sonlarında, Türk
gençliğine hitaben çizdiği tablo, gerçekte, kendisi mücadeleye atıldığı zaman,
ülkenin içinde bulunduğu tablodur. Atatürk, en güç koşullar altında bile, her
şeyin bitti zannedildiği bir zamanda bile, Türk milletine güven duygusunun kaybolmaması
gerektiği gerçeğini, eseriyle kanıtlanmış bir millî kahramandır; onun için
simge olmuştur, onun için bayrak olmuştur!
Atatürk gerçeğin adamıdır; sağduyunun ve ince
görüşün adamıdır. Nerde ne yaptı, neye karar verdi ise, daima en iyisini yapmış,
en yararlısına karar vermiştir. Halkın eğilimlerini çok iyi sezen ve ruhlara
sızmasını bilen usta inkılâpçılığı sayesindedir ki müşterek arzu ve eğilimler,
kolayca millî ülkü durumuna gelebilmiştir. Giriştiği mücadelenin başından
sonuna kadarTürk milletinin yüksek niteliklerine güvenmiş, kazanılan her türlü
zaferin milletin eseri olduğunu söylemiştir. Bütün girişimlerinde millet
sevgisine dayanmış, güçlü kişiliği ve gerçeği sezişe dayanan ikna kuvvetiyle
toplumu aydınlığa götürecek lider olduğunu göstermiştir. Türk Bağımsızlık
Savaşı’na ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna bayrak olan fikirleri,
görüşleri ve ölmez eseriyle, etkileri ülke sınırlarını aşmış, mazlum
milletlerin bağımsızlık ve hürriyet mücadelelerinde onlara da mânevî kuvvet
olmuştur.
Son söz olarak diyebiliriz ki, Atatürk’ün yaşamı,
üstün kişiliği ve eseri incelendiği zaman, insanoğlu, hayranlığını
gizleyememekte; bu millî kahramanı kutlamakta, bu kutsal savaşımın önünde saygı
ile eğilmektedir.
Ben, 1919 senesi mayısı içinde Samsun’a çıktığım gün
elimde, maddî hiçbir kuvvet yoktu. Yalnız büyük Türk milletinin asaletinden
doğan ve benim vicdanımı dolduran yüksek ve manevî bir kuvvet vardı. İşte ben
bu ulusal kuvvete, bu Türk milletine güvenerek işe başladım. Ben Türk ufuklarından
birgün mutlaka bir güneş doğacağına, bunun hararet ve kuvvetinin bizi
ısıtacağına, bundan bize bir güç çıkacağını o kadar emindim ki, bunu âdeta
gözlerimle görüyordum.
1937 (Cumhuriyet gazetesi, 1.4.1937)
Milletimiz çok büyüktür. Hiç korkmayalım. o esaret
ve aşağılığı kabul etmez. Fakat onu bir araya toplamak ve kendisine, “Ey
millet! sen esaret ve aşağılığı kabul eder misin?” diye sormak lâzımdır. Ben,
milletin vereceği cevabı biliyorum. Ben, milletin büyüklüğünü biliyor ve bu
sual karşısında, onun, o suali soran çocuklarını canı gibi seveceğini ve
alınlarından öpeceğini biliyorum. Ben biliyorum ki bu millet, kendisine bu
suali soran çocuklarının, hep o esasa dayanan çare ve hazırlıklarını canla,
başla kabul edecektir. Onun için işte ben şimdi bu yoldayım, onun çok sağlam
bir yol olduğuna kani olarak...
1920 (Yunus Nadi Abalıoğlu,
Ankara’nın İlk Günleri, s. 99)
Ben ve benim gibi birçok vatandaşlar, kardeşler,
milletin asıl vatanı, ümitsiz felâkete düştüğü zaman görevli oldukları,
vicdanen, namusen, haysiyeten yükümlü bulundukları vazifeyi yapmak mevkiinde
kaldılar. Bunu elbette yapacaklardı; yapmaları mecburi idi, vicdanî idi, insanî
idi, millî namus gereği idi. Ben bu mukaddes esasların dışında hareket edebilir
mi idim? Efendiler; elbette edemezdim. Türk milletinin hakikî hiçbir ferdi bu
gereklerin haricinde hareket edemezdi. Ben elbette bu elim manzara karşısında
vicdanımın emirlerine muhalif, millî namusumuza aykırı hareket edemezdim.
Mensup olmakla övünç duyduğum yüksek topluluğun yüksek haysiyetine elbette
aykırı hareket edemezdim. Bence mensubiyetiyle övündüğüm milletin hiçbir ferdi
bu namus gereğinden asla sapmamıştır. Eğer bundan müstesna gösterilenler varsa
emin olunuz aziz, namuslu vatandaşlar; onlara kalp ve vicdanı milletimizin
müşterek temiz vicdanından hiç ilham almamış kapkara sefil vicdanlardır.
1925 (M.E.İ.S.D.I,s.22)
Ölmek isteyen bir milleti hiçbir kuvvet kurtaramaz.
Türk milleti ölmek istemez; o, daima yaşıyacaktır efendiler!
(Şevket Aziz Kansu, Türk Dili
Dergisi Sayı:12,1952,s.682)
Türk, esaret kabul etmeyen bir millettir. Türk
milleti esir olmamıştır.
1925 (Atatürk’ün S.D. II s. 230)
Millî gaye için ortaya atılacakların, bugün imhasını
düşünen yalnız saray, hükûmet ve yabancılardır. Fakat, bütün memleketin
aldatılmasını ve aleyhe çevrilmesini de ihtimal dahilinde görmek lâzımdır.Baş
olacakların, her ne olursa olsun, gayeden dönmemesi, melekette
barınabilecekleri son noktada, son nefeslerini verinceye kadar, gaye uğrunda
fedakârlığa devam edeceklerine işin başında karar vermeleri icabeder.
Kalplerinde bu kuvveti hissetmeyenlerin teşebbüse geçmemeleri elbette daha
iyidir. Zira, bu takdirde, hem kendilerini ve hem de milleti aldatmış olurlar.
Bir de söz konusu vazife,
resmî makam ve üniformaya sığınarak el altından idare edilemez. Bu tarzın bir
derecesi olabilir. Fakat, artık o devir geçmiştir. Açıkça ortaya çıkmak ve
milletin hukuku namına yüksek sada ile bağırmak ve bütün milleti, bu sadaya
iştirak ettirmek lâzımdır. Benim, vazifemden uzaklaştırıldığıma ve her türlü
neticeye mahkûm bulunduğuma şüphe yoktur. Benim ile açıkça birlikte çalışmak,
aynı neticeyi şimdiden kabul etmektir. Bundan başka, söz konusu ettiğimiz
vaziyetin gerektirdiği adamın, diğer birçok görüş noktalarından dahi, mutlaka
benim şahsım olabileceği gibi bir iddia mevcut değildir. Yalnız, herhalde, bu
memleket evlâdından birinin ortaya çıkması zarurî olmuştur. Benden başka bir
arkadaşı dahi düşünmek mümkündür. Yeter ki o arkadaş, bugünkü vaziyetin
kendisinden istediği tarzda harekete razı olsun!
1919 (Nutuk
I,s.44-45)
Bağımsızlık gayesinin elde edilişine kadar,
tamamiyle milletle birlikte, fedakârane çalışacağıma mukaddesatım namına yemin
ettim. Artık benim için Anadolu’dan hiçbir yere gitmemek kesindir.
1919 (Nutuk I,
s. 21)
Milletin esaretten kurtarılması, hâkim ve bağımsız
olarak topraklarımızda yaşayabilmesi ancak azimkâr ve namuslu ellerin milleti
kısa ve doğru yoldan hukukunu ve bağımsızlığını müdafaaya yöneltmesiyle mümkün
olacaktır.
1919 (Kâzım Karabekir, İs-
tiklâl Harbimiz, 1969, s. 35)
Millî irade, kendi istikametinde bir nehir gibi
coşup taşacaktır. Mücadeleyi her noktasından düşünerek kabul etmiş bulunuyoruz.
Memlekette umduğumuz millî uyanış ve coşku hasıl olmuştur. Sadece dayanıklı
olmak ve vazifede kusur etmemek temel şarttır.
1919 (Mazhar Müfit Kansu,
E.Ö.K.
(Atatürkle
Beraber, Cilt: 1, s. 87)
Meclis’in ve o Meclis’te beliren milletin kesin
iradesi, hareket tarzımın mihrakını teşkil edecektir. Hiçbir sebep ve suretle
değişmesine imkân olmayan bu kesin irade, mutlaka düşman ordusunu imha etmek ve
bütün Yunanistan’ın silâhlı kuvvetinden meydana gelen bu orduyu anayurdumuzun
mukaddes ocağında boğarak kurtuluş ve bağımsızlığa kavuşmaktır.
1921
(Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 393)
Bu hareket, milletin bir arzusudur; hatta bir
ihtiyacıdır. Bu arzu ve ihtiyacı doğuran şey de kişiler değil, bizzat
olaylardır. Devletin bütünlüğünü ve bağımsızlığını tehdit eden kanunsuz
birtakım ihtiraslar, topraklarımıza hiçbir hakka dayanmaksızın vuku bulan
taarruzlar, tehlike karşısında millete birleşmek lüzumunu duyurmuştur.
1919 (Atatürk’ün S.D.III, s. 6-7)
Millî dava, ancak bu inan, bu irade ve azimle
gerçekleştirilecektir. Yaşaması ve muzaffer olması gereken naçiz şahıslarımız
değil, millî kurtuluşu temin edecek olan fikirlerdir.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 203)
Aziz ve mübarek vatanımızı kurtarmak için bütün
aydınların, herkesin hazır olması lâzımdır. İstanbul’a gitmeyeceğiz. Anadolu,
en büyük hazinedir. Vatanın sinesinde kurtuluş çarelerini beraberce ölünceye
kadar aramaya, temin etmeye çalışacağız.
1919
(Sırrı Kardeş, M.
Kemal
Kırşehir’de, s.30)
Düşman süngüsü altında millî birlik olamaz. Ancak
hür vatan topraklarında hamiyetli, fedakâr arkadaşlar el ele vererek memleketin
bağımsızlığı ve milletin hürriyeti için çalışabilirler. Ben de zaten onun için
gidiyorum.
1919 (Hüsrev Gerede, 20. Asır Mec-
muası, Cilt: 3, Sayı : 66, 1953 s. 28)
İstanbul’u terk etmek zarureti, İstanbul’da hasıl
olan elim şartlardan idi. Anadolu’ya geçmekteki maksadım, Anadolu’nun ortasında
ve Türk milletinin büyük kütlesi içinde, Türk milletinin yüksek seciyesine ve
sarsılmaz azim ve imanına dayanmak idi. Bundan başka hiçbir tedbirin memleket
ve milletin derin yarasına çare olamayacağına kesin kanaat hasıl etmiştim. Onun
için Samsun’a ayak bastığım dakikada aldığım ilk tedbir, Samsun ve havalisine
dair yanımda bulunanlara gereken emirleri ve talimatı vererek hemen güneye
yürümek oldu.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 101)
Ne vakit başladığı bilinmeyen zamanlardan beri
bağımsızlığın şerefi ile yaşayan milletimiz, en feci bir çökmeyle nihayet
buluyor gibi görünmüşken, esaret kaydına karşı evlâdını ayaklanmaya davet eden
ecdat sesi kalplerimiz içinde yükseldi ve bizi son kurtuluş mücadelesine davet
etti.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 165)
Karşı koymakta sona kalanlarımız, bir tepede hayatlarına
son verirler. Gelecekte “Burada yatanlar, vatanlarını kurtarmaya çalışanlardır”
diye bir yazılı taşa sahip olabilirlerse mükâfatları, bu olur.
1920 (Fahrettin Altay, Millî Mücadele Hatıra-
larım; Hayat Mec. Yıl: 3, No: 127, 1959, s. 28)
Millî müdafaamızı, düşmanların bayrakları
babalarımızın ocakları üstünden çekilinceye kadar terk edemeyiz. İstanbul
mabetleri etrafında düşman askerleri gezdikçe, öz vatan toprakları üstünden
yabancı adamların ayakları çekilmedikçe biz, mücadelemizde devam etmeye
mecburuz. Kendi hükûmetimizin idaresi altında bedbaht ve fakir yaşamak, yabancı
esareti pahasına kavuşacağımız huzur ve mutluluğa bin kere üstündür.
1920 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 307)
Associated Press muhabirine Ankara’da demeci:
Senelerce mücadeleye mecbur olsak bile Yunanlıları
Anadolu’dan kovmaya kesin şekilde azmettik. Türkiye Türklerindir! İşte
milliyetperverlerin prensibi budur. Biz, hukukumuzun müdafaası için mücadeleye
devam etmeye karar verdik.
1921
(Atatürk’ün S.D.V, s. 83)
Her zamandan ziyade kaniim ki harp, pahalı bir
iştir. Harbin sürüklediği facialar ve dehşetten müteessirim. Fakat harp
etmeksizin elimizdeki silâhları bıraktığımız zaman, nasıl tamamen harap
olacağımızı da biliyorum.
1921 (Atatürk’ün S.D.V, s. 84)
İzmir dramından sonra idi ki, milletimiz gerçekten
duygulandı ve uyandı ve derin uçuruma sürüklendiğini anladı. Ve ondan sonra
hukukunu bizzat savunmaya karar verdi. Tabiî bunu yapabilmek için bir şekil
almak, örgütlenmek lâzım gelirdi; zaten her taraftan örgüt ve şekillenme daha evvel
başlamış idi. Fakat, evvelâ Erzurum ve bundan sonra Sivas Kongrelerinde genel
birliğimiz oluştu. Erzurum ve Sivas kongrelerinin bildirge ve tüzüğünün içeriği
önemlidir.
1920 (Atatürk’ün S.D.II, s.11)
Teşkilâtın diğer teferruatına bakacak olursak, işe
köyden ve mahalleden ve mahallle halkından, yani fertten başlıyoruz. Fertler
düşünür olmadıkça, hukukunu müdrik bulunmadıkça, kütleler istenilen istikamete,
herkes tarafından iyi veya fena istikametlere sevk olunabilirler. Kendini
kurtarabilmek için her ferdin, mukadderatıyla bizzat alâkadar olması lâzımdır.
Aşağıdan yukarıya, temelden çatıya doğru yükselen böyle bir müessese, elbette
sağlam olur. Şüphe yok, her işin başlangıcında, aşağıdan yukarıya doğru
olmaktan ziyade yukardan aşağı olması zarureti vardır. Birincisinin
belirmesinde, bütün beşeriyet için gayeye erişme kolaylaşmış olurdu. Böyle
olmanın amelî ve maddî imkânı henüz bulunmadığından bazı müteşebbisler,
milletlere verilmesi lâzım gelen istikametin çizilişinde kılavuzluk ediyorlar.
Bu suretle yukardan aşağıya şekillendirilebilir. Biz, memleketimiz dahilindeki
seyahatlerimizde doğal olarak birinci tarzda başlamış olan millî teşkilâtımızın
hakikî kaynağa, ferde kadar indiğini ve oradan tekrar yukarıya doğru hakikî
şekillenmenin başladığını büyük memnuniyetle gördük. Bununla beraber,
olgunlaşma derecesine eriştiğini iddia edemeyiz. Bunun için, özellikle aşağıdan
yukarıya tekrar bir şekillenmenin husulü gayesine bilhassa çalışmamız, millî ve
vatanî bir vazife sayılmalıdır.
1920 (Nutuk III, s. 1185)
Osmanlı Devletinin temelleri çökmüş, ömrü tamam
olmuştu. Osmanlı memleketleri tamamen parçalanmıştı. Ortada bir avuç Türk’ün
barındığı bir ata yurdu kalmıştı. Son mesele, bunun da taksimini teminle
uğraşılmaktan ibaretti. Osmanlı Devleti, onun bağımsızlığı, padişah, halife,
hükûmet, bunlar hepsi anlamı kalmamış birtakım mânasız sözlerden ibaretti. O
halde ciddî ve hakikî karar ne olabilirdi? Bu vaziyet karşısında bir tek karar
vardı. O da millî egemenliğe dayanan, kayıtsız ve şartsız bağımsız yeni bir
Türk Devleti tesis etmek! İşte, daha İstanbul’dan çıkmadan evvel düşündüğümüz
ve Samsun’da Anadolu topraklarına ayak basar basmaz uygulamaya başladığımız
karar, bu karar olmuştur.
1927 (Nutuk I, s. 12)
Aydın cephesinde, mübarek vatanı istilâ etmeye
çalışan düşmanla Kuva-yi Millîye çarpışmakta ve her karış toprağına sadık ve
fedakâr evlâtlarının nâ’şlarını gömmektedir. Hiçbir kuvvet, hiçbir salâhiyet,
tarihin emrettiği bu vazifeden milletimizi menedemiyecektir.
1920 (Nutuk 1, s. 397)
Bütün millet, bütün cihan bilsin ki, en nihayet ve
en nihayet millet tam bağımsızlığının temin edildiğini görmedikçe, yürümeye
başladığı yolda bir an durmayacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.110)
Birinci T.B.M.M.’nin 24 Nisan 1920 günkü birleşiminde söylemiştir:
İstanbul ortamının, Ferit Paşa Kabinesi’nin kabul
ettiği şeyi kabul etmek şerefimizi, hayatımızı, her şeyimizi bırakmak, yani
İngilizlere esir olmaktır. O zaman yapılacak iş yoktur. Yok, bu milleti millet
olarak, insan olarak namus ve şerefiyle yaşatmak istiyorsak, kabul edeceğimiz
nokta ve esas, mevcut bütün kuvvet ve vasıtalarımızı gereğine göre kullanarak
bizi imhaya çalışan düşmanların düşmanca olan emellerini kırmaktır ve ben
şahsen, katiyen şüphe etmem ki, bütün arkadaşlarımız ancak böyle yüce hisle
buraya gelmişlerdir ve yapacakları tarihî vazifenin büyüklük derecesini ve
incelik ve önemini bütün açıklığıyla anlamış bulunuyorlar.
1920 (G.C.Z., cilt: I, s. 8)
Şüphe etmiyorum ve hiç kimsenin şüphe etmeyeceğini
zannediyorum ki, Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmetinin bugüne kadar takip
ettiği siyaset, tamamen millî emellere uygundur. Bu siyasetin ne olduğunu
tekrara lüzum görmem. Yalnız iki kelimesini zikredeceğim ki, o da millî sınır
dahilinde milletin bağımsızlığıdır ve bu, gayet kuvvetli ve büyük mâna ifade
eder esastır. Bugüne kadar, bu esastan ayrıldığımızı ima edecek en ufak bir
işareti bile göstermek mümkün değildir.
1921 (G.C.Z., cilt: I, s. 333)
Birinci T.B.M.M’nin 29 Mayıs 1920 günkü gizli birleşiminde söylemiştir:
Bir defa mevcudiyetimizi muhafaza ve millî emellerimizi
temin için gerçek dayanağı dışarda değil içerde, kendi vicdanımızda bulmak
prensibini Hükûmet kabul etmiştir. Çünkü, kendi kuvvetimizi göz önüne
almaksızın dışardan, şuradan buradan gelecek kuvvetlere dayanarak emel takip
edersek ve o kuvvetten ve o imdattan yardım da gelmezse hayal kırıklığına
uğrarız. Bunun için her şeyden önce, kendi kuvvetimize önem veriyoruz.
1920 (G.C.Z. cilt: I, s. 48)
Türkiye ve Türkiye halkı, bağımsızlığını ve
varlığını imhaya yönelik acı darbeler karşısında kaldığı gün, insanlık
dünyasında hiçbir dayanak noktasına sahip bulunmuyordu. Yalnız ve ancak kalp ve
vicdanındaki azim ve imana güvenerek, ya bağımsızlığına sahip ve egemen olarak
yaşamaya veyahut ölmeye karar verdi. Bu kararın tabiî gereği olmak üzere şu
anda devam etmekte olan millî mücadelesine başladı.
1921 (Atatürk’ün S.D.II, s. 24))
Birinci T.B.M.M.’nin 12 Mayıs 1921 günkü gizli birleşiminde
söylemiştir:
Meclisimizin, millete karşı yerine getirilmesini
üstlendiği karar, öteden beri ilân ettiğimiz, hepimizce bilinen bir esasta
toplanmıştır. O esası, bir daha tekrar etmek isterim: Millî sınırlarımız
dahilinde memleketin tamamiyetini ve milletin tam bağımsızlığını temin etmek.
Bizim, millete karşı üstlendiğimiz vazife, bunu temin edecektir. Bu sebeple
Meclis’in ve Hükûmet’in izlediği siyaset, bu amacı elde etmeye yöneliktir.
Heyetiniz hedefe yürürken daima memleketin, milletin kuvvetine dayanarak
yürümüştür. Bu sebeple denilebilir ki, bizim izlediğimiz siyaset, aslında
bağımsız bir siyasettir. Yalnız kendi amacımızı elde etmeye yönelik ve kendi
kuvvetimize dayanmış bulunan bir siyasettir.
1921 (G.C.Z., cilt: II, s. 72)
C.H.P. İkinci Büyük Kongresi’ni açarken söylemiştir:
Erzurum Kongresi, tespit ettiği esaslar itibariyle
belirtilmeye ve anmaya değerdir. Sivas Genel Kongresi’nde görüşme konusu olan
şeyler aynı esaslar olmuştur. Bu esaslar açıklanarak ve bütün memleketi içine
almak üzere kabul olunmuştur.
1927 (Atatürk’ün S.D.I, s.338)
Erzurum Kongresi’ni kapatırken söylemiştir:
Milletimizin kurtuluş ümidi ile çırpındığı en
heyecanlı bir zamanda fedakâr muhterem heyetiniz, her türlü eziyetlere
katlanarak burada, Erzurumda toplandı. Hassas ve soylu bir ruh ve pek sağlam
bir iman ile vatan ve milletimizin kurtuluşuna ait esaslı kararlar aldı.
Özellikle bütün dünyaya karşı milletimizin varlığını ve birliğini gösterdi.
Tarih, bu kongremizi şüphesiz ender ve büyük bir eser olarak kaydedecektir.
1919 (Nutuk I, s. 67; Nutuk III, s. 932)
Sivas Kongresi’ni açarken söylemiştir:
Vatan ve milletin kurtuluşunu amaçlaşan zorlayıcı
sebepler, sizleri bunca zahmet ve engel karşısında Sivas’ta topladı.
Yiğitçesine azminizi tebrik ve hoş geldiniz demekle, bahtiyarlığımı sunarım.
Millî Meclis’in henüz toplanmamış olduğu bir sırada, baskı altına alınmış ve
bağımsızlığını kaybetmiş olan Hükûmet Merkezi’nin kendi başına kanunsuz bir
kararı veyahut millî emellere aykırı bazı dış tekliflere boyun eğme gibi
olupbittilerin ihtimaline karşı Erzurum ve Sivas Kongrelerinin millî ruhu
temsilen ve birbirini izleyerek toplanması, şüphesiz ki kurtuluşa götüren iyi bir işarettir.
1919 (Nutuk I, s. 86)
C.H.P. Üçüncü Büyük Kongresi’ni açarken söylemiştir:
Birinci Genel Kongremiz, bundan 12 sene evvel
sivas’ta, bir mektep dersanesinde yapılmıştı. Oraya gelen delegeler her türlü
takipler altında, birçok güçlüklerle karşılaşmışlardı. Görüşmelerimiz, iç ve
dış düşmanların süngü ve idam tehditleri içinde yapılıyordu. Fakat, Türk
milletinin hakikî his ve emellerini temsil ettiğine inanan Kongre Heyeti, millî
görevini tamamlama gereğini, her görüşün üstünde tuttu. İzlemekte olduğumuz
ilkelerin ilk esaslarını tespit etti; ondan sonra da özveri ve kararlılıkla o
esaslar üzerinde yürüdü, başarılı oldu.
1931 (Atatürk’ün S.D.I, s. 353)
Misak-ı Millî, barış yapmak için en makul ve asgarî
şartlarımızı içeren bir programdır. Barışa erişmek için biraraya getireceğimiz
esasları kapsar. Fakat memleket ve milleti kurtarmak için barış yapmak kâfi
değildir. Milletin gerçek kurtuluşu için yapılacak çalışmalar, ondan sonra
başlayacaktır. Barıştan sonraki çalışmalarda muvaffak olabilmek, milletin
istiklâlinin korunmuş olmasına bağlıdır. Misak-ıMillî’nin hedefi, onu temindir.
1922 (Atatürk’ün S.D.V, s. 95)
Anadolu’nun maksadı, her ne olursa olsun Misak-ı
Millî’deki prensipleri elde etmektir. Bu gayelerinin herhalde elde edileceğine,
Anadolu yine kuvvetle emindir.
1921 (Atatürk’ün S.D.V, s. 82)
Dış siyasetimizde başka bir devletin hukukuna
tecavüz yoktur. Ancak hakkımızı, hayatımızı, memleketimizi, namusumuzu müdafaa
ediyoruz ve edeceğiz. Günümüz medeniyetinin devletler arası münasebetlerde
ortaya attığı ve en yüce, temiz emel ve düşüncelerin bir özeti demek olan “her
milletin kendi mukadderatına kendisinin hâkim olması” hakkını biz yeryüzünde
yaşayan milletlerin hepsi için tanıyoruz, bizim de bu hakkımızın kayıtsız
şartsız tanınmasını istiyoruz. Bu meşru ve haklı isteğimizi tanımamak yüzünden
akan ve akacak olan kanların mesuliyeti, şüphesiz sebep olanlara aittir. Bizi,
millî davamızı takipten yıldıracak hiçbir vasıta hiçbir kuvvet düşünülmüş
değildir. Millî davamız, bizim hayatımızdır. Hayatına suikast edilen en zayıf
yaratıkların bile, bu isteğe karşı isyan ve nefretle son nefese kadar kendisini
müdafaaya çalışmasından daha doğal bir şey yoktur.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 229)
Milletin bağımsızlığını, yine milletin azim ve
kararı kurtaracaktır.
1919 (Nutuk I, s. 31)
Amerikalı gazetesi Shaw Moore’a verdiği demeçten:
Biz, Türkiye’nin bağımsızlığını ve bütünlüğünü
kurtarmaya çalışıyoruz. Allah’ın yardımı ve Türk milletinin yenilmez kuvveti
sayesinde gayemize ulaşacağız!
1921 (Atatürk’ün S.D. III, s. 28)
Çizdiğimiz bir sınır vardır; bu sınırı yabancıların
elinde bırakmayacağız! İnancımız pek kuvvetlidir.
1919 (Atatürk’ün S.D.II, s.3)
Anadolu, her türlü sataşmalara, taarruzlara karşı
bütün varlığıyla nefsini savunmaktadır ve bunda başarı kazanacağından emindir.
Anadolu bu savunmasıyla yalnız kendi hayatına ait vazifeyi yerine
getirmiyor,belki bütün doğuya yönelik hücumlara bir set çekiyor. Bu hücumlar
elbette kırılacaktır, bütün bu sataşmalar mutlaka nihayet bulacaktır. İşte
ancak o zaman batıda, bütün dünyada gerçek huzur, gerçek refah ve insaniyet
hüküm sürebilecektir.
1921 (Atatürk’ün S.D.II, S.21)
Bizi imha etmek görüşü karşısında mevcudiyetimizi
silâhla muhafaza ve müdafaa etmek pek tabiîdir. Bundan daha tabiî ve daha meşru
bir hareket olamaz.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 181)
Tarihin, bu memlekette şimdiye kadar meydana
getirmediği bu millî birlik ve beraberliğin bozulmasına ait her hareketi bir
vatan ihaneti telâkki ederek ona göre lâzım gelen karşılığı vermede tereddüt
etmeyeceğiz.
1920 (Nutuk I, s. 385)
Bütün cihanın bilmesi lâzımdır ki, Türkiye halkı,
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun Hükûmeti, uşak muamelesine tahammül
edemez. Her medenî millet ve hükûmet gibi varlığının, hürriyet ve
bağımsızlığının tanınması isteğinde kesin olarak direnmektedir. Ve bütün davası
da bundan ibarettir! Biz cenkçi değiliz. Barışseveriz. Ve bir an evvel barışın
gerçekleşmesini görmek ve ona yardım ve hizmet etmek isteriz.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 181)
Amerika, Avrupa ve bütün medeniyet dünyası bilmelidir
ki, Türkiye halkı her medenî ve kabiliyetli millet gibi, kayıtsız şartsız hür
ve bağımsız yaşamaya kesin karar vermiştir. Bu meşru kararı bozmağa yönelen her
kuvvet, Türkiye’nin ebedî düşmanı kalır. Bu hususta insaniyet ve medeniyet
âleminin temiz vicdanı, muhakkak Türkiye ile beraberdir.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 48)
Biz mağlûbiyetimizin karşılığını çok ağır ödedik.
Elimizden köyler, vilâyetler değil, ülkeler alındı. Fakat son lokmasını da
ağzından kapmak için bir milletin hayatına kıymak, canice bir harekettir.
Öldürülen bir adamınsa kendini son nefesine kadar cesaretle, mertlikle müdafaa
etmesi tabiî ve zarurîdir.
1919 (Atatürk’ün S.D. III, s. 11)
Düşmanın pek büyük gayretlerle, fedakârlıklarla
vücuda getirdiği ve diğer bazı devletlerin de büyük yardımlariyle takviye
ettikleri hakikaten mükemmel ve kuvvetli ordularını mağlûp etmek için
kendimizde bulduğumuz kuvvet ve kudret, davamızın meşruiyetindedir. Gerçekten
biz, millî hududumuz içinde hür ve bağımsız yaşamaktan başka bir şey istemiyoruz.
Biz, Avrupanın diğer milletlerinden esirgenmeyen, haklarımıza tecavüz
edilmemesini istiyoruz.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 178)
Biz bir amaç takip ediyoruz. Bu amacımız öteden beri
muhtelif vesilelerle ifade edilmiştir. Ben şimdi de onu tekrar ediyorum: Milletin,
devletin bağımsızlığını muhafaza etmek! Bunun içinde namus ve şeref tamamen yer
alacaktır. Bağımsız olarak milletimizin belirli hudutlar dâhilindeki
tamamiyetini muhafaza etmektir. Bunun için muharebe ediyoruz. Efendiler!
Memleketimizin ellide biri değil, her tarafı tahrip edilse, her tarafı ateşler
içinde bırakılsa, biz bu toprakların üstünde bir tepeye çıkacağız ve oradan
savunma ile meşgul olacağız. Bundan dolayı iki karış yer işgal edilmiş, üç beş
köy tahrip edilmiş diye burada feryada lüzum yoktur. Ben size açık söyleyeyim;
efendiler bazı yerler işgal edilmiştir ve bunun üç misli daha işgal olunabilir.
Fakat bu işgal hiçbir vakitte bizim imanımızı sarsmayacaktır.
1920 (Atatürk’ün S.D. I, s. 78)
Birinci T.B.M.M.’inde yaptığı bir konuşmadan:
Milletimiz bugün, bütün mazisinde olduğundan daha
çok ve ecdadından daha çok ümitlidir. Bunu ifade için şunu arz ediyorum.
Kendilerinin* tâbiri veçhile cennetten vatanımıza gözcü olan merhum Kemal
demiştir ki:
Vatanın
bağrına düşman dayadı hançerini
Yok mudur
kurtaracak bahtı kara maderini
İşte bu kürsüden, bu yüce Meclis’in reisi sıfatiyle
yüksek heyetinizi teşkil eden bütün azanın her biri namına ve bütün millet
namına diyorum ki:
Vatanın
bağrına düşman dayasın hançerini
Bulunur
kurtaracak bahtı kara maderini
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 150)
5 Ağustos 1921 günü kendisine geniş yetkilerle Başkomutanlık veren
Kanun’un kabulünü takiben Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yaptığı konuşmadan:
Efendiler! Zavallı milletimizi esir etmek isteyen
düşmanları, Allah’ın yardımıyla mutlaka mağlup edeceğimize dair olan inan ve
güvenim bir dakika olsun sarsılmamıştır. Bu dakikada bu kesin inancımı yüksek
heyetinize karşı, bütün millete karşı ve bütün dünyaya karşı ilân ederim!
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s.169)
20 Eylül 1919’da Sivas’ta Amerikan Generali Harbord’la görüşmesi
esnasında, General’in “Fakat millet ve siz, her türlü çalışmada ve fedakârlıkta
bulunmanıza rağmen muvaffak olamazsanız ne yapacaksınız?” sorusuna verdiği
cevap:
Millet ve biz yok, birlik halinde millet var! Biz ve
millet ayrı ayrı şeyler değiliz. Ve şunu kesin olarak söyleyeyim ki bir millet,
varlığı ve bağımsızlığı için her şeye girişir ve bu gaye uğrunda her
fedakârlığı yaparsa, muvaffak olamaması mümkün değildir. Elbette muvaffak olur.
Muvaffak olamaz ise o millet ölmüş demektir. Şu halde, millet yaşadıkça ve her
türlü fedakârlıkta bulundukça muvaffak olamaması hatıra gelmez ve böyle bir şey
söz konusu olamaz!
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürk’le Beraber; Cilt: II, s. 346)
Birlik ve emelde kararlı ve ısrar eden millet,
mağrur ve mütecaviz her düşmanı eninde sonunda gurur ve tecavüzünde pişman
edebilir.
1920 (Nutuk II, s. 464)
Toplu bir milleti istilâ etmek, darmadağınık bir
milleti istilâ etmek gibi kolay değildir.
1919 (Atatürk’ün S.D.III, s.12)
Bizim mühim ve asıl olan vazifemiz, siyaset yapmak
değildir. Bizim ve bütün memleket ve milletin, bugün yegâne vazifesi,
topraklarımızda bulunan düşmanı süngülerimizle püskürtmektir. Bunu yapamadıkça,
siyaset mânasız bir sözden ibaret kalır. Ben, millî maksadın temini için,
yegâne çarenin, muharebe ve muharebede muvaffakiyet olduğunu söylüyorum. Bütün
kudretimizi, bütün kaynaklarımızı, bütün varlığımızı orduya vereceğiz. Gücümüzü
dünyaya tanıtacağız ve ancak ondan sonra milleti insan gibi yaşatmak mümkün
olacaktır diyorum.
1922 (Nutuk II, s. 657-658)
Memleketimizde bulunan düşmanları silâh kuvvetiyle
çıkarmadıkça, çıkarabilecek millî varlığımızı ve kudretimizi fiilen ispat
etmedikçe diploması sahasında ümide kapılmanın yeri olmadığı hakkındaki
kanaatimiz kat’i ve daimî idi. En doğru kanaatin bu olduğunu, bu olacağını,
tabiî olarak kabul etmek uygundur. Gerçekten, bugünün hayat şartları içinde bir
fert için olduğu gibi, bir millet için dahi kudret ve kabiliyetini, fiilî
eseriyle gösterip ispat etmedikçe itibar ve ehemmiyet beklemek beyhudedir.
Kudret ve kabiliyetten mahrum olanlara iltifat olunmaz. İnsanlık, adalet,
yiğitlik gereklerini, bütün bu vasıfların kendilerinde bulunduğunu gösterenler
isteyebilirler.
1927 (Nutuk II, s. 645)
Zayıf olan, kuvvetli olanın mutlaka mahkûmudur.
İnsanlık, adalet, bütün prensipler, kaideler ikinci derecede kalır. Herşeyden
evvel kuvvettir.
1920 (G.C.Z., cilt: I, s. 139)
Osmanlılar, girişecekleri askerî hareketlerin
genişliğine uygun hazırlıklı ve tedbirli davranmadıkları için, daha çok, his ve
hırslarının etkisi altında hareket ettikleri için Viyana’ya kadar gittikleri
halde, çekilmeye mecbur olmuşlardır. Ondan sonra, Budapeşte’de de duramadılar,
geri döndüler; Belgrad’ta da mağlûp ve çekilmeye mecbur edildiler. Balkanları
terk ettiler. Rumeliden çıkarıldılar. Bize, içinde henüz düşman bulunan bu
vatanı miras bıraktılar. Bu son vatan parçasını kurtarırken olsun
hırslarımızdan, hislerimizden vazgeçerek temkinli olalım. Kurtuluş için...
Bağımsızlık için eninde sonunda düşmanla bütün mevcudiyetimizde vuruşarak ona
mağlûp etmekten başka karar ve çare yoktur ve olamaz!...
1922 (Nutuk II, s. 636-637)
Birinci T.B.M.M.’nin 24 Nisan 1920 günkü gizli birleşiminde
söylemiştir:
Amacımızın, yüce amaçlarımızın elde edilişi için
düşmanlara silâh verecek her türlü husustan sakınmamız gerekir. Yalnız ve
yalnız bir şey düşünmeye mecburuz; o da memleketin kurtuluşudur! Millete
bağımsızlık temin edileceği güne kadar, bir fert olarak bütün mevcudiyetimle
çalışmaya mukaddesatım namına söz vermişimdir. Bu sözü burada tekrar etmekle
şeref kazanırım.
1920 (G.C.Z., cilt: I, s. 10)
Sinir gevşetici sözlere, telkinlere, ehemmiyet ve
itimat gösterilmemelidir. Osmanlı tarzı idare ve siyasetinin yarattığı bu nevi
zihniyetler reddedilmelidir. Ordu ile, muharebe ile, inat ile bu işin içinden
çıkılmaz tarzındaki, kaynağı dışarda bulunan öğütlere uymakla, bir vatan, bir
millet bağımsızlığı kurtulamaz. Tarih, böyle bir hadise kaydetmemiştir. Bunun
aksini düşünerek hareket edeceklerin acı neticelerle karşılaşacaklarına, şüphe
yoktur. Türkiye, işte, bu yoldaki yanlış fikirlere.. yanlış zihniyetlere sahip
olanlar yüzünden, her asır, her gün, her saat biraz daha gerilemiş, biraz daha
çökmüştür. Bu çöküş, yalnız maddiyatta olsaydı, hiçbir ehemmiyeti yoktu. Ne
yazık ki çöküş, ahlâk ve mânevî değerleri de içine almış görünüyor. Hiç şüphe
yok ki, bu büyük memleketi, bu koca milleti yok olma uçurumuna sevk eden
başlıca sebep, bu olmuştur.
1922 (Nutuk II, s.637)
Âciz ve korkak insanlar, herhangi bir felâket
karşısında milletin de hareketsiz kalmasına, çekingen bir hale gelmesine yol
açarlar. Beceriksizlik ve tereddütte, o kadar ileri giderler ki, âdeta kendi
kendilerini küçük görürler. Derler ki, biz adam değiliz ve olamayız! Kendi
kendimize adam olmamıza imkân yoktur. Biz kayıtsız ve şartsız, mevcudiyetimizi
bir yabancıya bırakalım. Balkan muharebesinden sonra milletin, bilhassa ordunun
başında bulunanlar da, başka tarzda ve fakat aynı zihniyeti takip etmişlerdir.
Türkiye’yi, böyle yanlış yollarda batma ve yok olma vâdisine sevk edenlerin
elinden kurtarmak lâzımdır. Bunun için, bulunmuş bir hakikat vardır, ona
uyacağız. O hakikat şudur: Türkiye’nin düşünen kafalarını, büsbütün yeni bir
imanla donatmak... Bütün millete taze bir manevî güç vermek!
1922 (Nutuk II, s. 637-638)
Şurada acıklı bir hakikat olmak üzere arz edeyim ki,
memleketimizde külliyetli ecnebi parası ve birçok propagandalar dolaşıyor.
Bundaki gaye pek aşikârdır ki, millî hareketi neticesiz bırakmak, millî
emelleri felce uğratmak, Yunan, Ermeni emellerini ve vatanın bazı mühim
parçalarını işgal gayelerini kolaylaştırmaktır. Bununla beraber her devirde,
her memlekette ve her zaman görüldüğü gibi bizde de kalp ve âsabı zayıf,
kavrayışsız insanlarla beraber vatansız ve aynı zamanda refah ve şahsî
menfaatini vatan ve milletinin zararında arayan adî kimseler de vardır. Doğu
işlerini çevirmede ve zayıf noktaları arayıp bulmakta pek usta olan
düşmanlarımız, memleketimizde buna âdeta bir teşkilât haline getirmişlerdir.
Fakat mukaddesatını kurtarma gayesiyle çırpınan bütün millet, işbu azim ve
mücadele yolunda her türlü güçlükleri muhakkak ve mutlaka kırıp süpürecektir.
1919 (Nutuk III, s. 930)
Birinci T.B.M.M.’nin gizli birleşiminde söylemiştir:
Efendiler, mevcudiyetimizi muhafaza için,
geleceğimizi, bağımsızlığımızı temin için, mevcut olan düşmanların emellerini
yakından biliyoruz ve düşmanların bu emellerini elde etmek için tatbik
edecekleri kuvvetleri de biliyoruz. Fakat düşmanlarımız, kendi ihtiraslarını
bizim imhamızla temin etmek için, sahip oldukları kuvvetlerden hiçbirini kullanmıyorlar.
Aksine, gayelerine erişebilmeleri için en kuvvetli keşfettikleri vasıta, yine
bizi birbirimize çarptırmaktan ibaret olmuştur. Ne yazık ki, İstanbul ortamında
düşmanlarımıza, düşmanlarımızdan daha çok hizmet edenler, maksatlarını
kolaylaştıranlar bulunuyor. İşte, asıl onların yardımı ile yazık ki,
vatanımızın bazı noktalarında milletin bütünlüğünü, dayanışmasını harice karşı
yokmuş gibi gösterecek ve memleketimiz içerisinde asayişsizliğe işaret edecek
durum vardır. Meselâ hepimizce bilinen Anzavur vaziyetini hatırlayabilirsiniz.
Anzavur, çok zamandan beri İngilizlerin parasıyla, silâhıyla, teşvikiyle ve
şüphesiz, İstanbul’da mahiyet ve ahlâklarını göstermeye çalıştığım kimselerle
beraber faaliyet gösteriyordu.
1920 (G.C.Z., cilt: I, s.7)
Seyrek olmakla beraber üzüntüyle işitiyoruz ki,
milletin tarihini okumamış veya millî histen mahrum kalmış olması lâzım gelen
bazı kişiler, yabancıların aleyhimizde ileri sürdükleri ithamları
reddetmedikten başka, vatanlarını kabahatli göstermekten çekinmiyorlar, bu
gibilere lânet!
1919 (Atatürk’ün S.D.II, S. 9-10)
Millî Mücadele’yi yapan, doğrudan doğruya milletin
kendisidir, milletin evlâtlarıdır. Millet analarıyla, babalarıyla,
hemşireleriyle mücadeleyi kendisine ülkü edindi. Biliyorsunuz ki, asırlarca
vuku bulan mücadeleler ve bunların neticeleri olarak da yüksek tarihî zaferler
vardır. Fakat o zaferlerin âmilleri kendi ülküleri olarak değil, şunun bunun
hırsı peşinde kul köle olarak bulunmuşlardır. Halbuki Millî Mücadele’de şahsî
hırs değil, millî ülkü, millî izzetinefis hakikî etken olmuştur.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s.231)
Hepinizce bilinmektedir ki, milletimiz
asırlardanberi iki kuvvetin, iki müstebit kuvvetin, iki yok edici kuvvetin
baskısı altında üzüntü ve elem duymakta idi. O kuvvetlerden birisi: Doğrudan
doğruya memleket ve milleti idare etmek iddiasında bulunan müstebitler,
ikincisi: Bütün bir emperyalist ve kapitalist âlemidir.
Asırlarca bu iki kuvvetin baskısı altında kalmış
olan millet, şüphesiz ki gayet zayıf bir haldedir. Fakat, baskıların neticesinde
büyük uyanmalar oldu. İşte, bizim milletimizde de o uyanış hasıl olmuştur ve
biz, böyle bir uyanış devrinin içinde bulunuyoruz. Gerçekten birbuçuk sene
evvel, bir sene evvel millet, aynı zamanda bu iki kuvvete karşı isyan etmiş ve
mücadeleye başlamıştır. Emperyalist kuvvetler, milletimizi, hukuk ve haysiyet
ve bağımsızlıktan mahrum ve bunları kavramayan bir hayvan sürüsü telâkki ettiği
için böyle bir sürünün elinde sayısız tabiî hazinelere malik, kıymetli ve geniş
bir memleketin bırakılmasını uygun göremezdi. Onların telâkkisine göre, bu
memleketi parçalamak ve bu memleketteki insanları esaretleri altına almak lâzım
idi. Böyle bir emel, böyle bir gaye takip ediyorlardı ve Umumî Harp’in
neticesiyle hasıl olan fırsattan istifade ederek, Mütareke ile milletin ve
ordunun elinden silâhlarını da aldıktan sonra işe girişmişlerdir. Bir taraftan
dahilde bulunan gafil veya hain kuvvetler, memleket ve milleti âdeta bu hariç
kuvvetler gibi, bu hariç görüşler gibi telâkki ediyorlardı. Bu sebeple onların
da çalışması, en hain düşmanların çalışması mahiyetinde belirtisini
göstermiştir. İşte, bundan bir sene evvelki vaziyetimiz böyle bir şekil ve renk
ve manzara gösteriyordu. Halbuki,
milletimiz hiçbir vakitte düşmanlarımızın telâkki ettiği gibi hukukuna ve
bağımsızlığına yabancı değildir. Bilâkis büyük bir aşkla ve aşkî bağ ile,
vicdanî bağ ile bağımsızlık ve haysiyetine bağlıdır ve yine milletimiz
dahildeki cahil ve gafillerin ve hainlerin telâkki ve ifade etmek istedikleri
mahiyette de değildir. İşte bir seneden beri vuku bulmakta olan savaşımlarımız
neticesinde millet, içeriye karşı, dışarıya karşı ve bütün dünyaya karşı
varlığının yüksek mahiyetini bütün delilleriyle ispat etmiş bulunuyor. Bugünkü
vaziyetimizi ifade etmek lâzım gelirse: Milletin doğal mümessillerinden kurulan
Meclis ve onun hükûmeti, istisnasız bütün memlekete hâkimdir ve egemenliğini
muhafaza etmek kuvvet ve kudretine maliktir.
1921 (Devre: 1, İçtima: 1, Toplantı :139,
I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1944)
Bilmek lâzımdır ki, ordu millî teşkilât kadrosu
haricinde değil, belki onun ruh ve esasını teşkil etmektedir.
1919 (Nutuk I, s. 350)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti’nin ordusu,
istilâlar yapmak veya saltanatlar yıkmak veya saltanatlar kurmak için şunun
bunun elinde ihtiras âleti olmaktan uzaktır. İnsanca ve müstakil yaşamaktan
başka gayesi olmayan milletin, aynı ülkü ile duygulanmış ve yalnız onun emrine
tâbi ve sadık öz evlâtlarından oluşmuş muhterem ve kuvvetli bir topluluktur.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 239)
Ordumuz, vatanımız dâhilinde bir tek düşman askeri
bırakmayıncaya kadar takip, tazyik ve taarruzuna devam edecektir.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 181-182)
Ordumuz, hayat ve haysiyet mücadelesinde milletin ve
milletin gayelerinin yegâne dayanağıdır. Ordu, kendisine düşen bu yüce görevinde
hakkıyla muvaffak olabilmesi için lâzım gelen niteliklerin birincisi, demir
gibi bir inzibattır. Orduda inzibatın yegâne belirti vasıtası aydın, kahraman,
fedakâr subaylardır.
1920 (Atatürk’ün S.D.V, s. 27)
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anadolu
köylü kadınının üstünde kadın çalışması zikretmek imkânı yoktur ve dünyada
hiçbir milletin kadını “Ben, Anadolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi
kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadınından daha fazla çalıştım,
milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim”
diyemez.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 147-148)
Belki erkeklerimiz, memleketi istilâ eden düşmana
karşı süngüleriyle, düşmanın süngülerine göğüslerini germekle düşman karşısında
hazır bulundular. Fakat, erkeklerimizin teşkil ettiği ordunun hayat
kaynaklarını kadınlarımız işletmiştir. Memleketin yaşama vasıtalarını
hazırlayan kadınlarımız olmuş ve kadınlarımız olmaktadır. Kimse inkâr edemez
ki, bu harpte ve ondan evvelki harplerde milletin yaşama kabiliyetini tutan,
hep kadınlarımızdır. Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi
getiren, ürünleri pazara götürerek paraya çeviren, aile ocaklarının dumanını
tüttüren, bütün bunlarla beraber, sırtıyla, kağnısıyla, kucağındaki yavrusuyla,
yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip cephenin harp malzemesini taşıyan
hep onlar, hep o yüce, o fedakâr, o kutsal Anadolu kadınları olmuştur. Bundan
ötürü hepimiz, bu büyük ruhlu ve büyük duygulu kadınlarımızı şükran ve minnetle
edebiyen analım ve kutlayalım.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 148)
Ben, memleket ve milleti düştüğü felâketten
çıkarabileceğim inancıyla Anadolu’ya geçtiğim ve amacın gerektirdiği
teşebbüslere giriştiğim zaman cebimde, emrimde beş para olmadığını
söyleyebilirim. Fakat, parasızlık benim milletle beraber atmaya muvaffak
olduğum hedefe yönelik adımları durdurmaya değil, zerre kadar azaltmaya dahi
sebep teşkil edememiştir. Yürüdük, muvaffak olduk; yürüdükçe, muvaffak oldukça
maddî güçlükler, kendiliğinden ortadan kalktı. Ankara’da, mukaddes topraklarımızı
her taraftan sarmış ve fiilen işgal etmiş düşman ordularını, bu mukaddes
topraklardan atmak imkânından bahsettiğim zaman bana, en şuurlu, ileri görüşlü
oldukları iddia olunan kimseler, bütün bu teşebbüslerin paraya bağlı olduğundan
bahsediyor ve “Ne kadar paran vardır?” veya “Nereden, nasıl para bulabilirsin?”
gibi sualler soruyorlardı. Benim verdiğim cevap şu idi: “Türk milleti kendi
hayat ve kurtuluşuna yönelmiş olduğuna kanaat edeceği teşebbüsleri
başarabilecek bir kudrete maliktir. Bu teşebbüsün ciddiyetine kanaati halinde
onun gerektirdiği kadar servet kaynağını, işe girişenlerin emrine hazır hale
koyar”. Bu dediklerim, sözden işe geçmiş hakikatler değil midir? Bu noktada
hemen şunu da ilâve edeyim ki, Ankara’da ilk millî hükûmet kurulduğu zaman
etraf ve çevrelerin tereddüdünden bahsetmeyeceğim. Fakat, o hükûmeti teşkil
eden kimselerin dahi bana “Hükûmet teşekkül etti. Fakat devlet ve hükûmeti
idare için nereden para alacağız?” dediklerini hatırlarım. Verdiğim cevap pek
sade olmuştur: “Çalışmalarınız, devleti, milleti kurtarmaya yönelmişse ve bu
çalışma hedefiniz büyük Türk milletince belli olunca sualiniz tekrar
etmeyecektir. Türk milleti, kendisi için, kendi geleceği ve kurtuluşu için
çalışan müteşebbisleri, heyetleri güçlükler karşısında bırakmayacak kadar
yüksek vatanseverlik ve yüksek şeref hisleriyle donanmıştır”.
1926 (Atatürk’ün B.N., s. 103-104)
Gelir kaynaklarımızla ne yapabileceğimiz hakkındaki
endişe, belki herkesten ziyade beni meşgul etmektedir. Yalnız, ben, ordumuzun
mevcudiyet ve kuvvetini, paramızla orantılı bulundurmak görüşünü kabul
edenlerden değilim: “Paramız vardır, ordu yaparız; paramız bitti, ordu
dağılsın...” Benim için böyle bir mesele yoktur; ister olsun ister olmasın,
ordu vardır ve olacaktır. Bu noktada bir hâtıramı da canlandırayım; ben ilk
defa bu işe başladığım zaman, en akıllı ve düşünür sayılan birtakım kişiler
bana sordular: “Paramız var mıdır? Silâhımız var mıdır?” Yoktur, dedim. O
zaman, “ O halde ne yapacaksın?” dediler. “Para olacak, ordu olacak ve bu
millet bağımsızlığını kurtaracaktır!” dedim. Görüyorsunuz ki hepsi oldu ve
olacaktır. Bir takım Efendiler de , Başkumandan, millete angarya yaptırıyor
demişler, halbuki kanunun memlekette angaryayı menettiğinden bahsetmişler. Bu
doğrudur Efendiler; fakat ihtiyaç, tehlike, bize her şeyi meşru göstermektedir.
Ordunun ihtiyaçları, millete angarya yaptırmayı gerektiriyorsa bunu yapıyoruz
ve en doğru kanun, budur. Milletin ve ordunun mağlûp olmaması için, kanun buna
mânidir diye, lüzumlu gördüğüm tedbiri almakta tereddüt etmeyeceğim.
1922 (Nutuk II, s. 659)
Türkiyenin bugünkü mücadelesinin yalnız Türkiye’ye
ait olmadığını, bütün arkadaşlarımız ifade etmiş iseler de,bunu bir defa daha
doğrulamak lüzumunu hissediyorum. Türkiyenin bugünkü mücadelesi, yalnız kendi
nam ve hesabına olsaydı belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk
bitebilirdi. Türkiye, büyük ve mühim bir gayret sarfediyor. Çünkü müdafaa
ettiği, bütün mazlum milletlerin, bütün doğunun davasıdır ve bunu nihayete
getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle beraber olan doğu milletlerinin beraber
yürüyeceğinden emindir. Türkiye, şimdiye kadar mevcut tarih kitaplarının
gereklerini değil, tarihin hakikî gereklerini takip edecektir. Gerçekten,
mevcut tarihlerin kaydettiği hadiseler, milletlerin hakikî fikirleri, emelleri,
hareketleri değildir.
Doğu milletleri, kendi
iradeleri, kendi hisleriyle hareket etmiyorlardı.Onların başında birtakım
müstebit, keyfi hareket eden çarlar, hüdavendler vardı. Tarihte yazılanlar,
daha çok onların hırslarını tatmin için yaptıkları olaylardır.Biz onların
hepsini yırtacağız, yeni bir tarih yapacağız.
1922 (Atatürk’ün S.D. II, s. 40)
Biz, haddimizi bilir kimseleriz. Erişilmez emel
sahibi değiliz. Bugün, esaret acıları altında inleyen birçok dindaşlarımız
vardır. Bunlar için de, kendi muhitlerinde bağımsızlıklarını kazanmaları ve tam
bağımsızlık ile memleketlerinin refah ve yükselmesine gayret sarfetmeleri en
büyük temennilerimizdendir.
1922 (Atatürk’ün S.D. II, s. 54)
İstanbul’un, 16 Mart 1920’de İtilâf Devletleri tarafından işgali üzerine,
çeşitli millet temsilcilerine gönderdiği protesto’dan:
Osmanlı Devleti’nin siyasî hâkimiyet ve hürriyetine
yöneltilen bu son darbe, hayat ve mevcudiyetini, ne pahasına olursa olsun
müdafaa etmeye azmetmiş olan biz Osmanlılardan ziyade, yirminci medeniyet ve
insaniyet asrının mukaddes saydığı bütün esaslara, hürriyet, milliyet, vatan
duyguları gibi bugünün insan cemiyetine esas olan bütün kurallara ve bu
kuralları koyan insanlığın umumî vicdanına yöneliktir.
1920 (Nutuk I, s. 417)
BAĞIMSIZLIK
Tam Bağımsızlık,bizim bugün üzerimize aldığımız vazifenin
temel ruhudur. Bu vazife, bütün millete ve tarihe karşı üstlenilmiştir. Bu
vazifeyi yüklenirken, tatbik kabiliyeti hakkında şüphe yok ki çok düşündük.
Fakat, netice olarak edindiğimiz görüş ve iman, bunda, muvaffak olabileceğimize
dairdir. Biz, böyle işe başlamış adamlarız. Bizden evvelkilerin işledikleri
hatalar yüzünden, milletimiz sözde mevcut zannolunan bağımsızlığında kayıtlı
bulunuyordu. şimdiye kadar Türkiye’yi, medeniyet dünyasında kusurlu gösteren
neler düşünülebilirse hep bu hatadan ve bu hataya uymadan doğmaktadır. Bu
hataya uyma neticesi, mutlaka, memleket ve milletin bütün haysiyetinden ve
bütün yaşama kabiliyetinden soyunma ve uzaklaşmasını gerektirebilir. Biz,
yaşamak isteyen, haysiyet ve şerefiyle yaşamak isteyen bir milletiz. Bir hataya
uyma yüzünden bu özelliklerden mahrum kalmaya tahammül edemeyiz. Bilgin, cahil,
istisnasız bütün millet fertleri, belki içinde bulundukları güçlükleri tamamen
anlamaksızın, bugün yalnız bir nokta etrafında toplanmış ve fakat sonuna kadar
kanını akıtmaya karar vermiştir. O nokta, tam bağımsızlığımızın temini ve devam
ettirilmesidir.
Tam bağımsızlık denildiği zaman, elbette siyasî, malî,
iktisadî, adlî, askerî, kültürel ve benzeri her hususta tam bağımsızlık ve tam
serbestlik demektir. Bu saydıklarımın herhangi birinde bağımsızlıktan
mahrumiyet, millet ve memleketin gerçek mânasıyla bütün bağımsızlığından
mahrumiyeti demektir. Biz, bunu temin etmeden barış ve sükûna erişeceğimiz
inancında değiliz.
1921
( Nutuk II, s. 623-624)
Bağımsızlık ve hürriyetlerini her ne pahasına ve her ne
karşılığında olursa olsun zedeleme ve kısıtlamaya asla müsamaha etmemek;
bağımsızlık ve hürriyetlerini bütün mânasıyla koruyabilmek ve bunun için
gerekirse, son ferdinin son damla kanını akıtarak insanlık tarihini şanlı örnek
ile süslemek; işte, bağımsızlık ve hürriyetin hakikî mahiyetini, geniş
mânasını, yüksek kıymetini, vicdanında kavramış milletler için temel ve ölmez
prensip! Ancak bu prensip uğrunda her türlü fedakârlığı, her an yapmaya hazır
milletlerdir ki, devamlı olarak insanlığın hürmet ve saygısına lâyık bir
topluluk olarak düşünülebilirler.
1928
(Atatürk’ün S.D. II, s.249)
Bağımsızlığı için ölümü göze alan millet, insanlık haysiyet
ve şerefinin icabı olan bütün fedakârlığı yapmakla teselli bulur ve elbette
esaret zincirini kendi eliyle boynunu geçiren miskin, haysiyetsiz bir millete
göre dost ve düşman nazarındaki yeri, farklı olur.
1927
(Nutuk I, s. 13-14)
Gerçekten tam azim ve israr ile sürdürülen ve müdafaa edilen
bağımsızlık, hak ve hürriyet davalarının muvaffakiyetini kökünden menedecek
hiçbir kuvvet tasavvur edilemez.
1922
(Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 479)
Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet
olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam bağımsızlığa sahip olmakla temin
olunabilir. Ne kadar zengin ve refaha kavuşturulmuş olursa olsun,
bağımsızlıktan mahrum bir millet, medenî insanlık karşısında uşak olmak
mevkiinden yüksek bir muameleye lâyık olamaz. Yabancı bir devletin himaye ve
desteğini kabul etmek, insanlık özelliklerinden mahrumiyeti, beceriksizlik ve
miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten bu aşağı dereceye
düşmemiş olanların isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla
ihtimal verilemez.
Halbuki, Türk’ün haysiyet ve onur ve kabiliyeti çok yüksek
ve büyüktür. Böyle bir millet, esir yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Bundan
ötürü, ya bağımsızlık, ya ölüm!
1919
(Nutuk I, s. 13)
Türkiye halkı, asırlardan beri hür ve bağımsız yaşamış ve
bağımsızlığı bir yaşama gereği saymış bir milletin kahraman evlâtlarıdır. Bu
millet, bağımsızlıktan uzak yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır!
1922
(Atatürk’ün S.D. II, s. 35)
Arzumuz, dışarda bağımsızlık, içerde kayıtsız ve şartsız
millî egemenliği korumadan ibarettir. Millî egemenliğimizin hatta bir zerresini
bozmak niyetinde bulunanların kafalarını parçalayacağınızdan eminim.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 71-72)
Biz “Barış istiyoruz” dediğimiz zaman “Tam bağımsızlık
istiyoruz” dediğimizi herkesin bilmesi lâzımdır. Bunu istemeye hakkımız ve kudretimiz
vardır. On sene, yirmi sene sonra aşağı görülerek ölmektense, şimdiden şeref ve
haysiyetle ölmeyi üstün tutmalıyız.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, 89)
Türkiye Devleti’nin bağımsızlığı mukaddestir. O, ebediyen
sağlanmış ve korunmuş olmalıdır.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 307)
MİLLİ
EGEMENLİK
“Kayıtsız şartsız” tabiriyle belirtilen
egemenliği, milletin üzerinde tutmak demek, bu egemenliğin bir zerresini,
sıfatı, ismi ne olursa olsun, hiçbir makama vermemek, verdirmemek demektir.
Bununla kastettiğim mânayı kolaylıkla anlayabilirsiniz.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 80)
Süngü ile, silâhla, kanla elde
ettiğimiz zaferden sonra, kültür, ilim, fen, ekonomi gibi alanlarda zafer
kazanmak için çalışacağız. Milleti refah ve mutluluğa götürecek bu alanlarda
güvenle, başarıyla yürüyebilmek ise, yalnız bir şarta bağlıdır. Bu şart
bulunmazsa o alanlarda başarımız imkânsızdır. Bu şart şudur: Milletin, doğrudan
doğruya kendi egemenliğine kendisinin sahip olmasıdır!
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s.135)
Toplumda en yüksek hürriyetin, en
yüksek eşitlik ve adaletin devamlı şekilde sağlanması ve korunması, ancak ve
ancak, tam ve kesin anlamıyla millî egemenliğin kurulmuş bulunmasına bağlıdır.
Bundan ötürü hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası, millî
egemenliktir. Toplumumuzda, devletimizde hürriyet sonsuzdur. Ancak, onun
hududu, onu sonsuz yapan esasın korunmasıyla mevcut ve çevrilidir. Bir insan,
belki kendi arzusuyla şahsî hürriyetini yok etmek ister; fakat bu teşebbüs koca
bir milletin hayatına ve hürriyetine zarar verecekse, muazzam ve şerefle dolu
bir millet hayatı bu yüzden sönecekse ve o milletin çocukları ve torunları bu
yüzden yok olacaksa bu teşebbüsler hiçbir vakit meşru ve kabule değer olamaz.
Ve hele böyle bir hareket hiçbir vakit hürriyet namına müsamaha ile telâkki
edilemez. Hiç şüphe yok, devletimizin ebedî müddet yaşaması için,
memleketimizin kuvvetlenmesi için, milletimizin refah ve mutluluğu için,
hayatımız, namusumuz, şerefimiz, geleceğimiz için ve bütün kutsal kavramlarımız
ve nihayet her şeyimiz için mutlaka en kıskanç hislerimizle, bütün
uyanıklığımızla ve bütün kuvvetimizle millî egemenliğimizi muhafaza ve müdafaa
edeceğiz.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 298)
Millî emeller, millî irade, yalnız bir şahsın düşüncesinden
değil, bütün millet fertlerinin arzularının, emellerinin birleşmesinden
ibarettir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 95)
Egemenlik, kayıtsız ve şartsız milletindir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s.58)
Kuvvet birdir ve o, milletindir.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 389)
Egemenlik, hiçbir mâna, hiçbir şekil ve hiçbir renkte ve
belirtide ortaklık kabul etmez.
1922
(Nutuk II, s.700)
Millet önünde, onun bağımsızlığının temini önünde, onun
liyakat, ilerleme ve yenileşmesi önünde her kuvvet, ancak milletin irade ve
emeline uymak suretiyle yaşayabilir. Milletin irade ve emeline uymayanların
talihi acıdır, yok olmaktır.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 299)
Millî egemenlik öyle bir nurdur ki, onun karşısında
zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine
kurulmuş müesseseler, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar.
1929
(Atatürk’ün B.N., s. 82-83)
Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün
fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet kendi kuvvetine
dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse şunun, bunun oyuncağı
olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız,
buna pek güzel delildir. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve
millî iradenin hâkim olması esası kabul edilmiştir. Bugün, bütün cihanın
milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Millî egemenlik!
1920
(Nutuk III, s. 1185)
Dünyanın belli başlı milletlerini esaretten kurtarmak için
egemenliklerine kavuşturan büyük fikir akımları, köhne müesseselere ümit
bağlayanların, çürümüş idare usullerinde kurtuluş kuvveti arayanların amansız
düşmanıdır.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 309)
Yalnız bildiğim ve bilinmesi lâzım gelen bir hakikat varsa,
o da milletimiz, hiçbir kimsenin uygun görmesine lüzum görmeden, uygun
görmeyenlere karşı isyan ederek, millî egemenliğimizi ele almış ve öylece
kullanmakta bulunmuştur.
1921 (Neşet Halil, Büyük Mec-
lis ve İnkılâp, Ankara 1933)
Millî egemenliğimiz için tehlike yoktur ve olamaz! Çünkü
milletimiz asırların çok acı darbelerle, çok acı felâketlerle vermiş olduğu
derslerden tamamiyle uyanmıştır. Bu uyanışı da fiilen ispat etmiştir. Artık bu
milleti gaflete, bilgisizliğe götürmenin imkânı kalmamıştır. Milletimiz, en
hakikî düsturunu bizzat eline almıştır. Bu düstura dayalı hükûmet şeklini,
hükümet yapısını tespit etmiştir.
1923
(Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan,
Milliyet gazetesi, 26. 12. 1929)
Arkadaşlar! Türkiye Devleti’nde ve Türkiye Devleti’ni kuran
Türkiye halkında tacidar yoktur, diktatör yoktur! Tacidar yoktur ve
olmayacaktır; çünkü olamaz!
Bütün cihan bilmelidir ki, artık bu devletin ve bu milletin
başında hiçbir kuvvet yoktur, hiçbir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır, o
da millî egemenliktir. Yalnız bir makam vardır, o da milletin kalbi, vicdanı ve
mevcudiyetidir.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 300)
Yeni Türkiye Devleti’nde saltanat, millettedir.
1923
(Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan,
Milliyet gazetesi, 26. 12. 1929)
Egemenlik mutlaka milletin elinde olmalıdır! Egemenliğine
sahip olmayan bir insan veya bir toplum, hiçbir vakit iradesini kullanamaz.
Egemenliğini herhangi birisine bırakan bir insan, kendi iradesinin
kullanılacağından ve uygulanacağından emin olamaz. fiimdiye kadar milletimizin
başına gelen bütün felâketler, kendi kader ve mükadderatını, başka birisinin
eline terk etmesinden kaynaklanmıştır.
1923
(Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)
Halk, millî egemenliği benimsemeli ve memlekette yegâne
hâkim ve âmilin kendisinden ibaret olduğunu unutmamalıdır.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s.53)
Kurtuluş kuralımız olan Misak-ı Millî’yi tarih sayfasına
yazan, milletin demir elidir. Elde edilecek neticeye de milletin kendisi gözcü
olacaktır. Millet, yalnız kendi kolları ve kendi kanıyla değil, aynı zamanda
kendi başı ve kendi dimağiyle kazandığı egemenlik ve bağımsızlık cevherini, son
felâkete kadar büyük bir saflık ve dalgınlıkla kendisine rehber tanıdığı ve
derin bir teslimiyetle hayatını koruyucu saydığı şahıs ve yönetim şekillerine
artık emniyet edemez. Millet, bundan sonra, hayatına, bağımsızlığına ve bütün
varlığına bizzat kendisi gözcü olacak ve vatanın her tarafında yine yalnız
kendisi ve kendi iradesi egemen olacaktır.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 296-297)
Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının ruhu, millî
egemenliktir. Milletin kayıtsız şartsız egemenliğidir. Bir milletin
egemenliğini anlayabilmesi ve onu güvenle koruyabilmesi, birtakım hususi
vasıflara ve üstün terbiyeye sahip olmasına bağlıdır. Bir milletin ki siyasî
terbiyesinde, sosyal terbiyesinde, vatan sevgisinde noksan vardır, öyle bir
millet, egemenliğini lüzumu derecede kuvvetle elinde tutamaz.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 299-300)
Hadiseler ve tarihî tecrübelerimiz bize, milleti koyun
sürüsü halinde keyfin, arzu ve ihtirasların ve hiçbir suretle tatmin edilemeyen
menfaatlerin elde edilişine sürüklemekle yok olmasına sebep duruma sokan idare
tarzlarının, artık memleketimizde tatbik yeri kalmadığını göstermiştir. Millet,
egemenliğini değil, egemenliğin bir zerresini dahi başkasına terk edip
bırakmanın sebep olabileceği felâketin, yok olmanın, zararın elemini her an
kalp ve vicdanında hissetmektedir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 57-58)
Egemenliğine doğrudan doğruya sahip olmanın kıymetini pek
iyi anlayan ve pek iyi bilen millet, bu mukaddes egemenliğine karşı
başgösterecek her tehlikeyi kahredecektir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 135)
Millî egemenlik uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve
namus borcu olsun!
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 76)
Kendilerine bir milletin talihi bırakılan adamlar, milletin
kuvvet ve kudretini, yalnız ve ancak yine milletin hakikî ve elde edilmesi
mümkün menfaatleri yolunda kullanmakla görevli olduklarını bir an hatırlarından
çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi zapt ve işgal
etmek, o memleketin sahiplerine hâkim olmak için kâfi değildir. Bir milletin
ruhu zaptolunmadıkça, bir milletin azim ve iradesi kırılmadıkça, o millete
hâkim olmanın imkânı yoktur. Oysa ki asırların getirdiği bir millî ruha, hiçbir
kuvvet mukavemet edemez.
Mahkûm olmak istemeyen bir milleti, esareti altında tutmaya
gücü yetecek kadar kuvvetli müstebitler, artık dünya yüzünde kalmamıştır.
1924
(Atatürk’ün B.N., s. 81)
Nihayetsiz bir hürriyet düşünülemez. Hakların en büyüğü olan
hayat hakkı bile mutlak değildir; intihara karar veren bir kimsenin cürmünün
neticesi, hududu yalnız şahsına ait olduğu halde polis onu men ile görevlidir.
Aynı kimsenin aynı hareketini biraz daha büyük ölçüde tasavvur eder ve
düşündüğümüz cürmü bir şahıstan, bir aileye kadar uzatırsak müteşebbisin
durumu, derhal zalim bir cani manzarası gösterir. Bu sebeple millî egemenlik
düşmanlığı, müstesna bir saygı ve şeref mevkiine sahip bulunan bir milletin her
şeyine, bir anda kastetmek cürmünden başka bir şey değildir.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 298)
23 Nisan, Türkiye millî tarihinin başlangıcı ve yeni bir
dönüm noktasıdır. Bütün bir düşmanlık cihanına karşı ayağa kalkan Türkiye
halkının, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirmek hususunda gösterdiği
harikayı ifade eder.
1922
(Atatürk’ün S.D.V, s. 96)
Büyük Millet Meclisi, Türk milletinin asırlar süren
arayışlarının özü ve onun bizzat kendisini idare etmek şuurunun canlı bir
timsalidir. Türk milleti, mukadderatını Büyük Millet Meclisi’nin kifayetli ve
vatanperver eline bıraktığı günden itibaren karanlıkları sıyırıp kaldırmış ve
ümitleri boğan felâketlerden milletin gözlerini kamaştıran güneşler ve zaferler
çıkarmıştır.
1927
(Atatürk’ün S.D.I, s.340-341)
Her şey, Ankara Millî Meclisi’nin
elindedir. Bu Meclis’in gayesi, millî sınırlar içinde millî bağımsızlığı
temindir. Türk milleti, bir müstakil mevcudiyet dairesinde hukukunun
onaylanmasından başka bir şey istememektedir.
1921
(Atatürk’ün S.D.V, s.82)
Osmanlı Devleti, yazık ki ölmüştür; Babıâli Hükûmeti, yazık
ki ölmüştür. Affedersiniz, hata ettim! Yazık ki demeyecektim, iftihara değer ki
ölmüştür. Çünkü, onlar ölmeseydi milleti öldüreceklerdi. Sonra, devamlı olarak
hakaret ve tecavüze maruz bırakılan meclis-i mebusanlar da ölmüştür. Onun
yerini meclis-i mebusan değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi almıştır.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 88)
Efendiler! Millet bizi buraya gönderdi.
Fakat, ömrümüzün sonuna kadar biz burada ve bu milletin idaresini ve
egemenliğini, miras kalmış mal gibi temsil etmek için toplanmış değiliz ve sizi
toplamak ve dağıtmak kudretine hiç kimse sahip değildir. Millet bilmelidir ki,
bir günde vekillerini toplar ve gönderir. Burayı, hiçbir kimsenin kayıt ve
şarta bağlamaya hak ve salâhiyeti yoktur ve olmamalıdır.
1921 (Devre: I, İçtima: 2, Toplantı: 120,
I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1958)
Efendiler! insanlar kuvvet kullanmaya
ve özellikle başkalarının kuvvetini kullanmaya doğuştan mütemayil oldukça, bu
kaideyi çok kıskanç olarak muhafaza etmekte direnmelisiniz. fiimdiye kadar bu
milletin meclisinin devam edememesi, bu “Gerektiğinde Meclis’in feshi” kaydının
bu yapraklarda, bu kitaplarda ve bu dünyada mevcudiyetinden doğmuştur. Bu yetkiyi
istediğiniz heyete veriniz, mutlaka suiistimal eder. Padişahlar, işte bu
noktaya dayanarak, milletimizin meclislerini hor göre göre kovmuşlardır. Bu
sebeple böyle bir kayıt ve şartın, Anayasa’da hiçbir vakit de yeri
olmayacaktır.
1921 (Devre: I, İçtima: 2, Toplantı: 120,
I. T.B.M.M. Zabıt Cerideleri, 1958)
Cihan tarihinde bir Cengiz, bir Selçuk, bir Osman Devleti
tesis eden ve bunlarını hepsini hadiselerle tecrübe eyleyen Türk milleti, bu
defa doğrudan doğruya kendi nam ve sıfatında bir devlet tesis ederek, bütün
felâketlerin karşısında, doğuştan taşıdığı kabiliyet ve kudretle yerini aldı.
Millet,mukadderatını doğrudan doğruya eline aldı ve millî saltanat ve
egemenliğini bir şahısta değil, bütün fertleri tarafından seçilmiş vekillerden
meydana gelen bir yüce mecliste temsil etti. İşte o Meclis, Yüce Meclisinizdir,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir ve bu egemenlik makamının hükûmetine, Türkiye
Büyük Millet Meclisi Hükûmeti derler. Bundan başka bir saltanat makamı, bundan
başka bir hükûmet heyeti yoktur ve olamaz.
1922
(Nutuk III, s. 1250)
Bir kelime ile ifade etmek lâzım gelirse, diyebiliriz ki
yeni Türkiye Devleti, bir halk devletidir, halkın devletidir. Mazi müesseseleri
ise bir şahıs devleti idi, şahıslar devleti idi. Bir milletin yeryüzünden
tamamen silinmesi için, bir milletin insanlık topluluğundan tamamen çözülüp
dağıtılabilmesi için Nuh Tufanı kadar harikulâde felâketler ve hadiseler
lâzımdır. Fakat şahıslar, kendiliğinden yok olmaya mahkûmdur. Bundan ötürü halk
müessesesi ile şahıs müessesesi arasında yaşama ve son bulma oranları da bunun
aynıdır.
1923
(Atatürk’ün S.D. I, s. 309)
Bugünkü mevcudiyetimizin asıl niteliği, milletin umumî
eğilimlerini ispat etmiştir, o da halkçılıktır ve halk hükûmetidir.
1920
(Atatürk’ün S.D. I, s. 87)
Dahilî siyasetimizde özelliğimiz olan halkçılık, yani
milleti bizzat kendi mukadderatına hâkim kılmak esası, Anayasamızla tespit
edilmiştir.
1921
(Atatürk’ün S.D. I, s. 161)
Bugün, hakkıyla iftihar edebileceğimiz bütün başarıların
sırrı, yeni Türkiye Devleti’nin kuruluşundadır.
1923
(Atatürk’ün S.B. I, s. 309)
Yeni Türkiye’nin, eski Türkiye ile hiçbir alakası yoktur.
Osmanlı Hükûmeti tarihe geçmiştir.fiimdi yeni bir Türkiye doğmuştur. Gerçi
millet değişmemiştir; aynı Türk unsuru bu milleti teşkil ediyor. Ancak, idare
tarzı değişmiştir.
1922
(Atatürk’ün S.D. III, s. 51)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, bir halk hükûmetidir.
Memleket menfaatlerine ait hususlarda millet fertleriyle hükûmet arasında
vazife itibariyle iştirak vardır.
1921
(Atatürk’ün T.T.B., IV,s 421)
Herkesin açık olarak bilmesi lâzımdır ki, bugünkü Türkiye
halkı, asırlarca kendi iradesini ve kendi idaresini başkasının elinde görmeye
tahammül eden halk değildir ve asıl bilinmesi lâzım gelen cihet de, bugünkü
Türkiye halkının ve hükûmetinin tükenmez emeller peşinde koşup kendi evini
unutan ve harap bırakan sergüzeştçi insanlardan olmadığıdır. Bu sebeple, tam
bir kesinlikle söyleyebilirim ki hükûmetimiz zafer sevinciyle gerçek ve hayatî
menfaatlerini unutacak kadar kendinden geçmemiştir.
1922
(Atatürk’ün S.D. II, s.41)
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmeti, millîdir; tamamiyle
maddîdir; gerçekçidir. Kuruntuya dayanan ülküler arkasında, o ülkülere erişmek
için değil, fakat ulaşmak hulyasıyla milleti kayalara çarparak, bataklıklara
batırarak en nihayet kurban ederek mahvetmek gibi cinayetten kaçınan bir
hükûmettir. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bütün programlarının dayanağı şu
iki esastır: Tam bağımsızlık, kayıtsız ve şartsız millî egemenlik. Birinci
dayanağının ifadesi “Misak-ı Millî”dir. İkinci ve hayatî olan dayanağının
ifadesi “Anayasa”dır. Millet, Misak-ı Millî’nin anlamını seçkin evlâtlarından
teşkil ettiği kahraman ordularıyla eser olarak elde etmiştir. Anayasa’nın asıl
ruhu ise, bu kanunun kitaplara geçmesinden evvel milletin kafasında ve vicdanında
yoğunlaşmış olmasıyla ve ancak bunun ifadesi olmak üzere kurduğu Meclis’e
verdiği temel vazife ile ve senelerden beri hükümlerini fiilen uygulamakta
olmasıyla ve en nihayet kanun şeklinde bütün dünyaya göstermesiyle
gerçekleşmiştir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 58)
Birinci İnönü Meydan Muharebesi, inkılâp tarihimizin
çok mühim, çok verimli bir sayfasıdır. Gelecek nesiller ve bütün dünya bu
sayfayı araştırıp inceledikçe, Türk inkılâbını yapan bugünkü Türk ordusunu ve
bu orduyu bağrından çıkaran bugünkü Türk topluluğunu, elbette saygı ile anacak
ve takdir edecektir.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 205)
Yaşama ve bağımsızlık gayemiz, istilâ ve tecavüz
hırsıyla çarpışıyordu. Nihayet Ocak ayının onbirinci günü sabahı muharebe
meydanı, meşru gayenin zafer fecrine bir belirti alanı oldu. Yeni Türkiye
Devleti’nin küçük, fakat millî ülkülü genç ordusu, en dar bir hesapla üç misli
düşmanı İnönü Meydan Muharebesi’nde mağlup etti. Strateji sanatının en nazik
gereklerini isabetle uyguladı. Yeni Türkiye Devleti’nin bağımsızlık tutkusu,
mütevazı bir varlık içinde söndürülmesi imkânsız bir ateşin imha edici
alevleriyle kendini ve yeni devletin yapısındaki manevî sağlamlığı Birinci
İnönü Meydan Muharebesi’nde dünyaya ispat etti.
1924 (Atatürk’ün S.D.III, s. 73)
Birinci İnönü muharebe meydanının ufuklarında
yükselen zafer güneşi, Türk milletinin yüksek fazilet ve mâneviyatının
belirtisidir. Bu doğuş karşısında, büyük bozgunlar oldu! Birinci İnönü Zaferi,
İkinci İnönü Zaferinin, Sakarya büyük kanlı savaşının ve en nihayet Türk
vatanının, Türk bağımsızlığının ilk zafer müjdecisi olmuştur. Bu sebeple
Birinci İnönü Meydan Muharebesi’ni kazanan Türk ordusunun bütün mensupları,
dünya tarihinde unutulmaz şanlı bir menkıbe sahibi olarak edebiyen
yaşayacaklardır.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 206)
İkinci İnönü Muharebesi, milletimizin davasındaki
isabet ve kutsallığı bütün dünyaya duyurdu. Yunan iddialarındaki sahtelik de
bütün dünyaca anlaşıldı. ..Yunanlılar, meselenin tahmin ettikleri kadar basit
olmadığını İkinci İnönü Muharebesi’nde anladılar. Bunun üzerine genel
seferberlik şeklinde esaslı bir surette tedbirlere başvurdular. Bütün
ordularıyla ciddî bir sefere karar verdiler.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 234)
İkinci İnönü Zaferi üzerine, Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’ya gönderdiği
telgraf:
Bütün dünya tarihinde, sizin
İnönü Meydan Muharebelerinde yüklendiğiniz vazife kadar ağır bir vazife
yüklenmiş komutanlar enderdir. Milletimizin bağımsızlığı ve hayatı, dâhiyane
idareniz altında şerefle vazifelerini gören komuta ve silâh arkadaşlarınızın
kalp ve hamiyetine büyük güvenle dayanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil,
milletin ters giden talihini de yendiniz. İstilâ altındaki bedbaht
topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi
kutluyor. Düşmanın istilâ hırsı, azim ve hamiyetinizin yalçın kayalarına başını
çarparak paramparça oldu.
Adınızı, tarihin iftihar
kitabesine kaydeden ve bütün milleti hakkınızda ebedî minnet ve şükrana sevk
eden büyük gaza ve zaferinizi tebrik ederken, üstünde durduğunuz tepenin size
binlerce düşman ölüleriyle dolu bir şeref meydanı seyrettirdiği kadar,
milletimiz ve kendiniz için yükselme pırıltısı ile dolu bir geleceğin ufkuna da
baktığını ve hâkim olduğunu söylemek isterim.
1921 (Nutuk II, s. 580-581)
Türkiye Büyük Millet Meclisi ordusunun Sakarya’da
kazanmış olduğu meydan muharebesi, pek büyük bir meydan muharebesidir. Harb
tarihinde benzeri belki olmayan bir meydan muharebesidir. Büyük meydan
muharebelerinden biri olan Mukden Meydan Muharebesi dahi yirmibir gün devam etmemiştir.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 177)
Afyon*, kat’i neticeyi
teminde çok hesaplı ve belki bu itibarla daha büyük harekâta sahne olmuş ise de
Sakarya’nın kıymet ve azameti hiçbir zaman eksilmez. Gerçi, Sakarya da hesapsız
bir meydan muharebesi değildi. Fakat bunun hesabı yalnız çok büyük milletimizin
yurtseverlik ve yüceliğine dayandırılmıştı. Millet, kendisinde mevcudiyetine
emin bulunduğumuz bu yurtseverlik ve yüceliği fazlasıyla gösterdi. Büyük Millet
Meclisi’nin verdiği salâhiyetlerle donanmış Başkomutan, bir iki beyanname ile
millete vaziyeti ve vazifeleri ihtar etti. Bu hitap, bütün bir milleti, bütün
bir hükûmet teşkilâtını şahlandırmaya kifayet etti. O zaman her taraftan
koşuldu ve ancak böylelikledir ki
Sakarya’da Türk tarihinin harikası gerçekleşti.
1924 (Atatürk’ün S.D.V,s. 104)
Subaylarımızın kahramanlıkları hakkında söyleyecek
söz bulamam, yalnız ifadede isabet edebilmek için diyebilirim ki, bu muharebe
subay muharebesi olmuştur. Bu sebeple subay arkadaşlarımın en ufak
rütbelisinden en büyük rütbelisine kadar kıymet ve fedakârlıklarını bütün kalp
ve vicdanımla ve takdirlerle anarım. Fertlerimizi övüşten, övmeden çok yüksek
görürüm. Zaten bu milletin evlâdı başka türlü tasavvur edilemez. Bu milletin
evlâtlarının fedakârlıkları, kahramanlıkları için ölçü bulunamaz. Askerlerimiz
hakkında yeni bir şey ilâve etmek isterim: Kahraman Türk askeri, Anadolu
muharebelerinin mânasını anlamış, yeni bir ülkü ile muharebe etmiştir. Böyle
evlâtlara ve böyle evlâtlardan mürekkep ordulara malik bir millet, elbette
hakkını ve bağımsızlığını bütün anlamıyla muhafaza etmeğe muvaffak olacaktır.
Böyle bir milleti bağımsızlığından mahrum etmeye kalkışmak hayal ile vakit
geçirmektir.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 178)
Arkadaşlar! Topçularımız bu mevzilere gece geldiler
ve karanlık içinde mevzi aldılar ve fecirle beraber bütün dünyanın gözleri
açıldığı zaman, ateşe başladılar. Tam bir takdir ve hürmetle bunu anmak isterim
ki, topçularımızın o gün göstermiş olduğu ustalık ve anlayış, bütün dünya
topçuları için örnek olacak nitelikte idi. Askerî hayatımda bu kadar mükemmel
bir topçu ve bu kadar mükemmel idare edilmiş bir topçu ateşi nadiren gördüm.
Topçularımız, saat 4.30’da endahta başladılar; bilirsiniz ki, topçulukta evvelâ
ateş tanzim etmek için, endaht yapılır. Yarım saat zarfında bütün bu cephe
üstünde endaht tanzim edilmiş ve saat beşte, yani yarım saat sonra, bu saydığım
hedefler üzerine şiddetle tesir endahtına başlanmıştır. Bu mevziler, çok ve çok
sağlamdı. Bu mevzilerin savunma ile ilgili kıymetini en son tetkik eden bir
İngiliz Kurmayı’nın verdiği raporda, “Eğer Türkler, bu mevzileri dört, beş ayda
işgal ederlerse, bir günde düşürdüklerini iddia edebilirler.” deniliyordu.
Fakat Türklere, bu mevzileri ele geçirmek, için üç dört ay değil, bir gün de
değil, yalnız bir saat kâfi gelmişti.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 244-245)
Bütün bu muharebeler* olurken, süvarilerimiz tamamen
düşman birliklerinin gerilerinde olmak üzere hareket ediyordu. Meselâ,
Olucak’ta ve Başkilise’de bazen piyade gibi, ateş muharebesi yaptı ve fakat
ekseriya, kılıcını çekti ve dört nala düşman safları içerisine girdi.
Süvarilerimizin burada gösterdiği yiğitlik, tasavvurun üstündedir ve tasviri
mümkün değildir. Henüz muharebeye girmemiş taze düşman tümenlerini görür
görmez, süverilerimiz tahammül edemiyorlardı, bunları durdurmaya imkân yoktu ve
derhal kılıcını çekiyor ve düşman içerisine dalıyorlardı. Gerçekten, bu
kahramanlık sayesinde batıya çekilmek isteyen düşman birlikleri durmaya ve
vaziyet almaya mecbur edildi ve o esnada bir taraftan piyadelerimiz ve
topçularımız yetişti ve düşmanı tekrar muharebeye mecbur ettik.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 249-250)
Afyonkarahisar - Dumlupınar Meydan Muharebesi ve
onun son devresi olan 30 Ağustos Muharebesi, Türk tarihinin en mühim bir dönüm
noktasını teşkil eder. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle
doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin neticeli ve
bütün tarihe, yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni yön vermekte
kesin tesirli böyle bir meydan muharebesi hatırlamıyorum. Hiç şüphe etmemelidir
ki, yeni Türk Devleti’nin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada
sağlamlaştırıldı; ebedî hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk
kanları, bu semada uçan şehit ruhları, Devlet ve Cumhuriyetimizin ebedî muhafızlarıdır.
Burada temelini attığımız “Şehit Asker” abidesi, işte o ruhları, o ruhlarla
beraber gazi arkadaşlarını, fedakâr ve kahraman Türk milletini temsil
edecektir. Bu abide, Türk vatanına göz dikeceklere, Türk’ün 30 Ağustos
günündeki ateşini, süngüsünü, hücumunu, kudret ve iradesindeki şiddeti
hatırlatacaktır.
1924 ( Atatürk’ün S.D. II, s. 178-179)
Öğleden sonra düşman, ateşten bir daire içine
alınmıştı ve gözlerimle görüyordum ki düşman, şaşkınlık işaretleri
gösteriyordu. Kuzeye, doğuya, batıya, güneye başvuruyorlardı. Her taraf ateş
ile kapanmış idi, aynı zamanda piyadelerimiz ateşten vazgeçerek, süngülerini
taktı ve bir an evvel düşman mevzilerine
girmek için saldırdılar.
Bu son vaziyetten iki buçuk saat sonra, süngülerimiz
düşman göğsüne girmiş ve mesele halledilmiş bulunuyordu. Aynı zamanda gece
yaklaşıyordu ve sanki, gecenin karanlığı pek feci olan bu manzarayı, cihanın
gözlerinden saklamak için acele ediyordu. Gerçekten arkadaşlar, bu harp
cephesini ertesi günü gezdiğim zaman, üzüntü duymaktan nefsimi menedemedim. Bir
asker için ve herhangi bir asker için, bu vaziyet üzüntüyü gerektirir. Fakat,
Allah’ın bunlara bunu mukadder etmiş olmasına göre, burada bu vaziyete girenler
asker değildir; bunlar herhalde caniler ve katillerdir.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 251)
Bu Anadolu Zaferi, tarih arasında, bir millet
tarafından tamamen benimsenen bir fikrin, ne kadar güçlü ve ne kadar zinde bir
kuvvet olduğunun en güzel bir misali olarak kalacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 260)
Biz, bu harekâtı, neticesini tamamen bilerek yaptık.
Bütün bunlar, belki bütün dünyaya hayret verecek niteliktedir. Onun için,
ordumuzun kudretini anlamayan ve anlamaktan âciz olanlar, bu muazzam eseri
beklenmedik bir tesadüf eseri gibi göstermek istiyorlar; fakat, hiçbir vakit
öyle değildir. Harekât bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit
olunmuş, hazırlanmış, idare edilmiş ve neticelendirilmiştir.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 256)
Milletin mukadderatını doğrudan doğruya üzerine
alarak karamsarlık yerine ümit, perişanlık yerine düzen, tereddüt yerine azim
ve iman koyan ve yokluktan koskoca bir varlık çıkaran Meclisimizin yiğit ve
kahraman ordularının başında, bir asker sadakat ve itaatiyle emirlerinizi
yerine getirmiş olduğumdan dolayı bir insan kalbinin nadiren duyabileceği bir
memnuniyet içindeyim. Kalbim bu sevinçle dolu olarak, pek aziz ve muhterem
arkadaşlarımı, bütün dünyaya karşı temsil ettikleri hürriyet ve bağımsızlık
fikrinin zaferinden dolayı tebrik ediyorum.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, s. 240)
Afyonkarahisar - Dumlupınar
Meydan Muharebesi ve ondan sonra düşman ordusunu tamamen imha veya esir eden ve
kılıçtan kurtulanları Akdeniz’e, Marmara’ya döken harekâtımızı izah ve niteleme
için söz söylemeyi gereksiz sayarım. Her safhasıyla düşünülmüş, hazırlanmış, idare edilmiş ve zaferle neticelendirilmiş
olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve kumanda heyetinin yüksek kudret
ve kahramanlığını tarihte bir daha tespit eden muazzam bir eserdir. Bu eser,
Türk milletinin hürriyet ve bağımsızlık fikrinin ölmez abidesidir. Bu eseri
meydana getiren bir milletin evlâdı, bir ordunun Başkomutanı olduğumdan, daima
mesut ve bahtiyarım.
1927 (Nutuk II, s. 677)
Bizim bu büyük zaferimizin
doğuracağı büyük neticeler, yalnız Türkiye’nin mukadderatı üzerine etkili
olmakla kalmayacak, aynı zamanda bütün zulüm görmüş milletleri, kendi hayat ve
bağımsızlıklarını tehdit ve tazyik eden zalimler aleyhine hareket için gayrete
getirecektir.
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 479)
30 Ağustos Bayramı’nda tebrikleri kabul ederken söylemiştir:
Bu zaferi kazanan ben değilim. Bunu asıl, tel
örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini
esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan
kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe’nin sırtlarına yazmak mümkün
değildir. Fakat, hepsinin ortak bir adı vardır: Türk askeri! Tebriklerinizi
onların namına kabul ediyorum!...
1928 (İbrahim Necmi Dilmen, Atatürk
Anekdotlar, Der: Kemal Arıburnu, s. 120)
Bütün arkadaşlarımın Anadolu’da daha başka meydan
muharebeleri verileceğini göz önüne alarak ilerlemesini ve herkesin zihnî
güçlerini ve kahramanlık ve vatanseverlik kaynaklarını yarışırcasına göstermeye
devam etmesini isterim.
Ordular! İlk hedefiniz Akdenizdir. İleri!
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 449-450)
Ordularımız, asıl kuvvetleri ve bütün harp gereçleri
ile dörtyüz kilometreyi on gün içinde aşıp geçtiler. Diyebilirim ki, süvari
tümenlerimizle piyade birliklerimiz düşmanı ezip İzmir’e yürümekte
birbirleriyle yarış etmişlerdir. İzmir rıhtımında süvarilerimizin kılıçları
denizde resim gibi şekillenirken, piyadelerimiz Kadifekale’de Türk bayrağını
semaya yükselttiler. Türkiye Büyük Millet Meclisi ordularının, harp tarihine
verdiği son harekât örneğinin kıymeti, bu harekât bütün safhalarıyla tetkik
edildikten sonra ve belki bugün değil, yarın anlaşılabilecektir. Büyük
orduların yürüyüş birimi yanlış hatırlamıyorsak, günde 20-25 kilometredir.
Bundan dolayı, askerlerimize İzmir’e kavuşmak için her gün bu mesafeyi aşıp
geçirten kuvvet kaynağının, ne yüce bir vatan aşkı olduğunu anlamak güç
değildir.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s.39)
18. 9. 1922 günü İzmir’de Yakup Kadri’ye söyledikleri:
- Millî Mücadelemizin bu safhası kapanmıştır; şimdi
ikinci safhasını açmamız lâzım geliyor.
1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Vatan Yolunda, s. 176)
Türk kumandanları kumanda etmesini, Türk askeri
ölmesini bildi. Harbi kazanışımızın sırrı bundan ibarettir.
1922 (Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 90)
Türk tarihinde askerlerimiz, ilk defa olarak ülküleri
uğrunda asil bir maksatla harp etmiş bulunuyorlar. Askerlerimiz, ayakları
altında bir metre yüksekliğinde çukur, çamur bulunmasına rağmen düşmanlarına
karşı koşa koşa, sevine sevine gidip harp etmişlerdir.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 35)
Vatanın kurtuluşu, milletin görüş ve idaresi kendi
alınyazısı üzerinde kayıtsız şartsız hâkim olduğu zaman başlamış ve ancak
milletin vicdanından doğan ordularla olumlu ve kesin neticelere kavuşmuştur.
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.459)
Memleketimizi hiçbir hak ve adalete dayanmayarak
çiğnemek ve çiğnetmek teşebbüsü, muzaffer ordumuzun fedakârane ve cansiperane
gayretiyle lâyık olduğu başarısızlığa uğratılmış ve milletimiz, tarihin nadir
kaydettiği bir zafer kazanarak sevgili yurdumuzu kurtarmıştır.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s.290)
Şunu bir gerçek olarak biliniz ki, şeref hiçbir
vakit bir adamın değil, bütün milletindir. Eğer yapılan işler mühimse,
gösterilen muvaffakiyetler belli ise, inkılâplar dikkati çekici ise her fert
kendini tebrik etmelidir. Çünkü, böyle büyük şeyleri ancak çok kabiliyetli olan
büyük milletler yapabilir ve bu milletin her ferdi, böyle en kabiliyetli ve
büyük bir millete mensup olduğunu düşünerek kendini tebrik etsin.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.123)
Bütün bu muvaffakiyet, yalnız benim eserim değildir
ve olamaz. Bütün muvaffakiyet, bütün milletin azim ve imanıyla çalışmasını
birleştirmesi neticesidir. Kahraman milletimizin ve seçkin ordumuzun kazandığı
başarı ve zaferlerdir.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 76-77)
Bu zafer, bize bir imkân veriyor. Biz, bu imkânı
memleketimizin, milletimizin aydın, mutlu ve rahata erişmiş geleceği için
kullanacağız!
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 260)
Şükrü Kaya’nın, bir 30 Ağustos Zafer Bayramı gecesi sofrada “Paşam,
İstiklâl Savaşı’nda Başkumandan sıfatıyla muharebelerde verdiğiniz emirler bir
yerde toplanmış mıdır?” sorusuna verdiği cevap:
- Bir gün Kurtuluş Savaşı’nın, Millî Mücadele’nin
askerî tarihini yazacaklar, belki de benim Başkomutan sıfatıyla verdiğim bir
yazılı ve imzalı emrime tesadüf etmeyeceklerdir. Savaş arkadaşlarım buradadır,
hep bilirler: Ben muharebede daima o cepheden bu cepheye gider, yapılması
gereken hareketleri komutanlara dikte eder, onlara not ettirir ve kendilerini
de ikna ettikten sonra, “Şimdi ordu birliklerimize derhal bu hareketlerin yapılmasını kendi imzanızla
tebliğ ediniz!” derdim.
(Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası,
Cumhuriyet gazetesi, 4. XI. 1970)
Kahraman Türk ordularının kazandıkları büyük
zaferlerde şahsıma düşmüş olan vazifeleri yapabilmişsem çok bahtiyarım. Yalnız
bu noktada bir gerçeği açıklamak için söyliyeyim ki, benim ordularımızı
yönelttiğim hedefler, esasen ordularımın her erinin, bütün subaylarının ve
komutanlarının görüşlerinin, vicdanlarının, azimlerinin, ülkülerinin yönelmiş
olduğu hedefler idi.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 228)
Her safhası vatan için, evlâtlarımızın torunları
için şerefli hâdiselerle dolu büyük bir kahramanlık menkıbesi teşkil eden
Anadolu muharebelerinin heyecen veren tafsilâtını tarihin diline terk ediyorum.
Millet, milletin ruh sanatı, musikisi, ebediyatı ve bütün estetiği, bu kutsal
mücadelenin ilâhî nağmelerini sonsuz bir vatan aşkının coşkun heyecanlarıyla
daima şakımalıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 104)
Büyük Zafer’den sonra, İngiliz kadın gazeteci Grace Ellison’un “Başarı
kazanacağınızdan şüphe ettiğiniz oldu mu?” sorusuna verdiği cevap:
- Hiçbir zaman... Henüz elimizde harp gereçleri
bulunmadığı zamanlarda bile, işin bugünkü neticeleri alacağını hesap etmiştim.
Taarruzumuzu tehir etmemize sebep, kan dökmemekti. Bu maksatla taarruzdan evvel
Fethi Bey’i Londra’ya gönderdik. Barışı kanla değil, mürekkeple imza etmek
istiyorduk.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 97-98)
Geçirdiğimiz buhranlı günlerin şerefli
kahramanlarını hep beraber kutlayalım. Onlar arasında muharebe meydanlarında
düşman silâhiyle göğüsleri delinmiş bahtiyarlar olduğu gibi yangınlarda,
ateşlerde yakılmış bedbaht çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar vardır. Onlar
arasında namuslarını tecavüz edilmiş, ebediyen ağlamaya mahkûm genç kızlar da
vardır. Onlar arasında yurtlarını kaybetmiş aileler, evlâtlarını gömmüş analar
vardır ve yine onlar arasında muharebedeki namus vazifesini şerefle yaparak
bugün memleketlerine dönmüş gaziler vardır. Onlardan şehitlik şarabını içmiş
olanların ruhlarına fatihalar sunalım.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 308-309)
Bu hareketi yapan bir ordunun babalarından ve
analarından ibaret olan milletimiz, bütün cihana karşı en yüksek hürmet
mevkiini ve değer mevkiini kazanmıştır. Milletimiz çekinmeksizin iftihar
edebilir. Bu, en kuvvetli şartlarla haklıdır ve ben, böyle bir milletin nâçiz
bir ferdi olmakla en büyük mutluluğu hissediyorum. Bu muharebe meydanlarında,
emsalsiz kahramanlıklar ve yiğitlik göstermiş olan subaylarımızın, erlerimizin
ve komutanlarımızın her biri, ayrı ayrı bir menkıbe, bir destan oluşturan
harekâtını hürmetle ve takdirle anıyorum.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 260)
Dört seneli mesaiden sonra son kat’i
muzafferiyetimiz üzerine Mudanya Askerî Antlaşması yapıldı ve barış görüşmeleri
devresine geçildi. Bu görüşmelerin seyrinde de tesadüf ettiğimiz müşkülât pek
çoktur. Fakat, ben bunu pek tabiî buluyorum. Çünkü bu barış görüşmelerinde
neticeye bağlanan hesaplar dört senelik değil, dörtyüz senelik bir devrin kötü
mirası idi. Gerçekten Osmanlı İmparatorluğu en haşmetli, azametli ve kuvvetli
devirlerinden itibaren milletin bağımsızlığı zararına, hayatî menfaatları
zararına o kadar çok şey feda eylemiş idi ki, netice yalnız kendisinin çöküp
batmasından ibaret kalmadı; belki kendinden sonra da memleketin hakikî sahibi
olan milleti, hak ve mevcudiyetinin ispatı için büyük müşkülâtla karşı karşıya
bıraktı.
1923 (Atatürk’ün S.D. I, s. 306)
Ölmüş zannolunan millet, mahvolmuş zannolunan bu
memleket, yeniden bütün yaşama yeteneğini gösterebilecek bir vaziyet alıyor.
Bütün kadınlarıyla, erkekleriyle, ihtiyarlarıyla el ele vererek kendisinin cihanda mevcut
olduğunu, bir kere daha ispat edecek harikalar gösteriyor. İşte o harikaların
tabiî neticesi olarak Lozon Konferansı’na davet olunuyoruz. Fakat Efendiler,
esasen bizden sorulacak hiçbir hesap yoktur.Maziye ait hataların hakikî sorumlusu
biz değiliz; Türk milleti değildir. Bu böyle olmakla beraber dünya ile karşı
karşıya gelmek bize düşüyor. Millet ve memleketi gerçek bağımsızlık ve
egemenliğine sahip etmek için çalışmak mecburiyeti bizim üzerimizde kalıyor.
Lozan’da henüz hiçbir olumlu netice yoktur. Fakat, bu olumlu netice mutlaka
olacaktır. Millet, mevcudiyeti için, hâkimiyeti için mutlaka elde etmeye mecbur
olduğu esasları Misak-ı Millî halinde bariz surette bütün cihana ilân etti.
Misak-ı Millî’nin anlamını bütün cihan tasdik etmeye mecburdur ki, Türkiye
kuvvetiyle, süngüsüyle ve bütün mecburiyetiyle bunu elde etmiştir. Arta kalan
şey, maddeten elde edilmiş olan bu şeyin konferansta, salonda, masada, nerede
olursa olsun usulen ve resmen ifadesinden ve onaylanmasından başka bir şey
değildir. Bu netice er geç, mutlaka elde edilecektir! Bütün isteklerimiz haktan
ibarettir. Bu hak, en tabiî ve en açık haklardandır. Hukukumuz bu kadar açık
olduktan başka, bu hukuku mutlaka muhafaza için kudretimiz de vardır,
kuvvetimiz de kâfidir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 26.12.1929)
Lozan Konferansı, basit bir meseleyi çözümle
uğraşmıyor. Yeni Türkiye Devleti’nin üçbuçuk senelik meselelerini çözümle
yetinmiyor. Lozan Konferansı, başlangısı çok eski olan bir mücadelenin derin
safhalarını tahlil ederek onu olumlu bir
sonuca bağlamaya çalışıyor. Şüphe yok ki, karışık bir muvazeneyi bariz bir
neticeye ulaştırmak kolay değildir. Özellikle karışık hesapların sorumlusu da
biz değiliz. Düşmanlarımız, yalnız bize ait hesapları sormak gibi adlî, insanî
bir zihniyete sahip olsalardı, mesele iki günde biterdi. Fakat, öyle işe
başladılar ki, asırların birikmiş meselelerini bizden soruyorlar. İtilâf
Devletleri olumlu bir neticeye varmak istiyorlarsa, mutlaka eski zihniyetlerini
terk etmek mecburiyetindedirler. Benim gördüğüme nazaran varılan zemin,
neticede barışla sonuçlanacaktır. Bütün milletçe arzuya değer ki barış olsun.
Cihanda barışın kurulması hem cihanın menfaati, hem bizim menfaatimiz icabıdır.
Herhalde biz, hem kendi menfaatimize aykırı olan, hem de cihanın menfaatine
uymayan harbin devamına asla taraftar değiliz. Böyle olmadığımızı şimdiye kadar
çok defalar ilân ettik, ispat ettik. Eğer medeniyet dünyası, bizim bu işte ne
kadar samimî olduğumuzu anlarsa, barış için hiçbir mâni kalmayacaktır. Fakat,
eğer barış isteyenlerin fikri, harp taraftarlarına galip gelmezse bütün iyi
niyet ve samimiyetimize rağmen biz de bu neticeyi mukadder ve zarurî sayacağız,
mukadderata tabi olacağız ve hiç şüphe etmiyorum, bugünkünden daha verimli
neticeler alacağız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 5-6.12.1929)
Lozan Konferansı düne ve bugüne ait, üç beş seneye
ait hesapların sonuca bağlanmasıyla uğraşmakta değildir. Belki, üç, dört yüz
senelik birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Onun için bu
kadar derin, bu kadar karışık, bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden
çıkmak kolay değildir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 24.12.1929)
Lozan Barış Antlaşması’nın içine aldığı esasları,
diğer barış teklifleriyle daha fazla karşılaştırmaya lüzum olmadığı
fikrindeyim. Bu antlaşma, Türk milleti aleyhine, asırlardan beri hazırlanmış ve
Sèvres Antlaşması’yla tamamlandığı zannedilmiş büyük bir suikastın yıkılışını
ifade eder bir vesikadır. Osmanlı devrine ait tarihte benzeri görülmemiş bir
siyasî zafer eseridir.
1927 (Nutuk II, s. 767)
Lozan Barışı, Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır.
Türk milleti için siyasî bir zafer teşkil eden bu antlaşmanın, Osmanlı
tarihinde benzeri yoktur. Milletimiz, bununla gerçekten iftihar edebilir ve
Türk milletinin yüksek bir eseri olan bu antlaşmanın yüksek kıymetini takdir
etmesi lâzım gelen gençliğin, bunu mazide yapılmış antlaşmalarla mukayese
etmesi gerekir. Bu münasebetle Lozan görüşmelerinde her türlü siyasî
mücadelelere göğüs gererek neticeyi elde etmede bir zekâ göstermiş olan İsmet
Paşa Hazretleri’ni saygı ile hatırlamak vazifemdir.
1927 (Atatürk’ün S.D.V, s. 47)
Montreux Sözleşmesi’nin imzalandığı günün gecesi (18 / 19 Temmuz 1936)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Bugün bayram günüdür; sevinç günüdür. Niçin bilir
misiniz, ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan, Montrö’de taçlandırılmıştır. Lozan
tamdır ve tamamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat, onu mustarip eden ufak
bir şey, Boğazlar vardı. İşte o Montrö’de çözümlenmiştir. Eğer Türk yüksek
hassasiyeti bununla alâkadarsa mutlak sevinmektedir, seviniyor ve sevinmelidir.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cum-
huriyet gazetesi, 10. XI. 1941)
Milletin yüksek seciyesine, ordusunun bükülemez
pazısına ve medenî beşeriyetin aldatılamaz sağduyusuna dayanarak ve güvenerek
kullanılan zekâ, mantık ve enerjinin, bütün beşeriyetin muhtaç olduğu barış ve
huzur bahşeden neticeler doğurabileceğinin bir delili olan Montrö Konferansı
eseri, cidden sevinmeye ve sevindirmeye değer bir tarihî hadisedir.
1936 (Cumhuriyet gazetesi, 21.7.1936)
Beliren Millî Mücadele, dış istilâya karşı vatanın
kurtuluşunu biricik hedef saydığı halde bu Milli Mücadele’nin muvaffakiyete
ulaştıkça, safha safha bugünkü devre kadar millî irade idaresinin bütün
esaslarını ve şekillerini gerçekleştirmesi tabiî ve kaçınılmaz bir tarihî seyir
idi. Bu önüne geçilmez tarihî seyri, geleneksel alışkanlığıyla derhal hisseden
padişah hanedanı, ilk andan itibaren Millî Mücadele’nin amansız düşmanı oldu.
Bu kaçınılmaz tarihî seyri ilk anda ben de gördüm ve hissettim. Fakat, nihayete
kadar devam eden bu hislerimizi ilk anda tam olarak göstermedik ve ifade
etmedik. Gelecek ihtimaller üzerine fazla demeç, giriştiğimiz gerçek ve maddî
mücadeleye, hayal niteliğini verebilirdi; dış tehlikenin yakın tesirleri
karşısında, etkilenenler arasında, geleneklerine ve fikrî kabiliyetlerine ve
ruhî durumlarına uymayan muhtemel değişikliklerden ürkeceklerin, ilk anda
mukavemetlerini tahrik edebilirdi. Muvaffakiyet için pratik ve sağlam yol, her
safhayı vakti geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişme ve yükselmesi için selâmet
yolu bu idi. Ben de böyle hareket ettim. Ancak bu pratik ve emin muvaffakiyet
yolu, yakın çalışma arkadaşım olarak tanınmış kimselerden bazılarıyla aramızda,
zaman zaman görüşlerde, davranışlarda, yapılan işlerde önemli veya ikinci
derecede birtakım anlaşmazlıkların, gücenmelerin ve hattâ ayrılmaların da
sebebi ve izahı olmuştur. Millî Mücadele’ye beraber başlayan yolculardan
bazıları, millî hayatın bugünkü Cumhuriyet ve Cumhuriyet kanunlarına kadar
gelen gelişmelerinde, kendi fikrî ve ruhî yeteneklerinin kavrayış hududu
bittikçe, bana karşı direnişe ve muhalefete geçmişlerdir. Bu son sözlerimi
özetlemek lâzım gelirse, diyebilirim ki, ben milletin vicdanında ve geleceğinde
hissettiğim büyük gelişme istidadını, bir millî sır gibi vicdanında taşıyarak
yavaş yavaş, bütün toplumumuza uygulatmak mecburiyetinde idim.
1927 (Nutuk I, s. 15-16)
Verdiğimiz kararın uygulanmasını temin için henüz
milletin alışık olmadığı meselelere temas etmek lâzım geliyordu. Umumca söz
konusu olmasında büyük mahzurlar tasavvur olunan hususların konuşulmasında
kesin zaruret bulunuyordu.
Osmanlı hükûmetine, Osmanlı padişahına ve
Müslümanların halifesine isyan etmek ve bütün milleti ve orduyu isyan ettirmek
lâzım geliyordu.
Türk ata yurduna ve Türk’ün bağımsızlığına tecavüz
edenler kimler olursa olsun, onlara bütün milletçe silâhlı olarak mukabele ve
onlarla mücadele etmek gerekiyordu. Bu mühim kararın bütün gerek ve
zaruretlerini ilk gününde göstermek ve ifade etmek, elbette doğru olmazdı.
Tatbikatı birtakım safhalara ayırmak ve vakalar ve hâdiselerden istifade ederek
milletin hislerini ve düşüncelerini hazırlamak ve adım adım yürüyerek hedefe
ulaşmaya çalışmak lâzım geliyordu. Nitekim öyle olmuştur. Ancak dokuz sene
içinde yaptıklarımız bir mantık dizisi ile düşünülürse, ilk günden bugüne kadar
takip ettiğimiz umumî istikametin, ilk kararın çizdiği hattan ve yöneldiği
hedeften asla sapmamış olduğu kendiliğinden görünür.
1927 (Nutuk I, s. 14-15)
Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir
şeye uzaktan yakından girişmemek, başlıca dikkatimizi teşkil etmelidir.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürk’le Beraber, Cilt: I, s. 85)
Biri işi zamansız yapmak, o işi başarısızlığa
uğratmak olur. Her şey sırasında ve zamanında yapılmalıdır.
1919 ( Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürk’le Beraber, Cilt: I, S. 235)
İstediklerimizin hepsi olacaktır. Ancak zamanını
seçmek lâzım. Her şeyi birden yapamayız; sıra beklemek, reaksiyona meydan
bırakmamak mecburiyetindeyiz. Dediğim gibi, bazen hedefe dolambaçlı yollardan
gitmek, cephe hücumundan daha emin ve daha sağlamdır.
1922 (Süreyya Sami Berkem,
Unutulmuş Günler, s. 101)
Saltanat devrinden Cumhuriyet devrine geçebilmek
için, herkesin bildiği gibi, bir geçiş devresi yaşadık. Bu devirde, iki fikir
ve görüş, birbiriyle mütemadiyen mücadele etti. O fikirlerden biri saltanat
devrinin devam ettirilmesiydi. Bu fikrin taraftarları belli idi. Diğer fikir,
saltanat idaresine son vererek cumhuriyet idaresi kurmaktı. Bu bizim
fikrimizdi. Biz, fikrimizi açık söylemekte mahzur görüyorduk. Ancak görüşümüzün
uygulanma kabiliyetini saklı tutup münasip zamanında tatbik edebilmek için,
saltanat taraftarlarının fikirlerini tatbik sahasından uzaklaştırmak
mecburiyetinde idik. Yeni kanunlar yapıldıkça, bilhassa Anayasa yapılırken,
saltanat taraftarları padişah ve halifenin hak ve yetkilerinin belirtilmesinde
ısrar ederlerdi. Biz, bunun zamanı gelmediğini veya lüzum olmadığını bildirerek
o ciheti söylemeden geçmekte fayda görüyorduk.
Devlet idaresini, cumhuriyetten bahsetmeksizin,
millî egemenlik esasları dairesinde, her an cumhuriyete doğru yürüyen biçimde
şekillendirmeye çalışıyorduk. Büyük Millet Meclisi’nden daha büyük makam
olmadığını aşılamada ısrar ederek, saltanat ve hilâfet makamları olmaksızın,
devleti idare etmek mümkün olduğunu ispat etmek lüzumlu idi. Devlet
Başkanlığı’ndan bahsetmeksizin, onun vazifesini fiilen Meclis Başkanı’na
gördürüyorduk. Fiiliyatta, Meclis’in Başkanı, İkinci Başkan idi. Hükûmet vardı;
fakat “Büyük Millet Meclisi Hükûmeti” unvanını taşırdı.Kabine sistemine
geçmekten kaçınıyorduk; çünkü hemencecik saltanatçılar, padişahın yetkisini
kullanma lüzumunu ortaya atacaklardı.
İşte, geçiş devresinin bu mücadele safhalarında,
bizim kabul ettirmek mecburiyetinde bulunduğumuz aracı şekli, Büyük Millet
Meclisi Hükûmeti sistemini, haklı olarak eksik bulan, meşrutiyet şeklinin
açıkca ifadesini temine çalışan muhaliflerimiz, bize itiraz ediyorlar,
diyorlardı ki, “Bu yapmak istediğiniz hükûmet şekli neye, hangi idareye
benzer?” Maksat ve hedefimizi söyletmek için yöneltilen bu nevi suallere, biz
de, zamanın gereğine göre cevaplar vererek saltanatçıları susturmak zaruretinde
idik.
1927 (Nutuk II, s. 838-839)
Hilâfet ve din meseleleriyle meşgul olunduğu sıralarda,
kamuoyu ve bilhassa aydın kamuoyu için Anayasa’da bir noktanın düğüm teşkil
ettiğini öğrendik. Cumhuriyet ilânından sonra da, kanunda, aynı düğüm muhafaza
edildikten başka, düğüm teşkil edecek ikinci bir noktanın daha konulduğunu
görenler, şaşkınlıklarını gizlememişlerdi ve bugün de gizlememektedirler.
Bu noktaları izah edeyim; 20 Ocak 1921 tarihli
Anayasa’nın 7. ve 21 Nisan 1924 tarihli Anayasa’nın 26. maddesi, Büyük Millet
Meclisi’nin vazifelerinden bahseder. Madde’nin başında, Meclis’in ilk vazifesi
olmak üzere “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” vardır. İşte, bunun nasıl bir
vazife ve şeriat hükümlerinden maksadın ne olduğunu anlamakta tereddüde
düşenler vardır. Çünkü Büyük Millet
Meclisi’nin, adı geçen maddede, “kanunların yapılması, değiştirilmesi, yorumu
ve kaldırılması ve diğer” sayılan ve belirtilen vazifeleri o kadar geniş ve
açıktır ki, “şeriat hükümlerinin yürütülmesi” diye ayrıca ve bağımsız olarak
bir klişenin mevcudiyeti gereksiz görülmektedir. Çünkü şer’ demek kanun
demektir. Şeriat hükümleri demek, kanun hükümleri demekten başka bir şey
değildir ve olamaz. Başka türlüsü, çağdaş hukuk telâkkileriyle uyuşamaz. Bu
böyle olunca, “şerit hükümleri” tabiriyle kastolunan mâna ve anlamın büsbütün
başka bir şey olması icap eder.
Efendiler, ilk Anayasa’yı hazırlayanlara bizzat
başkanlık ediyordum. Yapmakta olduğumuz kanunla, “şeriat hükümleri” tabirinin bir münasebeti
olmadığını anlatmaya çok çalışıldı. Fakat, bu tabirden, kendi zanlarınca,
bambaşka mâna tasavvur edenleri ikna mümkün olmadı.
İkinci nokta Efendiler, yeni Anayasa’nın ikinci
maddesinin başında.. “Türkiye Devletinin dini, İslâm dinidir” cümlesidir. Bu
cümle, daha Anayasa’ya geçmeden çok evvel, İzmit’te, İstanbul ve İzmit basın
mensuplarıyla uzun bir görüşme ve konuşmamız esnasında, muhataplarımdan bir
zatın, şu suali ile karşılaştım: “Yeni hükûmetin dini olacak mı?” İtiraf edeyim
ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması
lâzım gelen cevabın o günkü şartlara göre ağzımdan çıkmasını henüz
istemiyordum. Çünkü, tebaası içinde çeşitli dinlere mensup unsurlar bulunan ve
her din mensubu hakkında adilâne ve tarafsız muamelede bulunmak ve
mahkemelerinde tebaası ve ecnebiler hakkında eşit adalet uygulamakla görevli
olan bir hükûmet, fikir ve vicdan hürriyetine riayete mecburdur. Hükûmetin bu
tabiî sıfatının, şüpheli mâna verilmesine sebep olacak sıfatlarla kayda
bağlanması elbette doğru değildir.
“Türkiye Devletinin resmî dili Türkçedir” dediğimiz
zaman, bunu herkes anlar. Hükûmetle resmî muamelelerde, Türk dilinin geçerli
olması lüzumunu herkes tabiî bulur. Fakat, “Türkiye Devletinin dini, İslâm
dinidir” cümlesi aynı suretle mi anlaşılıp kabul edilecektir? Bu şüphesiz
açıklama ve yoruma muhtaçtır. Efendiler, gazeteci muhatabımın sualine,
hükûmetin dini olamaz! diyemedim; aksini söyledim. “Vardır Efendim; İslâm
dinidir” dedim. Fakat hemen arkasından “İslâm dini fikir hürriyetine sahiptir”
cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama lüzumunu hissettim. Demek istedim ki,
hükûmet, fikir ve vicdana riayetle kayıtlı ve görevli olur. Muhatabım, verdiğim
cevabı, şüphesiz, mâkul bulmadı ve sualini şu tarzda tekrar etti: “Yani hükûmet
bir dine bağlı olacak mı?” “Olacak mı,
olmayacak mı bilmem!” dedim. Meseleyi kapatmak istedim. Fakat, mümkün olmadı. O
halde, denildi; herhangi bir mesele hakkında itikadım ve düşüncelerim
dairesinde bir fikir ortaya atmaktan hükûmet beni menedecek veya
cezalandıracaktır. Halbuki herkes, kendi vicdanını susturmaya imkân görecek mi?
O zaman, iki şey düşündüm. Biri: Yeni Türkiye Devleti’nde her ergin kişi dinini
seçmekte serbest olmayacak mıdır? Diğeri: Hoca Şükrü Efendi’nin : “Bazı din
âlimi arkadaşlarımızla birlikte düşündüklerimizi şeriat kitaplarında mevcut
belli ve değişmez İslâmî hükümleri yayımlayarak... yanıltıldığı maalesef
görülen efkâr-ı İslâmiyeyi aydınlatmayı gerekli bir vazife saydık” girişini
takiben ifade edilen “İslâm Hilâfeti, din emrini koruyup yaymakta
Peygamberliğin yerini almaktır; şeriat hükümleri koymak hususunda Resulü Ekrem
Efendimiz’in vekilidir.”
Oysa ki, Hoca’nın sözlerini tatbike kalkışmak, millî
egemenliği, vicdan hürriyetini kaldırmaya çalışmaktı. Bundan başka Hoca’nın
malûmat hazinesi, Yezitler zamanında yazdırılmış ve istibdat idaresine mahsus
formülleri kapsamıyor muydu? O halde kavramı ve anlamı, artık herkesçe tamamen
anlaşılmış olan devlet ve hükûmet tabirlerini ve millet meclisleri
vazifelerini, din ve şeriat kisvelerine bürüyerek kim ve ne için
aldatılacaktır? Hakikat bundan ibaret olmakla beraber, o gün İzmit’te, basın
mensuplarıyla bu konu üzerinde, daha fazla karşılıklı konuşma gerekli
görülmedi.
Cumhuriyetin ilânından sonra da, yeni Anayasa
yapılırken, lâik hükûmet tabirinden dinsizlik mânası çıkarmaya eğilimli ve
vesileci olanlara fırsat vermemek maksadıyla, kanunun ikinci maddesini mânasız
kılan bir tabirin girişine müsamaha olunmuştur. Kanunun, gerek 2. ve gerek 26.
maddelerinde, gereksiz görünen ve yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet
idaremizin çağdaş karakteriyle uyuşmayan tabirler, inkılâp ve cumhuriyetin o
zaman için sakınca görmediği tavizlerdir. Millet, Anayasamızdan, bu
fazlalıkları ilk münasip zamanda kaldırmalıdır.*
1927 (Nutuk II, s. 714-717)
Biz de, uygulanamayacak fikirleri, nazarî birtakım
teferruatı yaldızlayarak, bir kitap yazabilirdik; öyle yapmadık. Milletin maddî
ve manevî yenileşme ve gelişmesi yolunda yaptığımız işlerle, söz ve
nazariyattan önce davranmayı tercih ettik. Bununla beraber, “Egemenlik
milletindir”, “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin haricinde hiçbir makam, millî
mukadderata hâkim olamaz”, “Bütün kanunların düzenlenmesinde, her nevi
teşkilâtta, idarenin bütün teferruatında, genel eğitimde, iktisadî işlerde,
millî egemenlik esasları dahilinde hareket olunacaktır”, “Saltanatın
kaldırılması hakkındaki karar değişmez kuraldır” gibi bilinmesi lâzım gelen
mühim noktalar ve mahkemelerin düzeltileceği ve bütün kanunlarımızın hukuk
biliminin ilerlemelerine göre yeni baştan düzenlenip tamamlanacağı, âşar
usulünün değiştirileceği, millî bankaların sermayesinin artırılacağı, muhtaç
olduğumuz demiryollarının yapımına, öğretim birliğine derhal girişileceği ve
fiilî askerlik hizmet süresinin indirileceği, memleketin bayındır hale
getirileceğine çalışılacağı vb. gibi önemli ve acele ihtiyaçlar prensiplerden
hariç kalmamıştı.
1927 (Nutuk II, s. 719)
1 Kasım 1922 günü, Osmanlı Saltanatı’nın kaldırılmasına dair önergeleri
görüşmek üzere toplanan Anayasa, Şeriye ve Adalet Komisyonlarının ortak
toplantısında söylemiştir:
Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç
kimseye ilim icabıdır diye görüşme ile, münakaşa ile verilmez. Egemenlik,
saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk
milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını
altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu mütecavizlerin
hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline
açıkça almış bulunuyor. Bu bir olupbittidir. Söz konusu olan, millete
saltanatını, egemenliğini bırakacak mıyız, bırakmayacak mıyız? meselesi
değildir. Mesele, zaten olupbitti haline gelmiş bir hakikati ifadeden ibarettir.
Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî
görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde
ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.
1922 (Nutuk II, s. 691)
Bu iki inkılâp arasındaki fark, tarif olunamayacak
derecede büyüktür, zannederim. Birincisi, milletin tabiaten aradığı hürriyet
havasını teneffüs ettiğini zannettiren bir harekettir. Fakat ikincisi, milletin
hürriyet ve egemenliğini fiilen ve maddeten tespit ve ilân eden bir mutlu
inkılâptır ve şüphe yok, yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada önem verilmeye
lâyık bir yeniliktir. 24 Temmuz inkılâbı, bir müstebit hükümdarla millet
arasında en nihayet kayıt ve şartlar ile denge arayan bir zihniyeti elde etmeye
yönelik idi; halbuki son inkılâp, meşrutiyet usulünü de milletin hürriyet ve
bağımsızlığı için kâfi göremez ve kayıtsız şartsız egemenliği, milletin
sorumluluğunda tutan esaslı bir ilkeye dayanır. Bu ilkeyi belirleyen şekil,
hiçbir zaman da eski şekillerle karşılaştırma kabul edemez.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 53)
O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler,
asırlarca bu milleti dalgın bıraktılar; onu nura koşmaktan menettiler. Onlar,
bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda düşünürlerdi. Biri paraya, diğeri
askere muhtaç oldukları zaman! Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan
milletten aldıkları askerle Viyana’yı, Mısır’ı, İran’ı zapt için fütuhata
kalkarlardı. Halbuki milletin o zaferlerde hiçbir millî emeli, vicdanî arzusu
ve menfaati yoktu. Onların hırsı, onların şan ve şerefi için, bu milletin
evlâtları bir daha dönmemek üzere onların arkasından sürüklenirlerdi. Sonra
onların, saraylardaki debdebeyi temin için paraya ihtiyaçları vardı. Bu parayı
milletten sopa ile alırlardı. Bütün bunların neticesi milleti fakirliğe,
haraplığa, nihayet ölümün kıyısına götürdü. İşte bu idare tarzına padişahlık
idaresi denir. Bu idareyi bir daha dirilmemek üzere tarihe gömdük.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 121)
Sarayların içinde Türk’ten gayri unsurlara
dayanarak, düşmanlarla ittifak ederek Anadolu’nun, Türklüğün aleyhine yürüyen
çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından kovulması, düşmanların denize
dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, S. 179-180)
Bugün
maziden kuvvetliyiz. Bugün maziye nispetle daha büyük bir kabiliyet ve yaşama
kudretine malikiz. Bu üstünlüğü yapan nedir? Bunun gerçek sebepleri iki kuralın
anlamında saklıdır. Bu kurallardan birisi Misak-ı Millî, ikincisi egemenliği
kayıtsız şartsız milletin elinde tutan Anayasamızdır. Zorlayıcı hâdiselerin
sevk ve tesiri altında toplanan yüksek Meclisiniz, bu devlet ve milletin şekil
ve niteliğini en kesin bir tarzda tespit etmiş ve Anayasa ile onun kesin
hükümlerini gerçekleştirip
pekiştiren 1 Kasım 1922* kararını
oybirliğiyle kabul ederek yeni Türkiye Devletinin esaslarını ortaya koymuştur.
Misak-ı Millî ismi altında tanıyarak gerçekleşmesi uğrunda bütün milletin
ömrünü tüketmeyi göze aldığı kurtuluş beratımızın kudret, kuvvet ve niteliği ne
ise, 1 Kasım kararının da kıymet ve ehemmiyeti odur. Misak-ı Millî vatanın dış
düşman karşısındaki vaziyet ve yerini tespit eden bir kural olduğu gibi, 1
Kasım 1922 kararı da, asırlardan beri cahillik ve şaşkınlığın koruyucusu,
düşkünlük ve uğursuzluğun babası bulunan ve milletimiz için dahilî ve daimî bir
düşman olan ferdî saltanata ve onun temsil ettiği uğursuz bir idare şekline
yönelmiş bir mukaddes silâhtır. Asırlarca ve asırlarca müddet mert ve kahraman
bir azme belirti sahası olmuş bir vatanı düşmana teslim etmek cüretini
gösterenler, o cüreti ancak o idarenin ruhunda, şeklinde ve mahiyetinde
bulmuşlardı.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s.296-297)
Herhalde hilâfetin
kaldırılması memleket ve millet için çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün
bu iyilikler görünecektir. Mazideki hareket tarzlarına ait pişmanlıklar bu
suretle tekrar olunamayacaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 99)
Milletimizin kurduğu yeni devletin alınyazısına,
işlerine, bağımsızlığına, unvanı ne olursa olsun hiç kimseyi müdahale
ettiremeyiz! Milletin kendisi, kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını muhafaza
ediyor ve sonuna kadar muhafaza edecektir! Bütün Müslümanları içine alan bir
devlet kurmak vazifesiyle yükümlü tahayyül edilen bir halifenin vazifesini
yapabilmesi için, Türkiye Devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tâbi
tutulamaz. Millet, buna razı olamaz! Türkiye halkı bu kadar büyük bir
mesuliyeti, bu kadar mantıksız bir vazifeyi yüklenemez.
Milletimiz, asırlarca bu saçma görüş açısından
hareket ettirildi. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı.
Yemen çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlâtlarının miktarını biliyor
musunuz? Suriye’yi, Irak’ı muhafaza etmek için, Mısır’da barınabilmek için, Afrika’da tutulabilmek
için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu, görüyor
musunuz?
Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve onu umum İslâm
işlerinde etki sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifeyi yalnız Anadolu
halkından değil, onun sekiz on misli nüfustan meydana gelen büyük İslâm
kütlerinden istemelidir! Yeni Türkiye’nin ve yeni Türkiye halkının, artık,
kendi hayat ve mutluluğundan başka düşünecek bir şeyi yoktur; başkalarına
verebilecek bir zerresi kalmamıştır!
Bir an için farz edelim ki, Türkiye, söz konusu
vazifeyi kabul etsin.. Bütün İslâm âlemini bir noktada birleştirerek sevk ve
idare etmek gayesine yürüsün ve muvaffak dahi olsun! Pekâlâ ama, uyruğumuz ve
idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki, bize büyük hizmetler
ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat, biz bağımsız kalmak istiyoruz.
Bağımsızlık ve egemenliğimize kimsenin müdahalesini uygun görmeyiz! Biz kendi
kendimizi sevk ve idareye muktediriz! O halde, Türkiye halkının bütün çalışma
ve fedakârlığı, sadece bir teşekkür ve dua almak için mi göze alınacaktır?
Görülüyor ki, bir boş heves için, bir kuruntu ve hayal için, Türkiye halkını
mahvetmek istiyorlardı. Hilâfet ve halifeye vazife ve salâhiyet vermek fikrinin
mahiyeti bundan ibaretti.
Halka sordum: Bir İslâm devleti olan İran veya
Afganistan, halifenin herhangi bir yetkisini tanır mı? Tanıyabilir mi? Haklı
olarak tanıyamaz; çünkü devletinin bağımsızlığını, milletinin egemenliğini
zedeler. Millete, şunu da ihtar ettim ki, kendimizi cihanın hâkimi zannetmek
dalgınlığı, artık devam etmemelidir. Hakikî mevkiimizi, dünyanın vaziyetini
tanımamaktaki dalgınlıkla, ihtiyatsızlara uymakla milletimizi sürüklediğimiz
felâketler yetişir! Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!
1923 (Nutuk II, s. 712)
İstanbul’da saltanatlarının, zevk ve eğlenceye
düşkünlüklerinin, menfaatlerinin devam ettirilmesini düşmanların anavatanımızı
istilâ etmek emellerine uydurmakta, onlarla işbirliği yapmakta, düşman
devletlerin her isteğine boyun eğmekte asla tereddüt göstermeyen, vicdanları
sızlamayan, milletimizin hür ve bağımsız yaşama azmini kırma için haince
teşebbüslerden çekinmeyen sultan ve halifenin, artık bu vatanda asla yeri
yoktur ve olamaz.
1925 (Mustafa Selim İmece, Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 39)
Türk milletinin başında belâ olduğu asırlardan beri
sabit olan hilâfetin kaldırılmasıyla Türk Cumhuriyeti, tarihin akışında lâyık
olduğu temiz ve kuvvetli itibar mevkiini hakkıyla elde etti. Cumhuriyet Halk
Partisi, Türk bağımsızlığı gibi Türk Cumhuriyeti’ni de hilâfetten ve her türlü
iştirak ve müdahalelerden uzak olan güvenli şeklinde ilelebet muhafazaya
vücudunu vakfetmeyi, vatanın birinci derecede mevcudiyet sebebi saymaktadır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.530)
Unvanı halife olsun, ne olursa olsun hiç kimse, bu
milletin mukadderatında ortaklık sahibi olamaz. Millet, buna kat’iyen müsaade
edemez. Bunu teklif edecek hiçbir milletvekili bulunamaz.
1922 (Nutuk II, s. 700)
Millî egemenlik kuralı, hilâfetsiz Türk Cumhuriyeti
ile en mükemmel şekline ulaştırıldı.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 531)
Açık ve kesin söylemeliyim ki, İslâm topluluğunu bir
halife heyulâsıyla hâlâ uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunanlar, yalnız
ve ancak İslâm topluluğunun ve bilhassa Türkiye’nin düşmanlarıdır. Böyle bir
oyuna hayalini bağlamak da, ancak ve ancak cahillik ve dalgınlık eseri
olabilir.
1927 (Nutuk II, s. 851)
Dinle hilâfeti birbirinden ayırt etmek lâzımdır.
Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır.
Hilâfeti kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması,
Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel
misal değil midir?
1932 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 117)
Hilâfet, mazinin bir rüyası olup zamanımızda gereği
yoktu.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 107)
Büyük Millet Meclisi,
hilâfeti kaldırdığı zaman, Antalya Mebusu, din âlimlerinden Rasih Efendi,
Hilâliahmer namına, Hindistan’da bulunan bir heyetin riyasetinde idi. Rasih
Efendi, Mısır’a uğrayarak Ankara’ya döndü. Benden mülâkat isteyerek şu
beyanatta bulundu : “Seyahat ettiği memleketlerde, Müslümanlar, benim halife
olmamı istiyormuş. Salâhiyet sahibi İslâm heyetleri, Rasih Efendi’yi, bana hu
hususu bildirmek için vekil etmiş...” Rasih Efendi’ye verdiğim cevapta,
İslâmların bana olan yakınlık ve sevgilerine teşekkür ettikten sonra, dedim ki:
“Zat-ı âliniz din âlimlerindensiniz! Halifenin devlet reisi demek olduğunu
bilirsiniz. Başlarında, kralları, imparatorları bulunan tebaanın, bana
ulaştırdığınız arzu ve tekliflerini, ben nasıl kabul edebilirim. Kabul ettim
desem, buna o tebaanın, fertleri razı olur mu? Halifenin emir ve yasağı
yapılır. Beni halife yapmak isteyenler, emirlerimi yerine getirmeye muktedir
midirler? Bu sebeple mevzuu, anlamı olmayan, kuruntuya dayanan bir sıfatı
takınmak gülünç olmaz mı?”
1924 (Nutuk II, s. 850-851)
Tarihimizin en mesut
devresi, hükümdarlarımızın halife olmadıkları zamandır. Bir Türk padişahı
hilâfeti her nasılsa kendisine mal etmek için nüfuzunu, itiyadını, servetini
kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine dünya
milletlerine İslâmiyeti kabul ettirmelerini emretti; bu milletlerin hükûmeti başına
geçmelerini emretmedi. Peygamberin zihninden asla böyle bir fikir geçmemiştir.
Hilâfet demek, idare, hükûmet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün
Müslüman milletlerini idare etmek istiyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur?
İtiraf ederim ki, bu şartlar içinde beni halife tâyin etseler, derhal istifamı
verirdim. Fakat tarihe gelelim, gerçekleri tetkik edelim, Araplar Bağdat’ta bir
hilâfet tesis ettiler; fakat, Kurtuba’da bir hilâfet daha vücuda getirdiler. Ne
Acemler, ne Afganlılar, ne Afrika Müslümanları, İstanbul halifesini asla
tanımadılar. Bütün İslâm milletleri üzerinde ulvî ruhanîlik vazifesini yapan
yegâne halife fikri, hakikatten değil, kitaplardan çıkmış bir fikirdir. Halife
hiçbir zaman Roma’daki Papa’nın Katolikler üzerindeki kuvvet ve gücünü
gösterememiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 69)
İslâm âleminde Türkler, halifenin maddî
ihtiyaçlarını fiilen temin eden yegâne millettir. Dünyayı içine alan bir
hilâfeti destekleyenler şimdiye kadar her türlü iştirakten kaçınmışlardır. O
halde, ne iddia ediyorlar? Yalnız Türkler bu müessesenin yüküne tahammül
etsinler ve yine yalnız onlar halifenin hâkim nüfuzuna riayet... Bu iddia çok
aşırıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 70)
Her ne sebep ve suretle olursa olsun, Vahdettin gibi
hürriyet ve hayatını milleti içinde, tehlikede görebilecek kadar adî bir
mahlûkun, bir dakika dahi olsa, bir milletin başında bulunduğunu düşünmek ne
hazindir! Teşekküre değerdir ki bu alçak, kendine miras kalmış saltanat
makamından, millet tarafından düşürüldükten sonra, alçaklığını tamamlamış
bulunuyor. Türk milletinin bu önce davranışı, elbette takdire lâyıktır.
Âciz, adî, his ve anlayıştan mahrum bir mahlûk,
kabul eden herhangi bir yabancının himayesine girebilir; fakat, böyle bir
mahlûkun, bütün İslâmların halifesi sıfatını taşıdığını ifade etmek elbette
uygun değildir. Böyle bir görüşün doğru olabilmesi, herşeyden önce bütün İslâm
kütlelerinin esir olmaları şartına bağlıdır. Halbuki, cihanda hakikat böyle
midir? Biz Türkler, bütün tarihî hayatımızca hürriyet ve bağımsızlığa örnek
olmuş bir milletiz! Kıymetsiz hayatlarını iki buçuk gün fazla, sefilce
sürdürebilmek için, her türlü aşağılığı uygun gören halifeler oyununu da
sahneden kaldırabildiğimizi gösterdik. Bu suretle devletlerin, milletlerin
birbirleriyle münasebetlerinde, şahısların, özellikle mensup olduğu devlet ve
milletin zararına da olsa, şahsî vaziyet ve hayatlarından başka bir şey
düşünemeyecek pespayelerin ehemmiyeti olamayacağı bilinen gerçeğini doğruladık.
Milletlerarası münasebetlerde, mankenlerden istifade
sistemine rağbet devrine son vermek, medenî âlemin samimî temennisini teşkil
etmelidir.
1927 (Nutuk II, s. 694)
Cumhuriyet rejimi demek, demokrasi sistemi ile
devlet şekli demektir. Biz Cumhuriyet’i kurduk; o, on yaşını doldururken
demokrasinin bütün icaplarını sırası geldikçe uygulamaya koymalıdır.
1933 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 251)
Çağdaş bir cumhuriyet kurmak demek, milletin insanca
yaşamasını bilmesi, insanca yaşamanın
neye bağlı olduğunu öğrenmesi demektir.
(Gazinin N.A.V., Muhit Mec.,
Sene: 3, No: 32, 1931, s. 7-8)
Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıkî tatbikini
temin eden hükûmet şekli, cumhuriyettir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 410-411)
Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî
ve meşru olmak şartiyle her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir.
Yalnız, muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s.71)
Cumhuriyet, imkân demektir. Cumhuriyet, yalnızca
adıyla bile fert hürriyetini aşılayan sihirli bir aşıdır. Görülecektir ki,
Cumhuriyet imkânları olan her memleket, hürriyet davasında er geç muvaffak
olacaktır. Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri zirvelere götüren
imkânları verir. Bağımsızlık ve hürriyetine sahip olan milletler, ilerleme yolunda
imkânlara sahip demektirler. O halde cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en
belirgin teminatıdır. Cumhuriyeti bu mânasıyla ve bu kapsamıyla anlamak
lâzımdır.
(Atatürk’ten B.H., s. 45)
Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir.
Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli
ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için
korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan
ibarettir.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s.231)
Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun olan
idare, Cumhuriyet idaresidir.
1924 (Atatürk’ün S.D. III, s. 74)
Büyük, mühim bir inkılâp oldu. Bu inkılâp, milletin
selâmeti namına, hak namına yapıldı. Milletimiz, demokratik bir hükûmet tesis
etmek sayesinde düşman ordularını imha etti.
1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 165)
Cumhuriyet, Türk milletinin refah ve yükselmesi
yolunda asırların görmediği muvaffakiyetlere erişti. Milletin eğilimlerini ve
ihtiyaçlarını bularak ve öğrenerek onun refah ve inkişafı gereklerini
gerçekleştirmekte Cumhuriyetin az zamanda elde ettiği neticeler, Cumhuriyet
idaresinin milletimize hazırladığı istikbalin daha ne kadar parlak olduğunu
tahmin ettirmeye kâfidir. Asla şüphe yoktur ki, Cumhuriyetin müstakbel
evlâtları, bizden daha çok müreffeh ve bahtiyar olacaklardır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s.435)
Cumhuriyet, yeni ve sağlam esaslarıyla, Türk
milletini emin ve sağlam bir istikbal yoluna koyduğu kadar, asıl fikirlerde ve
ruhlarda yarattığı güvenlik itibariyle, büsbütün yeni bir hayatın müjdecisi
olmuştur.
1936 (Atatürk’ün S.D. I, s. 372)
On yaşını bitiren Cumhuriyetimiz, daha kurulurken
kendine çizdiği hareket hattını adım adım takip etmiş ve kısa müddet içinde
yakın mazinin biriktirdiği karanlıkları dağıtmaya muvaffak olmuştur.
1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 560)
Bugünkü hükûmetimiz, devlet teşkilâtımız doğrudan
doğruya milletin kendi kendine, kendiliğinden yaptığı bir devlet teşkilâtı ve
hükûmettir ki, onun ismi Cumhuriyettir. Artık hükûmet ile millet arasında
mazideki ayrılık kalmamıştır. Hükûmet millettir ve millet hükûmettir. Artık
hükûmet ve hükûmet mensupları, kendilerinin milletten ayrı olmadıklarını ve
milletin efendi olduğunu tamamen anlamışlardır.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s.230)
29 Ekim 1923’de Cumhuriyet’in kabulü ve Cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine
Meclis’te yaptığı konuşmadan:
Son senelerde milletimizin fiilen gösterdiği
kabiliyet, istidat, idrak, kendi hakkında kötü fikir besleyenlerin ne kadar
gafil ve ne kadar tetkikten uzak, görünüşe düşkün insanlar olduğunu pek güzel
ispat etti. Milletimiz, haiz olduğu özelliklerini ve liyakatini, hükûmetinin
yeni ismiyle, medeniyet dünyasına daha çok kolaylıkla göstermeye muvaffak
olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti, cihanda işgal ettiği yere lâyık olduğunu
eserleriyle ispat edecektir.
Daima muhterem arkadaşlarımın ellerine çok samimî ve
sıkı bir surette yapışarak, onların şahıslarından kendimi bir an bile ayrı
görmeyerek çalışacağım. Milletin teveccühünü daima dayanak noktası sayarak hep
beraber ileriye gideceğiz. Türkiye Cumhuriyeti mesut, muvaffak ve muzaffer
olacaktır.
29 Ekim 1923 (Nutuk II, s. 814-815)
Bir akşam sofrada, Kılıç Ali tarafından kaydedilen bir sözü:
- Cumhuriyetçilik ve toplumsal inkılâp, lâiklik ve
yenilikseverlik Türk’ün öz malı ve özelliği haline geldiğini görmek, benim için
büyük bir bahtiyarlık olacaktır. Onun meydana gelişi çok yaklaşmıştır. O günden
sonra medeniyet ve inkılâp yolunun azimkâr yolcuları arasında, elbette görüş ve
düşünüş farkları, tedbir ayrılıkları tabiî olarak ortaya çıkar. Bu
ayrılıklarında millet için, memleket için, devlet için daima hayır ve rahmet
doğacak.
(Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuriyet, Milliyet gazetesi, 2. 11. 1970)
Bu millet, bu memleket, yeni
rejimi üzerinde dünyanın en makbul bir mevcudiyeti olacaktır. Ben bunu kendi
gözlerimle görmeden ölmeyeceğim.
1929 (İkdam gazetesi, 11.8.1929)
Bu kadar matemler ve
felâketler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak
ve orada mesut ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve
Cumhuriyet bayrağı altında bütün evlâtlarını toplu ve dikkatli bulundurmak
lâzımdır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 180)
İzmir suikast teşebbüsünden sonra milletin binlerce telgrafla bu iğrenç
girişimi lânetlemesi ve üzüntülerini bildirmesi münasebetiyle Anadolu Ajansı’na
verdiği demeçten:
Temeli büyük Türk milletinin
ve onun kahraman evlâtlarından oluşan büyük ordumuzun vicdanında, akıl ve
şuurunda kurulmuş olan Cumhuriyetimizin ve milletin ruhundan mülhem
prensiplerimizin, bir vücudun ortadan kaldırılması ile bozulabileceği fikrinde
bulunanlar, çok zayıf dimağlı bedbahtlardır. Bu gibi bedbahtların,
Cumhuriyet’in adalet ve kudret pençesinde lâyık oldukları muameleye maruz
kalmaktan başka nasipleri olamaz. Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak
olacaktır; fakat, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır. Ve Türk milleti
emniyet ve saadetinin kefili olan prensiplerle, medeniyet yolunda, tereddütsüz
yürümeye devam edecektir.
1926 (Atatürk’ün S.D. III, s. 80)
Efendiler! Size şunu
söyleyeyim ki, inkılâpçı Türkiye Cumhuriyeti’ni benim şahsımla var zannedenler
çok aldanıyorlar. Türkiye Cumhuriyeti, her mânası ile, büyük Türk milletinin öz
ve aziz malıdır. Kıymetli evlâtlarının elinde daima yükselecek, ebediyen
yaşayacaktır.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Ata-
türk ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965)
Türk milletinin istikbali,
bugünkü evlâtlarının görüş isabeti, yorulmak itiyadında olmayan çalışma azmiyle
büyük ve parlak olacaktır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 532)
Millî kararlılık ve bilincin kıymetli eseri olan
aziz Cumhuriyet’in, bugünkü ve yarınkı neslin demir ellerinde her an yükselip
sağlamlaşacağına itimadım tamdır.
1927 (Atatürk’ün S.D. II, s. 188)
Atatürk’e ait el yazısı metin :
Benim için bir tek hedef vardır: Cumhuriyet hedefi!
Bu hedefe vasıl olmak için, muayyen yolda yürüyen arkadaşların muvaffak olması
için, başvurulan doğru yolda, namuskârane yolda çok çalışmak ve faal olmak
lâzımdır. Arkadaşlar, benden iltimas beklenmemelidir. Hepiniz, benim nazarımda
kıymetli, yüksek kardeşlersiniz. Ama, hepinize gösterdiğim hedef kutsî bir
hedeftir. Oraya yöneliksiniz. Hanginiz daha güzel yollarla, muvaffakiyetlerle
oraya vasıl olursanız onu takdir edeceğim, alkışlayacağım. Benden iltimas ve
tarafgirlik beklemeyiniz arkadaşlar! Adam olanlar, insan olanlar, fikirleri
olanlar, yüksek ideali olanlar kıymetlerini göstersinler! Benim, size kardeşçe
söyleyeceğim şey budur.
(Afetinan, Atatürk’ün B.N.M., s. 38)
Cumhuriyetimiz, öyle zannolunduğu gibi zayıf
değildir. Cumhuriyet bedeva da kazanılmış değildir. Bunu elde etmek için çok
kan döktük. Her tarafta kırmızı kanımızı akıttık. İcabında müesseselerimizi
müdafaa için lâzım olanı yapmaya hazırız.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, S. 71)
İnkılâbımız, Türkiye’nin asırlar için saadetini
üstüne almıştır. Bize düşen, onu idrak ve takdir ederek çalışmaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II,s.187)
Gelecek nesillerin, Türkiye’de Cumhuriyet’in ilânı
günü, ona en merhametsizce hücum edenlerin başında, cumhuriyetçiyim iddiasında
bulunanların yer aldığını görerek şaşıracaklarını asla farz etmeyiniz! Bilâkis,
Türkiye’nin aydın ve cumhuriyetçi çocukları, böyle cumhuriyetçi geçinmiş
olanların hakikî zihniyetlerini tahlil ve tespitte hiç de tereddüde
düşmeyeceklerdir. Onlar, kolaylıkla anlayacaklardır ki, çürümüş bir hanedanın,
halife unvanıyla başının üstünden zerre kadar uzaklaşmasına imkân kalmayacak
surette muhafazasını mecburî kılan bir devlet şeklinde, cumhuriyet idaresi ilân
olunsa bile, onu yaşatmak mümkün değildir.
1927 (Nutuk II, s. 831)
İslâm dinini, asırlardan beri alışılageldiği veçhile
bir siyaset vasıtası mevkiinden uzaklaştırmak ve yüceltmek gerekli olduğu
gerçeğini görüyoruz. Mukaddes ve tanrısal inançlarımızı ve vicdanî
değerlerimizi, karanlık ve kararsız olan ve her türlü menfaat ve ihtiraslara
görünüş sahnesi olan siyasiyattan ve siyasetin bütün kısımlarından bir an evvel
ve kesin şekilde kurtarmak, milletin dünyevî ve uhrevî saadetinin emrettiği bir
zarurettir. Ancak bu suretle İslâm dininin yüksekliği belirir.
1924 (Atatürk’ün S.D. I, s. 318)
Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin
tabiî haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 464)
Din ve mezhep, herkesin vicdanına kalmış bir iştir.
Hiçbir kimse hiçbir kimseyi ne bir din, ne de mezhep kabulüne zorlayabilir.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 57)
Serbest Fırka Lideri Fethi Okyar’a verdiği cevaptan:
Memnuniyetle görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında
beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta bir taraflı olarak daima aradığım ve
arayacağım temel budur.
1930 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 544)
Cumhuriyetçilik ve toplumsal inkılâp, lâiklik ve
yenilikseverlik, Türk’ün öz malı ve özelliği haline geldiğini görmek, benim
için büyük bir bahtiyarlık olacaktır.
(Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhuri-
yet, Milliyet gazetesi, 2.11.1970)
Türk milleti, halk idaresi olan cumhuriyetle idare
olunur bir devlettir. Türk Devleti lâiktir. Her reşit dinini seçmekte
serbesttir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 352)
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmî dini yoktur. Devlet
idaresinde bütün kanunlar, nizamlar ilmin çağdaş medeniyete temin ettiği esas
ve şekillere, dünya ihtiyaçlarına göre yapılır ve tatbik edilir. Din telâkkisi
vicdanî olduğundan, Cumhuriyet, din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve
siyasetten ayrı tutmayı, milletimizin çağdaş ilerlemesinde başlıca muvaffakiyet
etkeni görür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 56)
Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle
karıştırmıyoruz. Millet ve devlet işlerinin Kâbesi, millî egemenliğin belirdiği
Büyük Millet Meclisi’dir. Din işlerinin mihrabı ise insanların, şahısların
vicdanlarıdır.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 13. VII. 1949)
Artık Türkiye, din ve şeriat oyunlarına sahne
olmaktan çok yüksektir. Bu gibi oyuncular varsa, kendilerine başka taraflarda
sahne arasınlar! Mazinin dalgınlıkları, paslı durgunlukları, Türkiye halkının
dimağından silinmiş olduğunda şüphe ve tereddüde yer yoktur. Eriştiğimiz mesut
vaziyetten bir adım geriye gitmek, kimsenin söz konusu etmeye dahi yetkili
olmadığı kat’i bir hakikattir.
1924 (Atatürk’ün S.D. III, s. 76)
Dinden maddî menfaat temin edenler, iğrenç
kimselerdir. İşte biz, bu vaziyete karşıyız ve buna müsaade etmiyoruz. Bu gibi
din ticareti yapan insanlar, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve
sizlerin asıl mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.
1930 (Kılıç Ali, Atatürk’ün
Hususiyetleri, 1955, s. 116)
Medeniyetin ne olduğunu başka başka tarif edenler
vardır. Bence medeniyeti, kültürden ayırmak güçtür ve lüzumsuzdur. Bu görüşümü
izah için kültür ne demektir tarif edeyim : Bir insan cemiyetinin a- Devlet
hayatında, b- Fikir hayatında yani
ilimde, içtimaiyatta ve güzel sanatlarda, c- İktisadî hayatta yani ziraatte,
sanatta, ticarette kara, deniz ve havaya ait ulaşım işlerinde yapabildiği şeylerin
bileşkesidir. Bir milletin medeniyeti denildiği zaman, kültür namı altında
saydığımız üç nevi faaliyet bileşkesinden hariç ve başka bir şey olamayacağını
zannederim. Şüphesiz her insan cemiyetinin kültürü, yani medeniyet derecesi bir
olamaz. Bu farklar, devlet, fikir, iktisadî hayatların her birinde ayrı ayrı
göze çarptığı gibi bu fark, üçünün bileşkesi üzerinde de görünür. Mühim olan
bileşkeler üzerindeki farktır. Yüksek bir kültür, onun sahibi olan millette
kalmaz, diğer milletlerde de tesirini gösterir, büyük kıtalara şamil olur.
Belki bu itibarla olacak, bazı milletler yüksek ve kapsamlı kültüre, medeniyet
diyorlar. Avrupa medeniyeti, şimdiki çağ medeniyeti gibi.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 267)
Medeniyet demek, af ve müsamaha demektir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 29)
Zulüm, medeniyetle uyuşamaz. Yeteneksizlik de affa
lâyık bir şey olamaz. Çünkü, milletler işgal ettikleri arazinin hakikî sahibi
olmakla beraber beşeriyetin vekilleri olarak da o arazide bulunurlar. O
arazinin servet kaynaklarından hem kendileri istifade eder ve dolayısıyla bütün
beşeriyeti istifade ettirmekle görevlidirler. Bu prensibe göre, bundan âciz
olan milletler yaşama ve bağımsızlık hakkına lâyık olamamak lâzım gelir.
1920 (Nutuk III, s. 1182)
Medeniyetin coşkun seli karşısında mukavemet
boşunadır ve o, gafil ve itaatsizler hakkında çok amansızdır. Dağları delen,
göklerde uçan, göze görünmeyen zerrelerden yıldızlara kadar her şeyi gören,
aydınlatan, tetkik eden medeniyetin kudret ve yüksekliği karşısında, ortaçağa
ait zihniyetlerle, iptidaî hurafelerle yürümeye çalışan milletler, mahvolmaya
veya hiç olmazsa esir ve aşağı olmağa mahkûmdurlar. Halbuki Türkiye Cumhuriyeti
halkı, yenileşen ve olgun bir kütle olarak ilelebet yaşamaya karar vermiş,
esaret zincirlerini ise tarihte görülmemiş kahramanlıklarla parça parça
etmiştir.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 47)
Benim kanaatim o idi ki ve daima o oldu ki, dünyada
insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini
kendilerinde görmelidirler... Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı
olmalıdırlar. Yoksa, hiçbir medenî millet, onları kendi sırasında ve safında
görmek istemez.
1926 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 99-100)
Bilirsiniz ki dünyada her milletin varlığı, kıymeti,
hürriyet ve bağımsızlık hakkı, sahip olduğu ve yapacağı medenî eserlerle
orantılıdır. Medenî eser vücuda getirmek kabiliyetinden mahrum olan milletler,
hürriyet ve bağımsızlıklarından soyunmaya mahkûmdurlar. Medeniyet yolunda
yürümek ve muvaffak olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde ileri değil,
geriye bakmak bilgisizliği ve ihtiyatsızlığı gösterenler, umumî medeniyetin
coşkun seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 85)
Medeniyet yolunda muvaffakiyet, yenileşmeye
bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta, ilim ve fen sahasında muvaffak
olmak için yegâne gelişme ve ilerleme yolu budur. Hayat ve yaşayışa hâkim olan
hükümlerin zaman ile değişme, gelişme ve yenileşmesi zarurîdir. Medeniyetin
icatları, fennin harikaları, cihanı değişiklikten değişikliğe sürüklediği bir
devirde asırlık köhne zihniyetlerle, maziye düşkünlükle mevcudiyetin muhafazası
mümkün değildir. Medeniyetten bahsederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki,
medeniyetin esası, ilerleme ve kuvvetin temeli aile hayatındadır. Bu hayatta
fenalık, muhakkak sosyal, iktisadî, siyasî güçsüzlüğe sebep olur. Aileyi teşkil
eden kadın ve erkek unsurların tabiî haklarına malik olmaları, aile
vazifelerini yürütmeye yetenekli bulunmaları lâzımdır.
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 85)
Biz, kendi benliğimiz içinde ve kendi mizaç ve
tabiatımızla ilerliyoruz ve ilerleyeceğiz.
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 199)
Bağımsızlığını ve değerini dünyaya tanıtmak
özellikleri, liyakati ve kudreti taşıyan milletlerin, medeniyet yolunda da
hızlı ve başarılı adımlarla ilerlemek istidatları, kabul olunmak lâzımdır.
Gerçi bir toplumun zamanla kökleşmiş örf ve âdetleri, hisleri ve inanışları
mühimdir. Bu itibarla, toplumlar, ön ayak
olacak fertler üzerinde, âdeta âmir ve hâkim bir tesir gösterirler. Fakat,
yaradılıştaki istidat ve liyakati, gelişme ve yükselmeye erişmiş milletler,
medeniyetin bugünkü gelişmelerinden feyiz ve ilham almış aydın evlâtlarının
sevk ve rehberliğiyle, mazide kaçırdıkları fırsatların doğurduğu gecikmeleri,
telâfi çaresini bulmakta gecikmezler.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 249)
Ülküyü kafasında daima canlı bulunduranların attığı
kuvvetli ve maddî adımlar, esersiz kalmamıştır. Fakat, her adımı kısa ve noksan
görmek, her an daha uzun ve art arda esaslı adımlarla ileriye yürümek, bütün
vatandaşlarca esas meslek sayıldıkça israf olunan uzun asırların kaybının
nispeten az zamanda telâfisinin mümkün olacağı kanaatindeyim.
1924 (Atatürk’ün S.D. III, s. 75)
Bugünkü Türk milleti, mazinin en derin medeniyetlerinde
kuruculuk iddia eden bu Türk milletinin bugünkü çocukları, açık ve sağlam yolu
bulmuşlardır.
1930 (Asım Us, Gördüklerim,
Duyduklarım, Duygularım, s. 141)
Memleket mutlaka çağdaş, medenî ve yepyeni
olacaktır. Bizim için bu, hayat davasıdır. Bütün fedakârlığımızın faydalı bir
sonuç vermesi buna bağlıdır. Türkiye, ya yeni fikirle donatılmış, namuslu bir
idare olacaktır ve yahut
olamayacaktır.Halk ile çok temasım vardır. O saf kitle, bilmezsiniz ne kadar
yenilik taraftarıdır. Yapacağımız işlerde hiçbir zaman bu engeller, kesif
tabakadan gelmeyecektir. Halk müreffeh, bağımsız, zengin olmak istiyor;
komşularının refahını gördüğü halde, fakir olmak pek ağırdır. Gerici fikirler
besleyenler belli bir sınıfa dayanabileceklerini zannediyorlar. Bu kat’iyen bir
vehimdir, bir zandır. Gelişme yolumuzun önüne dikilmek isteyenleri ezip
geçeceğiz. Yenileşme yolunda duracak değiliz. Dünya müthiş bir cereyanla
ilerliyor. Biz bu ahengin haricinde kalabilir miyiz?
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 72)
Memleketimizi çağdaşlaştırmak istiyoruz. Bütün
mesaimiz Türkiye’de çağdaş, bu nedenle batılı bir hükûmet vücuda getirmektir.
Medeniyete girmek arzu edip de, batıya yönelmemiş millet hangisidir? Bir
istikamette yürümek azminde olan ve hareketinin, ayağında bağlı zincirlerle güçleştirildiğini
gören insan ne yapar? Zincirleri kırar, yürür!
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 68)
Türk milletinin gelişmesine asırlardan beri karşı
koyan engelleri kaldırmak ve genel hayata çağdaş medeniyetin kanunlarını ve vasıtalarını vermek için sarf ettiğimiz
çalışmanın, milletin umumî tasvibini kazandığı muhakkaktır.
1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 331-332)
Bugüne kadar elde ettiğimiz başarı, bize ancak
ilerleme ve medeniyete doğru bir yol açmıştır; yoksa ilerleme ve medeniyete
henüz ulaşılmış değildir. Bize ve torunlarımıza düşen vazife, bu yol üzerinde
tereddütsüz yürümektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, S. 307)
Gezdiğim ve gördüğüm her yerde millet, bilgisizlik
ve taassuba harp ilânı halindedir. Medeniyet ve yenilik yolunda bir an
kaybetmeye izni yoktur. Paslı beyinlerin şuursuz sözleri, anide milletin
müşterek ve müthiş öfkesiyle bunalmaktadır. Bunu gözlerimle gördüm.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 149)
Sosyal ve ekonomik hayatımız, medenî milletlerin
eriştiği derecelere göre düzeltilmelidir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 4. 12. 1929)
Biz, her görüş açısından medenî insan olmalıyız. Çok
acılar gördük. Bunun sebebi, dünyanın vaziyetini anlamayışımızdır. Fikrimiz,
düşüncemiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Şunun bunun sözüne ehemmiyet
vermeyeceğiz. Bütün Türk ve İslâm âlemine bakın: Düşüncelerini, fikirlerini,
medeniyetin emrettiği değişiklik ve ilerlemeye uydurmadıklarından ne büyük
felâket ve ıstırap içindedirler. Bizim de şimdiye kadar geri kalmamız, en
nihayet son felâket çamuruna batışımız bundandır. Beş altı sene içinde
kendimizi kurtarmışsak zihniyetlerimizdeki değişmedendir. Artık duramayız;
mutlaka ileri gideceğiz, çünkü mecburuz! Millet açıkça bilmelidir: Medeniyet
öyle kuvvetli bir ateştir ki, ona kayıtsız olanları yakar, mahveder. İçinde
bulunduğumuz medeniyet ailesinde lâyık olduğumuz yeri bulacak ve onu koruyacak
ve yükselteceğiz. Refah, mutluluk ve insanlık bundadır.
1925 ( Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ. S., s. 18)
İlerlemeyi, yükselmeyi ve asrın icabını seven ve
isteyen güzide bir halkımız vardır. Türk’e müspet ve iyi bir şey veriniz, bunu
reddetmesi ihtimali yoktur. Fakat düne kadar ona menfi ve ezici şeyler
verdikten sonra bunun neticelerinden yine onu kabahatli görmek haksızdır,
haksızlıktır. Halkın karanlığı aşmak, refaha ve iyiliğe varmak arzusu el ile
tutulacak kadar barizdir. Cumhuriyetin eli bu arzuyu tutmuştur ve bundan
dolayı, tarihin daima takdis ettiği, halkı istediği gayeye ulaştıracaktır.
1924 (Reşit Metel, Atatürk
ve Donanma 1966, s. 87)
Vatan artık bayındır hale getirilme istiyor,
zenginlik ve refah istiyor! İlim ve bilgi, yüksek medeniyet, hür fikir ve hür
zihniyet istiyor! Şeref, namus, bağımsızlık, öz varlık, vatanın bu isteklerini
tam olarak ve hızla yerine getirmek için esaslı ve ciddî bir şekilde çalışmayı
emreder.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 180)
İnkılâbın temellerini her gün derinleştirmek,
desteklemek lâzımdır. Birbirimizi aldatmayalım, medenî dünya çok ilerdedir.
Buna yetişmek, o medeniyet dairesine dahil olmak mecburiyetindeyiz. Bütün boş
ve temelsiz sözleri ortadan kaldırmak lâzımdır. Şapka giyelim mi, giymeyelim mi
gibi sözler mânasızdır. Şapka da giyeceğiz, batının her türlü medenî eserlerini
de alacağız. Medenî olmayan insanlar, medenî olanların ayakları altında kalmaya
maruzdur.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 223)
Ben, şimdiye kadar millet ve memleket iyiliğine ne
gibi hamleler, inkılâplar yapmış isem, hep böyle halkımızla temas ederek,
onların ilgi ve sevgilerinden, gösterdikleri samimiyetten kuvvet ve ilham
alarak yaptım. Hedefimiz, gayemiz hep millet ve memleketimizin kurtuluşu,
mutluluğu ve gelişmesidir. Şimdiye kadar yaptığımız işlerde ve aldığımız kararlarda, bizi aldatan ve millet aleyhine
neticelenen hiçbir şeyimiz yoktur ve gösterilemez. Milletimizi, en kısa yoldan medeniyetin
nimetlerine kavuşturmaya, mesut ve müreffeh kılmaya çalışacağız ve bunu yapmaya
mecburuz.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ. S., s. 39)
Türk milleti, her gün yeniden yeniye ve çok dikkatli
tetkik olunmaya değeri olan bir cevherdir. Bugün başları yüksekte, alınları
hürriyet ve medeniyet güneşiyle parlayan Türk milletinin, onun kıymet ve
önemini görmek istemeyenlere yakın bir gelecekte gerçeği, reddi ve inkârı
imkânsız bir tarzda itiraf ettireceğine asla şüphe edilmesin ve bütün dünya
bilmeli ki, Türk milleti artık, mazinin bin türlü fenalıkları eseri olarak
beyninde yer tutan pası tamamen silmiştir. Gözleri önünde her gün biraz daha
fazla yoğunlaştırılmak istenen bulutları, kesinlikle dağıtmıştır. Artık bütün
anlamıyla ve bütün çıplaklığıyla gerçeği görüyor ve anlıyor. Bu milleti bütün
varlığıyla temas ettiği gerçekten, gerçeğe yürümekten menetmek imkân ve
ihtimali kalmamıştır. Türk milletini kendi nefsini bile anlamaktan meneden
seller, setler imha edilmiştir, yıkılmıştır ve sürekli olarak imha edilecektir,
yıkılacaktır. Kesinlikle millet, tuttuğu yolda süratle, şiddetle yürüyecek ve
mutlaka lâyık olduğu mutluluk ve iyi sonuca kavuşacaktır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, 222)
Hakikî insanlık tereddütsüz kabul eder ki, Türkiye
Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler, butün dünya medeniyet ve
insanlığı için bir davranış örneğidir. Yalnız bu kadar değil, Türkler tarihin
çok eski devirlerinde beşeriyete yaptıkları kültürel vazifeleri yeniden, fakat
bu sefer daha iyi surette yapmaya hazırlanan yüksek bir varlıktır.
1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 591)
İmparatorluk zamanında sultanın hükûmetleri, Türk
milletinin Avrupa ile temasına mâni olmak için ellerinden geleni yapmışlar ve
milletin arzu ve iradesinden uzak ve ayrı olarak devleti idare etmişler ve Türk
milletini gelişmeden hariç bırakmışlardır. Biz milliyetçiler, gözleri açık
adamlarız. Gözlerimizi her gün daha ziyade açmaktayız ve gerek içerde ve gerek
hariçte olup biteni görüyoruz. Milletimizin medenî milletlerle temasını kolaylaştırmak,
menfaatlerimiz için gereklidir. Bu temasın, münasebetlerin yeniden kurulmasını
yalnız arzu etmekle kalmıyoruz; onları geliştirmek için her şey yapıyoruz.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 65)
Şu bilinsin ki, biz yabancılara karşı herhangi
düşmanca bir his beslemediğimiz gibi onlarla samimî münasebetlerde bulunmak
arzusundayız. Türkler, bütün medenî milletlerin dostlarıdır. Yabancılar
memleketimize gelsinler; bize zarar vermemek, hürriyetlerimize güçlükler
çıkarmaya çalışmamak şartıyla burada daima iyi kabul göreceklerdir. Maksadımız,
yeniden yakınlık meydana getirmek, bizi başka milletlere bağlayan ilişkileri
artırmaktır. Memleketler muhteliftir; fakat medeniyet birdir ve bir milletin
gelişmesi için de bu yegâne medeniyete iştirak etmesi lâzımdır. Osmanlı
İmparatorluğunun çöküşü, batıya karşı elde ettiği zaferlerden çok mağrur
olarak, kendisini Avrupa milletlerine bağlayan ilişkileri kestiği gün
başlamıştır. Bu, bir hata idi, bunu tekrar etmeyeceğiz.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 67-68)
Biz, batı medeniyetini bir taklitçilik yapalım diye
almıyoruz. Onda iyi olarak gördüklerimizi, kendi bünyemize uygun bulduğumuz
için, dünya medeniyet seviyesi içinde benimsiyoruz.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 176)
İnkılâp, mevcut müesseseleri zorla değiştirmek
demektir. Türk milletini son asırlarda geri bırakmış olan müesseseleri yıkarak
yerlerine, milletin en yüksek medenî icaplara göre ilerlemesini temin edecek
yeni müesseseleri koymuş olmaktır.
1933 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 250)
Biz Türkler, özellikle bu yüksek Türk İnkılâbı’nı
yapmış olanlar bilmelidirler ki, bizi lâyık olduğumuz seviyeye çıkarmakta
herhangi bir yabancı âlim, yabancı dâhi, dâhi olsa muktedir olamayacaktır.
Düştüğümüz uçurumdan bizi kurtaracak, âlemin en yüksek katlı alanına çıkaracak,
yine bu uçurumdan çıkıp yükselmesini bilenler olacaktır. Bu adamlar, bu
uçurumdan kendini ve milletini kurtarmış olanlar, medeniyet dünyasında yüksek
gibi görünen her adamın varlığından, tetkiklerinden, fikir ve görüşlerinden
istifade etmekte daima isabetli davranmış sayılacaktır; fakat bu noktadaki
isabeti, kendisinin mensup olduğu memleket ve milleti hakkında karar vermesi
için asla isabetli sayılamayacaktır. Burda, ihtiyat kaydını gözden
uzaklaştırmayacaktır.
1932 (A.Ü.R.İ.N., s. 9)
Türk İnkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin ilk anda
işaret ettiği ihtilâl mânasından başka, ondan daha geniş bir değişikliği ifade
etmektedir. Bugünkü Devletimizin şekli, asırlardan beri gelen eski şekilleri
ortadan kaldıran en gelişmiş tarz olmuştur. Milletin, varlığını devam ettirmesi
için fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlardan beri gelen şekil ve
mahiyetini değiştirmiş, yani millet, dinî ve mezhebî bağlantı yerine Türk
milliyeti bağıyla fertlerini toplamıştır. Millet, uluslararası umumî mücadele
sahasında hayat sebebi ve kuvvet sebebi olacak ilim ve vasıtanın ancak çağdaş
medeniyette bulunabileceğini, bir değişmez gerçek olarak prensip saymıştır.
Netice olarak, millet saydığım değişiklik ve inkılâpların tabiî ve zarurî icabı
olarak umumî idaresinin ve bütün kanunlarının, ancak dünyevî ihtiyaçlardan
mülhem ve ihtiyacın değişme ve gelişmesiyle sürekli olarak değişme ve gelişmesi
esas olan dünyevî bir zihniyeti, hayatı boyunca devam edecek bir idare
saymıştır. Büyük milletimizin hayatının seyrinde vücuda getirdiği bu
değişiklikler, herhangi bir ihtilâlden çok fazla, çok yüksek olan en muazzam
inkılâplardandır. Çok milletlerin kurtuluş ve yükselme mücadelesinde
şahlandıkları görülmüştür. Fakat bu şahlanma, Türk milletinin şuurlu
şahlanmasına benzemez.
1925 (M.E.İ.S.D. I, s. 28)
Türkiye’nin her köşesinde ihtilâl ve inkılâp, hakikî
Türklüğe kavuşma mücadelesi olmuştur.
1937 (Ayın Tarihi, Sayı: 49, 1938, s. 44)
İstiklâl Savaşı ve Türk İnkılâbı, her hamlesinde ve
her safhasında, milletimizin yüksek siyasî ve medenî karakteriyle memleket
işlerindeki şuurlu birliğine dayanarak muvaffak olmuştur.
1938 (Ulus gazetesi, 16. 10. 1938)
Cumhuriyetin 10. yıldönümü münasebetiyle 29 Ekim 1933 günü
kordiplomatiği kabulü sırasında söylemiştir:
Türk İnkılâbı kurucudur. Türk İhtilâli, yüksek bir
insanî ülkü ile birleşmiş vatanperverlik eseridir. Çocuklarına, bütün
güzellikleri ve bütün büyüklükleri görmek ve aynı zamanda bütün sefaletlere
acımak sanatını öğretmektedir. Bu inkılâbın ateşli ve imanlı bir yapıcısı
sıfatıyla dünyaya açık yürekle, samimiyetle ve dostlukla bakıyorum. Bu heyecan
ve büyük sevinç gününde size bu samimî teminatı vermekledir ki,
memleketlerinize karşı olan hissiyatımı en iyi bir tarzda ifade etmiş oluyorum.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 30.X.1933, s. 2)
Hakikî inkılâpçılar onlardır ki, ilerleme ve
yenileşme inkılâbına yöneltmek istedikleri insanların ruh ve vicdanlarındaki
gerçek eğilime sızmasını bilirler. Bu münasebetle şunu da ifade edeyim ki, Türk
milletinin son senelerde gösterdiği harikaların, yaptığı siyasî, sosyal
inkılâpların gerçek sahibi kendisidir; sizsiniz! Bu istidat ve gelişme mevcut
olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet ve kudret kâfi gelemezdi. Herhangi bir
gelişme devresinde bulunan bir insan kütlesini, bulunduğu vaziyetten kaldırıp damdan
düşer gibi filân gelişme seviyesine eriştirmek imkânsızlığı tabiî izaha muhtaç
değildir.
Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâpların
gayesi, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağımıza uygun ve bütün mâna ve
biçimiyle medenî bir toplum haline ulaştırmaktadır. İnkılâplarımızın temel
prensibi budur. Bu gerçeği kabul edemeyen zihniyetleri darmadağın etmek
zarurîdir. Şimdiye kadar milletin dimağını paslandıran, uyuşturan bu zihniyette
bulunanlar olmuştur. Herhalde zihniyetlerde mevcut hurafeler tamamen
kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça, dimağa gerçek parıltılarını yerleştirmek
imkânsızdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 214)
Ey memleketini seven ve memleketi, milleti için
hayatını fedadan çekinmemiş bulunan kıymetli vatandaşlar! Hep beraber bütün
dünyaya açık ifade edelim ki, bunca inkılâpların bilinçli kahramanı olan bu
millet, medeniyet güneşinin bütün sıcaklığını almıştır. Şüphe etmeye yer var
mıdır ki, bu sıcaklığın verimli sonuçları elbette olupbitti halinde gür olarak
fışkırmaktadır. Gerçi çok kısa zamanda hızlı ve yoğun denilecek kadar siyasî,
idarî, toplumsal inkılâplar yaptık. Bu yaptıklarımızın sürat ve yoğunluğundan,
ancak memnuniyetle ve bahtiyarlıkla söz edilebilir; çünkü bu böyle olmasaydı,
kurtuluş ihtimali tehlikeye düşebilirdi. Kabul etmek uygundur ki ve böyle
yapmak zorunluluğu içindir ki , böyle yaptık.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 209)
Uçurum
kenarında yıkık bir ülke... Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar... Yıllarca
süren savaş.. Ondan sonra, içerde ve dışarda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni
sosyete, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız, devrimler.. İşte Türk
Genel Devrimi’nin bir kısa ifadesi...
1935 (Atatürk’ün S.D.I, s. 365)
Kültürel ve sosyal alanda başardığımız işler,
Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çehresini, kesin çizgileriyle ortaya
çıkarmıştır. Yeni harfleri, ulusal tarihi, öz dili, ar, ilimsel müzik ve teknik
kurumlarıyla kadını erkeği her hakta eşit, modern Türk toplumu bu son yılların
eseridir. Türk ulusu, ancak varlığını derin ve sağlam kültür sınırları ile
çevreledikten sonradır ki, onun yüksek kapasitesi ve erdemi, uluslar arasında
tanılır. Türk ulusuna doğal rengini veren bu devrimlerden her biri, çok geniş
tarihsel devirlerin öğünebileceği büyük işlerden sayılsa yeridir.
1935 (Atatürk’ün S.D.I, s. 366)
Türkiye’yi, derece derece mi ilerletmeli, ani olarak
mı? İki sistem var, biri malûm büyük Fransız İhtilâli’ndeki tarz; rejimler
değişecek, ihtilâllere karşı mukabil ihtilâller yapılacak. Sağ solu tepeler,
sol sağı süpürürken bir de bakılacak ki bir buçuk asırlık zaman geçmiş... Bu
milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş zaman var mı?
1922 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 73)
Arkadaşlar, zaman, gelip geçen hadiseler, takip
ettiğimiz istikamette bizi aldatmamıştır. Bu yol üzerinde, her gün daha çok
aydınlanarak hedefe yürüyeceğiz. Bizimle beraber yürümek istemeyenlere birşey
diyemeyeceğiz. Onlar da istedikleri gibi hareket ederler. Bizim, hedeflerimize
doğru yürürken isabetli olduğumuza ve en nihayet muvaffakiyetle hedefe
erişeceğimize itimadımız o kadar kuvvetlidir ki, şunun ve bunun müteessir
olması bizi asla etkilemez. Belki uyarır, daha çok dikkatli yapar. Yalnız, bizi
geriye götürecek olanların takip edecekleri istikamete asla müsait davranmayız!
Kanunlarımız müsait değilse o kanunları değiştiririz, yeni kanun yaparız. En
nihayet lüzum ve mecburiyet görürsek bu yolda her şeyin üstüne çıkarak
hedefimize yürümekte, asla tereddüt etmeyiz.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 25, Sayı: 82-83)
Biliyorsunuz ki, Fransız Büyük İnkılâbı hemen yüz
sene devam etmiştir. Üç senede esaslı bir inkılâbın biteceğini farz etmek hata
olur. Belki, zaman zaman şöyle veya böyle bir şeyler olacaktır. Kanaatimizi
sabit, muvaffakiyet ümidimizi hâkim bulundurmak sayesinde mutlaka galip
geleceğiz. Hocaları memnun edelim, İslâm âlemini memnun edelim, herkesi memnun
edelim dersek, mümkün olsun, hepsi memnun olsun; ama biz maksadı temin etmiş
olmayız. İdare-i maslahatçılar esaslı inkılâp yapamaz. Bugünkü sefalet ve
rezalet içinde esasen kimseyi memnun etmeye imkan yoktur. Memleket mamur,
millet zengin olduğu zaman herkes memnun olur.
1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün
İzmit Basın Toplantısı, s. 55)
İnkılâp hareketlerinde dikkat edilecek nokta, insan
cemiyetlerinin emellerini, fikirlerini teşhis ettikten sonra, onlara
yenilikleri kabul ettirebilmektir.
(Afetinan M.Kemal Atatürk’
ün Karlsbad Hatıraları, s. 61)
En büyük inkılâp eseriniz hangisidir? sorusuna verdiği cevap:
- Benim yaptıklarım, birbirine bağlı ve lüzumlu
işlerdir. Bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan sorunuz!
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s 119)
İnkılâbın kanunu, mevcut kanunların üstündedir. Bizi
öldürmedikçe, bizim kafalarımızdaki cereyanı boğmadıkça başladığımız inkılâp ve
yenilik, bir an bile durmayacaktır; bizden sonraki devirlerde de böyle
olacaktır.
1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün
İzmit Basın Toplantısı, s. 56)
İnkılâp, güneş kadar parlak, güneş kadar sıcak ve
güneş kadar bizden uzaktır. İstikametimi daima o güneşe bakarak tâyin eder ve
öylece ilerlerim, ilerlerim; parlaklığı ve sıcaklığı ilerlememe müsaade
edinceye kadar ilerlerim. Tekrar ilerlemeye devam etmek üzere dururum; tekrar o
güneşe bakarak istikamet alırım.
(Ahmed Cevat Emre, Muhit Mec.,
Sene : 4, No : 48, 1932, s. 2)
İnkılâp ve ilkelerinin doktrine dayanması görüşüne verdiği cevap:
- O zaman donar kalırız.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk’ün
İdeolojisi, Milliyet gazetesi, 13. XI. 1970)
Kudretsiz beyinler, zayıf gözler gerçeği kolaylıkla
göremezler. O gibiler, büyük Türk milletinin yüksek seviyesine nazaran geri
adamlardır. Fakat, zaman bütün gerçekleri, en geri olanlara dahi anlatacaktır.
1925 (M.E.İ.S.D.I, s. 27)
Adımlarını, attığımız medeniyet ve yenilik
adımlarına uydurmak istemeyenler ne bedbahttırlar! Bu gibiler hâlâ milleti
aldatacaklarını ümit ediyorlarsa bu ümitleri, kendilerinin zarara
uğramalarından başka bir netice vermeyeceğine şimdiden emin olabilirler.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 223)
Beyinleri birtakım ihtiraslı hislerin dalgalandığı
yer olan insanların görüşü ile ve birtakım boş zanlarla gerçeği değiştirmek ve
hakkı söndürmek mümkün değildir ve bugüne kadar dünyada buna imkân
bulunamamıştır.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 35)
Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki,
muayyen maksatlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne kadar kuvvet varsa
hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete yöneltmek lâzım gelir. Yakın
senelerde milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin mühim
neticelerini kavramıştır. Memleketin ve inkılâbın, içeriden ve dışarıdan
gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi
kuvvetlerin bir yerde toplanması lâzımdır. Aynı cinsten olan kuvvetler,
müşterek gaye yolunda birleşmelidir.
1931 (Atatürk’ün S.D. III, s. 90)
Bütün dünya bilsin ki, benim için bir taraflılık
vardır: Cumhuriyet taraftarlığı, fikrî ve sosyal inkılâp taraftarlığı. Bu
noktada, yeni Türkiye topluluğunda bir ferdi, hariç düşünmek istemiyorum.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 189)
Politika âleminde, birçok oyunlar görülür. Fakat,
kutsal bir ülkünün belirtisi olan cumhuriyet idaresine, çağdaş harekete karşı
bilgisizlik ve taassup ve her nevi düşmanlık ayağı kalktığı zaman, bilhassa
ilerici ve cumhuriyetçi olanların yeri, gerçek ilerici ve cumhuriyetçi
olanların yanıdır; yoksa gericilerin ümit ve faaliyet kaynağı olan yer değil...
1937 (Nutuk II, s. 893)
Genç fikirli demek, doğruya gören ve anlayan hakikî
fikirli demektir. Milletin hâkim emelleri, görüş noktası budur. Hepimiz ona
uymaya mecburuz.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 55)
Milleti sevk ve idare edenlerin dayanağı, ordu olmuştur.
Diğer milletlerde ordu ile millet, daima birbiriyle karşı karşıyadır. Halbuki,
bizde tamamiyle olay tersinedir. İkinci Meşrutiyeti, kahraman subaylarımız ilân
ettikleri gibi bu inkılâpları da yine bunların fedakârlığına borçluyuz.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 55)
Arkadaşlar, yaptığımız ve yapmakta olduğumuz
inkılâplar için aydınlığın ve aydının yoluna gideceğiz; hedef ve hünerimiz,
cahil kütleyi de aydınlatarak yolumuzda yürütmek ve onu aydınlığa çıkarmaktır.
Cumhuriyetimizi, çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmak isteğimizi köstekleyecek
herhangi bir referanduma gitmek, yalnız cehalet değil, hıyanet olur. Yüzde
seksenine okuma yazma öğretilmemiş bir memlekette inkılâplar plebisitle
olmaz!...
1934 (Baki Vandemir, Yerli yabancı
80 imza Atatürk’ü anlatıyor, s. 172)
Milletin uyanıklığına, milletin ilerleme ve gelişme
istidadına güvenerek, milletin azminden asla şüphe etmeyerek Cumhuriyetin bütün
gereklerini yapacağız. Birçok güçlükler
ve engeller karşısında bulunduğunuzu biliyoruz. Bunların hepsini tetkik ile,
azim ve iman ile ve millet aşkının sarsılmaz kuvvetiyle birer birer çözüp
sonuçlandıracağız. O millet aşkı ki, herşeye rağmen sinemizde sönmez bir
kuvvet, dayanıklılık ve ateş kaynağıdır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 166)
Bizim milletimiz vatanı için, hürriyeti ve
egemenliği için fedakâr bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz, yaptığı
inkılâpların kıskanç savunucusudur da. Benliğinde bu faziletler yerleşmiş bir
milleti, yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 84)
Türkiye’de doğan inkılâp güneşi yükselerek
hararetini yaydıkça, Türk milletinin kalbi büsbütün dünyanın büyük ve takdire
değer eserlerine karşı sıcak bir sevgiyle dolmuş, bütün ilerleme ilkelerini
bütünüyle benimsemiştir.
1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 560)
Milletimizin sağlam bir bilince sahip olduğuna,
kahramanı olduğu büyük ve gerçekleşmiş eserler ve olaylardan sonra kimsenin
şüphe etmeye hakkı kalmamıştır. Bilinç daima ileriye ve yeniliğe götürür ve geriye
dönüş kabul etmez bir haslet olduğuna göre, Türkiye Cumhuriyeti halkı ileriye
ve yeniliğe uzun adımlarla yürümeye devam edecektir. Bilinçte bozukluk
görülmedikçe geriye gitmek ve durmak hatıra bile gelemez.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 214)
Artık bugün,
hayat ve insaniyet gerekleri, bütün açıklığıyla belirmiştir. Bunlara aykırı
olan rivayetler ahlâk ve imana esas olamaz. Hakikat belirince yalan ortadan
kalkar. Boş sözler, hurafeler kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve
olgunlaşmaya istidatlı olan milletimizin sosyal ve düşünsel adımlarını
kısaltmak istiyen engeller mutlaka ortadan kaldırılmalıdır.
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 86)
Milleti hazırlamadan
inkılâplar yapılamaz.
(Afetinan, Kemal Atatürk’ü Anarken, 1956, s. 54)
Yapılan işlerde halkın eğilimlerini dikkatte
tutmalıyız. Halka karşı gitmemeliyiz. Fakat, prensiplerimiz davasında bir tek
kişi kalsak, başımızı verir, taviz vermeyiz!
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya II, s. 587)
Belediye seçimlerinin sonuçları üzerine Başbakan Celâl Bayar’a çektiği
telgraf :
Dün ve bugün olduğu gibi yarın dahi memleket ve
millet için yegâne kudret, ikbal ve refah kaynağı olan inkılâp prensiplerinin
ve Cumhuriyet rejiminin tatbikatı üzerinde fikir ve elbirliğinin bu yeni
tezahüründen dolayı aziz vatandaşlarımıza, Parti ve Hükûmet teşkilâtına tebrik,
teşekkür ve muhabbetlerimin ulaştırılmasını rica ederim.
1938 (Cumhuriyet gazetesi, 16.10.1938)
Biz, büyük bir inkılâp yaptık. Memleketi bir çağdan
alıp yeni bir çağa götürdük. Birçok eski müesseseleri yıktık. Bunların binlerce
tarafları vardır. Fırsat beklediklerini unutmamak lâzım. En ileri
demokrasilerde bile rejimi korumak için, sert tedbirlere müracaat edilmiştir.
Bize gelince, inkılâbı koruyacak tedbirlere daha çok muhtacız.
1925 (Avni Doğan, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, s. 165)
İnkılâbımız henüz yenidir. Dedikleri gibi kökleşip
benimsendiği hakkındaki kanaatlerimiz ancak ilerde karşılaşacağımız hâdiselerle
gerçekleşecek ve sağlamlaşacaktır. Fakat, şimdi şuna emin olmalısınız ki, bugün
başına şapka giyen, sakalını bıyığını traş eden, skomin ve frakla toplum
hayatımızda yer alanlarımızın çoğunun kafalarının içindeki zihniyet, hâlâ
sarıklı ve sakallıdır.
1927 (Tevfik Noyan Anlatıyor, Nükte, Fıkra ve
Çizgilerle Atatürk III, Der. : N.A. Banoğlu, s. 87)
Gerçekten, millî vazifenin bitiminde köşeye
çekilerek istirahat etmekliğim benim için bir menfaattır. Bunu yapabilmek için,
şimdiye kadar elde olunan neticelerin tespit olunduğu gibi devam edeceğine
itimat etmek icap eder. Fakat, bu hususta henüz endişesiz olamam. Hiçbirinizin
endişesiz olmamanızı tavsiye ederim. Her tarafta olduğu gibi bizde de, yeni
hareketler ve akımlar karşısında onu hazmedemeyen kuvvetler meydana çıkabilir.
Şunu katiyetle bilmek icap eder ki, kazanılan hayat ve namustur. Buna tecavüz,
hayat ve namusumuza tecavüzdür. Her
ferdin bu gibi hareketlere dikkat etmesi ve onlara karşı son derece uyanık
bulunması lâzımdır. İşte bu görüş açısından, milletin içinde bir fert olarak ve
tekrar millet tarafından seçilme şerefine erişirsem, Türkiye Büyük Millet
Meclisi’nde üye sıfatıyla çalışmayı vazife sayıyorum.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 98)
Fransız İnkılâbı, ancak yüz senede muvaffak
olmuştur. Biz ise, inkılâbımızın henüz üçüncü senesindeyiz. Kimse iddia edemez
ki, bizim inkılâbımız da bir tepkiye, bir gericilik hareketine maruz kalmasın.
Fakat, bu üç sene içinde akıttığımız kanların kâfi görülmesi için, çıkacak
gerici hareketleri doğduğu yerlerde boğmaya çalışmalıyız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut
Soydan, Milliyet gazetesi, 7.12.1929)
2 Mart 1925 günü Cumhuriyet Halk Partisi Yürütme Kurulu toplantısında
söylemiştir :
- Milletin elinden tutmaya lüzum vardır. İnkılâbı,
başlayan tamamlayacaktır.
1925 (Siyasi Hatıralar, II. Kı-
sım, Ali Fuat Cebesoy, s. 145)
Takrir-i Sükûn Kanunu’nu ve İstiklâl Mahkemelerini
istibdat vasıtası olarak kullanacağımız fikrini ortaya atanlar ve bu fikri
aşılamaya çalışanlar oldu. Biz, olağanüstü sayılan ve fakat kanunî olan
tedbirleri, hiçbir vakit ve hiçbir suretle, kanunun üstüne çıkmak için, vasıta
olarak kullanmadık; aksine, memlekette düzen ve güvenlik kurmak için uyguladık;
devletin hayat ve bağımsızlığını temin için kullandık. Biz, o tedbirleri,
milletin medenî ve sosyal gelişmesinde istifadeli kıldık. Bu sebeple, biz her
vasıtadan, yalnız ve ancak, bir görüşten istifade ederiz. O görüş şudur : Türk
milletini, medenî dünyada lâyık olduğu yere yükseltmek ve Türk Cumhuriyeti’ni
sarsılmaz temelleri üzerinde, her gün daha ziyade kuvvetlendirmek... Ve bunun
için de istibdat fikrini öldürmek...
1927 (Nutuk II, s. 894-897).
Bu memlekette, bir toplumda, bir inkılâp yapıldığı
zaman elbette onun sebepleri vardır. Ancak, o inkılâbı yapanlar, inanmak
istemeyen inatçı hasımlarını iknaa mecbur mudur? Cumhuriyetin, elbette
taraftarları ve aleyhtarları vardı; taraftarlar, ne için ve ne gibi kanaatlere ve
düşüncelere dayanarak cumhuriyet ilân ettiğini, aleyhtarlara izah ve
kanaatlerinde ve icraatlarında isabet olduğunu ispat etmek isteseler de, onların, kasıtlı kafa tutmalarını
giderebileceği kabul olunur mu? Elbette taraftarlar güçlü iseler, ülkülerini
herhangi bir suretle; ihtilâlle, inkılâpla veya güvenilir yollardan geçirerek
tatbik ederler. Bu, ülkü inkılâpçılarının vazifesidir. Buna karşı itirazlar,
yaygaralar ve gerici teşebbüsler de aleyhtarların yapmaktan geri durmayacakları
hareketlerdir.
1927 (Nutuk II, s. 826-827)
İnkılâbın hedefini kavramış olanlar, daima onu
muhafazaya muktedir olacaklardır.
1930 (Hasan Rıza Soyak, Ya-
kınlarından Hatıralar, s. 12)
Hayatın felsefesi, tarihin garip tesellisi şudur ki,
her iyi, her güzel, her yararlı şey karşısında, onu imha edecek bir kuvvet
belirir. Bizim dilimizde buna “gericilik” derler. İyi bir şey yaptınız mı,
biliniz ki bunu imha etmek için karşınıza muhalif, gerici bir kuvvet
çıkacaktır. Bundan dolayı, yapmadan evvel, çıkacak kara kuvvetin imhası tedbirini
de almamız lâzımdır. Bütün millet emin ve müsterih olsun ki, bugünkü inkılâbı
yapanlar ve onu tamamlamaya karar verenler, karşılarına çıkacak menfi
kuvvetleri çıktığı noktada ezebilecek kudrete, kabiliyete, tedbire maliktirler.
Bundan dolayı tekrar kat’iyetle beyan ederim ki, milletin hâkimiyeti ebedîdir.
Ona bozacak ve zarar verebilecek kuvvet, yoktur ve olamaz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 2. 1. 1930)
Milletimiz, çok büyük bir inkılâbın etkeni olmuştur.
Gerçekten, asırlardan beri uymaya alıştığımız bir idare şeklinin dışına çıkarak
dünyada benzeri bulunmayan bir devlet kurduk. Fakat, bu yeniliğin mutlaka
tersine bir hareketi gerektireceğini hatırımızdan çıkarmamak lâzımdır. Bu
harekete özel tabiriyle “gericilik” derler. Yaptığımız işler ve aldığımız
neticelere göre bu gibi gerici hareketler, her vakit beklenebilir. Kan ile
yapılan inkılâplar daha sağlam olur; kansız inkılâp ebedîleştirilemez. Fakat
biz bu inkılâba erişmek için lüzumu kadar kan döktük. Bu kanlarımız, yalnız
muharebe meydanlarında değil, aynı zamanda memleketin dahilinde de döküldü.
Temenniye değer ki, bu dökülen kanlar kâfi gelsin ve bundan sonra kan
dökülmesin. Mesut inkılâbımızın aleyhinde fikir ve his taşıyanları aydınlatıp
doğru yolu göstermek aydınlara düşen millî vazifelerin en mühimi ve en
birincisidir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 68-69)
Kara taassup seni parçalamaya bile kalksa, başını
vereceksin, fakat eğilmeyeceksin!
(Falih Rıfkı Atay, M.K. Mütareke Defteri, s. 85)
Unutulmamalıdır ki, milletin egemenliğini bir
şahısta, yahut belirli kimselerin elinde bulundurmakta menfaat bekleyen
bilgisiz ve ihtiyatsız insanlar vardı. Hükümdarlar, kendilerini kuruntuya
dayanan bir kuvvetin temsilcisi tanırlar ve bundan zevk alırlar. Fakat, onların
etrafındaki menfaat düşkünleri bunu din kisvesine büründürerek bütün milleti
aldatmaya, hata ettirmeye çalışırlar. Nitekim, şimdiye kadar çalışmışlardır.
Nihayet milletin kulağı bu sözlerle dolar ve o telkinleri din icabı ve tam
gerçek telâkki eder. Bu gibilere gerici ve hareketlerine gericilik derler.
Yakın tarihimizi tetkik edersek birçok örneklere tesadüf ederiz. Fakat, buna
bütün cihan kani olmalıdır ki, milletimizi bu gibi telkinlerle bozma ve
aldatmanın imkânı kalmamıştır. Fetva ile veyahut şu, bu gibi telkinlerle milleti
gericiliğe sevk etmek isteyenlerin yeri, zindan olacaktır. Kesinlikle ve
korkusuzca söylerim ki, millî egemenliğimizin her zerresini şu veya bu suretle
kayıt ve şarta bağlamak isteyenler, en koyu gericidir. Öylelere karşı milletin
yapacağı şey, onları parçalamaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 88)
Halkın saflığından istifade
ederek milletin maneviyatına musallat olan kimseler ve onların takipçileri ve
müritleri, elbette ki bir takım cahillerden ibarettir. Bunlar, Türk milleti
için ayıp teşkil edecek vaziyetlerin belirmesinde daima etken olmuşlardır.
Milletimizin önünde açılan kurtuluş ufuklarında fasılasız yol almasına mâni
olmaya çalışanlar, hep bu müesseseler* ve bu müesseselerin mensupları olmuştur.
Türk milletinin bunlardan daha büyük düşmanı olmamıştır. Millete anlatmalıdır
ki, bunların millet bünyesinde yaptıkları tahribatı hissetmek lâzımdır.
Bunların mevcudiyetini müsamaha ile telâkki edenler, Menemen’de Kubilay’ın başı
kesilirken kayıtsızca seyretmeye tahammül ve hatta alkışlamaya cesaret edenlerle
birdir.
1931 (Vakit gazetesi, 9. 2. 1931)
Menemen’de, son zamanlarda meydana gelen gericilik
teşebbüsü esnasında, subay vekili Kubilây Bey’in görev yaparken uğradığı
sonuçtan Cumhuriyet ordusuna başsağlığı dilerim. Kubilây Bey’in şehit oluşunda
gericilerin gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden bazılarının
alkışla tasvip edici bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler
için utanılacak bir hâdisedir. Vatanı
müdafaa için yetiştirilen, dahilî her politika ve ihtilâfın haricinde ve üstünde
muhterem bir vaziyette bulunan Türk subayının gericiler karşısındaki yüksek
vazifesi, vatandaşlar tarafından yalnız hürmetle karşılandığına şüphe yoktur.
Menemen’de, ahaliden bazılarının hataları bütün milleti elemlendirmiştir.
İstilânın acılığını tatmış bir muhitte, genç ve kahraman subay vekilinin
uğradığı tecavüzü, milletin bizzat Cumhuriyet’e karşı bir suikast telâkki
ettiği ve bu işe yeltenenlerle, ön ayak olanları, ona göre takip edeceği
muhakkaktır. Hepimizin dikkati, bu meseledeki vazifelerimizin gereklerini
hassasiyetle ve hakkıyla yerine getirmeye yönelmiştir. Büyük ordunun kahraman
genç subayı ve Cumhuriyet’in ülkücü öğretmen heyetinin kıymetli uzvu Kubilây’ın
temiz kanı ile Cumhuriyet, yaşama gücünü tazelemiş ve kuvvetlendirmiş olacaktır.
1930 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 546)
HUKUK
Mühim olan nokta, adalet telâkkimizi, adaletle ilgili
kanunlarımızı, adalet teşkilâtımızı, bizi şimdiye kadar şuurlu, şuursuz tesir
altında bulunduran, asrın gereklerine uygun olmayan bağlardan bir an evvel kurtarmaktır.
Millet, her medenî memlekette olan adalet işlerindeki ilerlemenin, memleketin
ihtiyaçlarına uyan esaslarını istiyor. Millet, hızlı ve kesin adaleti temin
eden medenî usulleri istiyor. Milletin arzu ve ihtiyacına tabi olarak adalet
işlerimizde her türlü tesirlerden cesaretle silkinmek ve hızlı ilerlemelere
atılmakta asla tereddüt olunmamak lâzımdır.Medenî hukukta, aile hukukunda takip
edeceğimiz yol ancak medeniyet yolu olacaktır. Hukukta idare-i maslahat ve
hurafelere bağlılık, milletleri uyanmaktan meneden en ağır bir kâbustur. Türk
milleti, üzerinde böyle bir ağırlık bulunduramaz.
1924
(Atatürk’ün S.D.I, s. 317)
Bizim milletimiz ve hükûmetimiz, adalet fikri ve adalet
zihniyeti noktasında hiçbir medeni milletten aşağı değildir. Belki tarih bu noktada
yüksek olduğumuza tanıklık eder. Bu sebeple bizim de adalet mevzuatımızın,
bütün medenî milletlerin yürürlükteki kanunlarından eksik olması doğru
değildir.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 217-18)
Hükûmet, memlekette kanunu hâkim kılmak ve adaleti iyi dağıtmakla
görevlidir. Bu itibarla adalet işi pek mühimdir. Bu sebeple adalet siyasetimizi
de izah etmeyi faydalı buluyorum. Adliye siyasetimizde takip edilecek gaye,
evvelâ halkı yormaksızın süratle, isabetle, emniyetle adaleti dağıtmaktır.
İkinci olarak, toplumumuzun bütün dünya ile teması tabiî va zarurîdir. Bunun
için adalet seviyemizi, bütün medenî toplumların adalet seviyesi derecesinde
bulundurmak mecburiyetindeyiz. Bu hususları tatmin için mevcut kanun ve
usullerimizi, bu görüş noktalarından düzeltmekte ve yenilemekteyiz ve
yenileyeceğiz.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 217)
Bizim milletimizin adalet düzeyi, başka milletlerin
adaletinden aşağı kalamaz. Her milletten ziyade adaleti tecelli ettirmeliyiz.
En ileri ve medenî devletlerin kanunlarına eşit kanunlar yapabiliriz. Eski
ihtiyaçlara göre yapılmış şeyleri, ihtiyaç ilerledikçe yenilemek lâzımdır. Bu
noksan vasıtalarla arzu olanan şeyleri temine imkân yoktur. Hukuk uzmanları,
hemen bu yolda çalışmaya başlamalıdırlar.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan,
Milliyet gazetesi, 4. 12. 1929)
İnsanlar, huzur ile, vicdan hürriyeti ile çalışmak
ihtiyacındadır. Bu ise, toplumu idare eden devlette ve hükûmette adaletin
mutlak hâkim olmasıyla mümkündür. Bunu temin edecek şey, adliyemizdir. Bir
memlekette adalet olmazsa, o memlekette anarşi var demektir, orada hükûmet yok
demektir. Adalet kanunlarla yerine getirilir. Bu memlekette adaletin emniyetle,
süratle dağıtılıp dağıtılmadığını
anlamak için bir defa da mevcut kanunlarımıza bakmak lâzımdır. Bu
kanunların memleket dahilindeki tatbikatına ve sonuçlarına bakmak lâzımdır. Bu
noktada kendimizi yermek istemem. Herhalde bağımsızlığın temel direği olan
adalet dağıtımında bir ecnebi parmağı bulundurmayacağız. Bu noktadaki kararımız
kesindir. Fakat aynı zamanda insafla, akıl ve mantıkla ve aynı kesin karar ile
kabule mecburuz ki, kanunî ve hukukî mevzuatımız fenadır. Onları esaslı surette
değiştirmek, yeni hayata ve ihtiyaca uydurmak lâzımdır. Adalet Bakanlığı’nı
işgal eden bütün arkadaşlarımız aynı görüştedirler.
1923
(Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan,
Milliyet gazetesi, 10-11.1.1930)
Gerçekte biz, asrın icaplarına ve milletin hakikî
ihtiyaçlarına göre kanun yapmalıyız. Eldeki kanunlarımızı hâkimlerimiz süratle
tatbik edemiyorlarsa hemen değiştirmeliyiz. Halka adaleti süratle dağıtmak ve
uygulamak mecburiyetindeyiz. Yeni idaremizin mânası, bu olmak lâzımdır. Medenî
ve muntazam bir devletin makinesi, eski kanunlarla işleyemez. Bugün mevcut
kanunlarımızın kökü, daha ziyade Mecelle’dir. Yeni Türkiye, ne zamanı, ne de
ihtiyacı göz önünde tutmayan Mecelle’nin hükümlerine bağlı kalamaz. En medenî
milletler derecesinde hukuk hükümlerimizi de düzelteceğiz. Yüz sene, beşyüz
sene, bin sene evvel yaşayan bir toplum için yapılan kanunlarla, bugünkü
toplumları idareye kalkışmak, gaflettir, cehalettir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 5. 2. 1930)
Bugünün ihtiyaçlarına uygun kanun yapmak ve onu iyi tatbik
etmek, refah ve ilerleme vasıtalarının en mühimlerindendir.
1925
(Atatürk’ün S.D.I, s. 328)
Büsbütün yeni kanunlar meydana getirerek eski hukuk
esaslarını temelinden sökmek teşebbüsündeyiz. Ve yeni hukuk esaslarıyla,
alfabesinden tahsile başlayacak bir yeni hukuk neslini yetiştirmek için bu
müesseseleri açıyoruz.
Cumhuriyetin desteği ve yardımcısı olacak bu büyük
müessesenin açılışında hissettiğim mutluluğu, hiçbir teşebbüste duymadım.
1925
(M.E.İ.S.D.I, s. 30-31)
Mektebin müstakbel faaliyetinde, Türk inkılâp ve
medeniyetinin ruhuna uygun öğretimde bulunmak suretiyle vatanımıza yararlı
olmasını temenni ederim.
1925
(Atatürk’ün S.D.V, s. 156)
Cumhuriyet adliyesine mensup olanların en küçük memurlarına
kadar ilmen yeterliliği ve cumhuriyet ülküsüne sahip olmaları için sarf olunan
gayret, memnuniyet vericidir. Bir taraftan ilmî yeterliliği temin eden
kurumlara önem verirken, diğer taraftan Cumhuriyet adliyesinin dayanağı olacak
kanunların bir an evvel oluşturulması göz önüne alınmalıdır.
1925
(Atatürk’ün S.D.I, s. 327)
Adliyemizin emin olduğumuz yüksek gücü sayesindedir ki
Cumhuriyet, kaçınılmaz gelişimi izleyebilecek ve türlü şekil ve kılıktaki
tecavüzlere karşı vatandaşın hukukunu ve memleketin düzenini korunmuş
tutabilecektir.
1930
(Atatürk’ün S.D.I, s. 351)
Milletimizi çöküşe mahkûm etmiş ve milletimizin gür
sinesinde devir devir eksik olmamış olan teşebbüs sahiplerini, çalışma ve çaba
gösterenleri en nihayet ümitlerini kırıp bozguna uğratmış olan menfi ve ezici
kuvvet, şimdiye kadar elinizde bulunan hukuk ve onun samimî takipçileri
olmuştur. Belki ağır ve cesurane olan tarihî gözlemimin, seçkin topluluğunuz içinde
ve Cumhuriyet hükûmetinin bugün hizmetlerinden istifade etmekte bulunduğu
kıymetli memurlar ve hâkimlerimiz içinde kimsenin hayretine sebep olmayacağına
eminim. Bununla beraber biraz daha amacımı açıklamak için müsaade etmenizi rica
ederim. Uluslararası umumî tarihin akışında Türklerin 1453 zaferini, yani
İstanbul’un fethini tasavvur ediniz. Bütün bu cihana karşı İstanbul’u ebediyen
Türk topluluğuna mal etmiş olan kuvvet ve kudret, takriben aynı senelerde icat
edilmiş olan matbaayı Türkiye’ye kabul için hukukçuların uğursuz mukavemetini
yenmeye muktedir olamamıştır. Köhne hukukun ve takipçilerinin, matbaanın
memleketimize girmesine müsaade etmeleri için, üçyüz sene müşahede ve tereddüt
etmelerine ve leh ve aleyhte pek çok kuvvet ve kudret sarfetmelerine mecburiyet
hasıl olmuştur.
Eski hukukun çok uzak ve çok eski ve yaşama kuvvetini
kaybetmiş bir devrini ve takipçilerini seçtiğimi sanmayınız. Eski hukukun ve
onun takipçilerinin, yeni inkılâplar devremizde bizzat bana çıkardıkları
güçlüklerden misal getirmeye kalksam başınızı ağrıtmak tehlikesine maruz
kalırım. Fakat bilesiniz ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde doğuş zamanında,
onun bugünkü mahiyet ve vaziyetini, hukuk esaslarına ve ilmî prensiplere aykırı
sayanların başında meşhur hukukçular bulunuyordu. Büyük Millet Meclisi’nde
egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğunu ifade eden kanunu teklif ettiğim
zaman, bu esasın Osmanlı Anayasası’na aykırılığından dolayı karşı bulunanların
başında yine eski ve ilmî fazileti ile milleti aldatan ünlü hukukçular
bulunuyordu. Hatta Cumhuriyet ilân olunduktan sonra meydana gelen feci bir
hâdiseyi de, uyanık bakışlarımız önünde canlandırmak isterim. En büyük
şehrimizin, bu memlekette belki Avrupa’da öğretim görmüş yüksek uzmanlardan
oluşan baro heyeti, açıkça hilâfetçi olduğunu ilân eden ve ilân etmekle iftihar
duyan birisini kendisine reis seçmiştir. Bu hâdise, kökne hukuk erbabının
cumhuriyet zihniyetine karşı içten ve gerçek olan vaziyet ve eğilimini ifadeye
kâfi değil midir? Bütün bu olaylar, inkılâpçıların en büyük fakat en sinsi can
düşmanının, çürümüş hukuk ve onun dermansız takipçileri olduğunu gösterir.
Milletin ateşli inkılâp hamleleri esnasında sinmeye mecbur kalan eski kanun
hükümleri, eski hukukçular, gayret ve çalışma gösterenlerin etki ve ateşi
yavaşlamaya başlar başlamaz derhal canlanarak inkılâp esaslarını ve onun samimî
takipçilerini ve onların aziz ülkülerini mahkûm etmek için fırsat beklerler. Bu
fırsat, eski kanunların varlığı ve eski hukuk esaslarının yürürlükte olmasıyla
ve eski anlayışını içten ve kalbî olarak muhafazada direnen hâkimlerin ve
avukatların mevcudiyetiyle sağlanmıştır. Bugünkü hukukî faaliyetlerimizin
sebeplerini izah etmiş oluyorum ümidindeyim.
1925
(M.E.İ.S.D.I, s. 29-30)
Herhalde âlemde bir hak vardır. Ve hak kuvvetin üstündedir.
1919
(Nutuk III, s. 1184)
Tabiat olarak her insan, içinde yaşadığı cemiyette hayatın
en mesut, en kolay, en tatlı taraflarının kendisine düşmesini ister ve en
kuvvetli olan, kendisinden zayıf olanları hiçe sayar. Bunun neticesi huzur,
sükûn, emniyet ve intizam içinde yaşamak imkânsızlaşır. İşte insanlar arasında
kavga yerine birbirine yardım, karşılıklı hürmet, intizam koyan, herkese
haklarını ve vazifelerini tanıtan, hukuk kurulları ve bunların kararlı bir
şekilde tatbikidir. Bu iş, ancak devlet teşkilâtının ve kuvvetin bulunması
sayesinde mümkündür. Devlet, herkesin hakkını ve vazifesini tayin eder. Hiç
kimse, tayin edilen hudut haricinde bir hak iddia edemez. Bunun gibi, kendisi
de fazla hiçbir vazife ile yükümlü tutulamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 42 - 43)
Bu memlekette hükümsüz vatandaş öldürülmez. Vatandaş, ancak
mahkeme kararıyla cezalandırılır. Devlet adamının böyle düşünmesi lâzımdır.
1919
(Cevat Dursunoğlu, Millî
Mücadele’de Erzurum, s. 118)
Adalet, bir devletin esası olduğuna göre, mahkemelerin sözde
değil hakikaten bitaraflığını temin, her işin başında bulunmalıdır. Hak
sahiplerine müşkülât çıkarmak, resmî dairelerde işlerini takip eden kimseleri
bugün git, yarın gel diye bir takım zorluklara uğratmak, hükûmet otoritesi
maskesi altında halka zorbacasına vaziyet almak, yakışıksız muamelelere cür’et
etmek gibi haller mutlaka önlenmelidir.
(Kılıç
Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 57)
Emniyet ve hak işleriyle alâkalı usullerde ve kanunlarda
kolaylık, çabukluk, açıklık ve kesinlik esas olmalıdır.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, S. 378)
Bir hükûmet, ancak adalete istinat edebilir. Bağımsızlık,
istikbal, hürriyet, her şey adaletle mevcuttur.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut
Soydan, Milliyet gazetesi, 6. 2. 1930)
Uzmanlarca bilinen bir gerçektir ki kanun koyan insanlar,
birtakım seçkin özelliklere sahip olmak mecburiyetindedirler. O özelliklerden
birincisi şudur: Kanun teklif eden, kanun yapan, kanun koyan bir insan,
insanlığın bütün hislerini, bütün ihtiraslarını herkesten daha çok sezer ve
bilir. Fakat ruhunu herkesten ziyade ve tamamen, bütün genişliğiyle bunlardan
ayırmak kudret ve kabiliyetine malik olmalıdır. Bu seçkin özelliğe sahip
olmayan insanlar, insan topluluğu için kanun yapmak hak ve yetkisinden
menedilmiştir. Kanunlar, hislere dayanarak ve uyularak yapılamaz.
1921
(Atatürk’ün S.D.I, s. 193)
Hâkimler ve adliye mensuplarının, hizmetlerinin şerefiyle
orantılı üstün liyakate malik bulunmaları adliyemizin ruhu değerindedir.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s.218)
Hâkimler, vatandaşların hürriyetini korumayı düşünürken
devlet otoritesinin hakikaten korunmuş olmasına dikkat ve riayet etmelidir.
1931 (Vakit gazetesi, 19. 2. 1931; Taha
Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri s. 38)
fiAPKA
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı, medenîdir. Tarihte
medenîdir, hakikatte medenîdir. Fakat ben, sizin öz kardeşiniz, arkadaşınız,
babanız gibi söylüyorum; medenîyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, fikriyle,
zihniyetiyle medenî olduğunu ispat ve gösterme mecburiyetindedir. Medenîyim
diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı, aile hayatı ile, yaşayış tarzı ile medenî
olduğunu göstermek mecburiyetindedir. Nihayet medenîyim diyen Türkiye’nin
hakikaten medenî olan halkı, baştan aşağıya dış görünüşüyle dahi medenî ve
olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdur. Bu son sözlerini açık
ifade etmeliyim ki, bütün memleket ve dünya ne demek istediğimi kolaylıkla
anlasın.Bu izahatımı yüksek topluluğunuza, tüm topluluğa bir sualle yöneltmek
istiyorum. Soruyurum: Bizim kıyafetimiz millî midir? Bizim kıyafetimiz medenî
ve uluslararası mıdır? Size iştirak ediyorum. Tabirimi mazur görünüz, altı
kaval üstü şişane diye ifade olunabilecek bir kıyafet, ne millîdir ve ne de
uluslararasıdır. O halde kıyafetsiz bir millet olur mu, arkadaşlar? Böyle
nitelendirilmeye razı mısınız, arkadaşlar? Çok kıymetli bir cevheri çamurla
sıvayarak dünyaya göstermekte mâna var mıdır? Bu çamurun içinde cevher
gizlidir, anlamıyorsunuz, demek doğru mudur? Cevheri gösterebilmek için çamuru
atmak elzemdir, tabiîdir. Cevherin muhafazası için bir kap yapmak lâzımsa onu
altından veya plâtinden yapmak gerekmez mi? Bu kadar açık gerçek karşısında
tereddüt doğru mudur? Bizi tereddüde sevk edenler varsa onların ahmaklık ve
kalınkafalığına karar vermekte hâlâ mı tereddüt edeceğiz? Arkadaşlar, Turan
kıyafetini araştırıp diriltmenin yeri yoktur. Medenî ve uluslararası kıyafet,
bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz.
Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kıravat, yakalık,
ceket ve elbette bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta kenarlıklı serpuş.
Bunu açık söylemek isterim : Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi,
bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız! Buna, uygun değil, diyenler
vardır. Onlara diyeyim ki, çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz. Ve onlara sormak
isterim: Yunan serpuşu olan fesi giymek uygun olur da şapkayı giymek neden
olmaz? Ve yine onlara, bütün millete
hatırlatmak isterim ki, Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel
elbisesi olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün fi.D.K. ve İ.S., s. 46)
Devlet memurları, bütün milletin kıyafetlerini
düzeltecektir. İlim, sıhhat açısından pratik olmak itibariyle her görüş
noktasından tecrübe edilmiş medenî kıyafet giyilecektir. Bunda, tereddüde yer
yoktur. Asırlarca devam eden gafletin acı derslerini tekrarlamaya takat yoktur.
Biz, medenî insan olduğumuzu ispat ve gösterme için gerekeni yapmakta asla
tereddüt etmeyeceğiz.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün fi.D.K. ve İ.S., s.61)
Seyahatim esnasında köylerde değil, bilhassa kasaba ve
şehirlerde kadın arkadaşlarımızın yüzlerini ve gözlerini çok yoğun ve itina ile
kapatmakta olduklarını gördüm. Özellikle bu sıcak mevsimde bu tarz, kendileri
için mutlaka azap ve ıstırabı gerektirdiğini tahmin ediyorum. Erkek arkadaşlar,
bu biraz bizim bencilliğimizin eseridir. Çok iffetli ve dikkatli olduğumuzun
gereğidir. Fakat muhterem arkadaşlar, kadınlarımız da bizim gibi kavrayışlı ve
anlayışlı insanlardır. Onlara ahlâka ait kutsal kavramları telkin etmek, millî
ahlâkımızı anlatmak ve onların dimağını nur ile, temizlikle donatmak esası
üzerinde bulunduktan sonra fazla bencilliğe lüzum kalmaz. Onlar yüzlerini
cihana göstersinler ve gözleriyle cihanı dikkatle görebilsinler. Bunda
korkulacak bir şey yoktur.
1925
(Atatürk’ün S.D.II, s. 211)
Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir
peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından
geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu
davranışın mâna ve anlamı nedir? Efendiler, medenî bir millet anası, millet
kızı bu garip şekle, bu vahşî vaziyete girer mi? Bu hal, milleti çok gülünç
gösteren bir manzaradır. Derhal düzeltilmesi lâzımdır.
1925
(Atatürk’ün S.D.II, S. 217)
Kadınlarımızın her millette olduğu gibi, bizim
milletimiz için de ne kadar yüksek ehemmiyeti olduğunu söylemeğe lüzum yoktur.
Bizim milletimizde kadın, eskiden bu ehemmiyeti, hakikaten en yüksek derecede
kazanmıştır. Büyük atalarımız ve onların anaları, tarihin, olayların
tanıklığıyla sabittir ki, cidden yüksek faziletler göstermişlerdir. Burada
birçok noktalardan sayabileceğimiz o faziletlerin en büyüğü ve en
ehemmiyetlisi, kıymetli evlâtlar yetiştirmeleriydi. Hakikaten, Türk milletinin
bütün cihanda, yalnız Asya’da değil Avrupa’da dahi büyük ezici kudret göstermiş
olması, çok parlak hareketler yapmış bulunması, hep öyle kıymetli anaların
faziletli evlâtlar yetiştirmesi ve daha beşikten çocuklarının ruhuna mertlik ve
fazilet telkin etmesi sayesinde idi. Şunu söylemek istiyorum ki, kadınlarımızın
umumî vazifelerde üzerlerine düşen hisselerden başka kendileri için en
ehemmiyetli, en hayırlı, en faziletli bir vazifeleri de iyi anne olmaktır.
Zaman ilerledikçe, ilim geliştikçe, medeniyet dev adımlarıyla yürüdükçe, hayatın,
asrın bugünkü gereklerine göre evlât yetiştirmenin güçlüklerini biliyoruz.
Anaların, bugünkü evlâtlarına vereceği terbiye eski devirlerdeki gibi basit
değildir. Bugünün anaları için, gerekli özellikler taşıyan evlât yetiştirmek,
evlâtlarını bugünkü hayat için faal bir uzuv haline koymak, pek çok yüksek
özelliği şahıslarında taşımalarına bağlıdır. Bu sebeple kadınlarımız, hattâ
erkeklerden daha çok aydın, daha çok feyizli, daha fazla bilgili olmaya
mecburdurlar. Eğer hakikaten milletin anası olmak istiyorlarsa böyle
olmalıdırlar.
1928 (Atatürk’ün S.D. II, s. 151-152)
Bu millet, esas terbiyesini aileden almaktadır. Türk
milleti öyle analara sahiptir ki, her devrin büyük adamlarını bu analar
yetiştirmiştir. Türk kadını daha yüksek nesiller yetiştirmeye kabiliyetlidir.
(Enver Behnan Şapolyo, K. Atatürk
ve Millî Mücadele Tarihi, s. 529)
Bizce, Türkiye Cumhuriyeti anlamınca kadın, bütün
Türk tarihinde olduğu gibi bugün de en muhterem mevkide, her şeyin üstünde
yüksek ve şerefli bir varlıktır.
(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten,
Cilt : XX, Sayı : 80, 1956. s. 740)
Kadın varlığı, ulusun binbir noktadan temelidir!
Artık, kadını süs tanımak fikrini tazelemek doğru değil!
(Müjgan Cunbur, Atatürk’ün ElyazısiyleKadınlar
Hak-
kında Düşüncesi, Türk Kadını Dergisi, Sayı : 6,
1966, s. 19)
Şuna kani olmak lâzımdır ki, dünya yüzünde
gördüğümüz her şey kadının eseridir.
1923 (Atatarük’ün S.D. II, s. 85)
Erkeklere ilk nasihati, ilk terbiyeyi veren ve onun
üzerinde ilk analık nüfuz ve tesirini tesis eden, kadındır.
1930 (Afetinan, B.M. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 89)
Pek yakın bir gelecekte, kadının her mânasıyla
erkekle eş olacağı bir dünya doğacaktır.
(Atatürk’ten B.H., s. 58)
Düşmanlarımız, bizi dinin tesiri altında kalmış
olmakla itham ediyor, duraklama ve çökmemizi buna bağlıyorlar; bu hatadır!
Bizim dinimiz, hiçbir vakit kadınların erkeklerden geri kalmasını talep
etmemiştir. Allah’ın emrettiği şey, erkek ve kadının beraber olarak bilim ve
bilgiyi kazanmasıdır. Kadın ve erkek bu bilim ve bilgiyi aramak ve nerede
bulursa oraya gitmek ve onunla donanmak mecburiyetindedir. İslâm ve Türk tarihi
tetkik edilirse görülür ki, bugün kendimizi bin türlü kayıtlarla bağlı
zannettiğimiz şeyler yoktur. Türk sosyal hayatında kadınlar, bilim ve bilgi
yönünden ve diğer hususlarda erkeklerden asla geri kalmamışlardır; belki daha
ileri gitmişlerdir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 86)
Ben, muhterem hanımlarımızın Avrupa kadınlarının
aşağısında kalmayacak, aksine pek çok yönlerde onların üstüne çıkacak nur ve
irfanla donanacaklarına asla şüphe etmeyen ve buna kesinlikle emin
olanlardanım.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 152 - 153)
Türk kadını dünyanın en aydın, en faziletli ve en
ağır kadını olmalıdır. Ağır sıklette değil; ahlâkta, fazilette ağır, ağırbaşlı
bir kadın olmalıdır. Türk kadınının vazifesi, Türk’ü zihniyetiyle, kol gücüyle,
azmiyle koruma ve müdafaaya gücü yeter nesiller yetiştirmektir. Milletin
kaynağı, sosyal hayatın esası olan kadın, ancak faziletli olursa vazifesini
yapabilir. Herhalde kadın çok yüksek olmalıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 231)
Şunu ilâve edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel
ırkı olduğunu tarihî olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya
güzeli seçilmiş olmasını, çok tabiî buldum. Fakat, Türk gençlerine bu
münasebetle şunu da hatırlatmayı lüzumlu görürüm: Övünç duyduğumuz tabiî
güzelliğinizi sağlıklı biçimde muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık bir
gelişmenin arasız gerçekleşmesini ihmâl etmeyiniz. Bununla beraber, asıl
uğraşmaya mecbur olduğunuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi,
yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 3.8.1932)
Bundan sonra Türk ırkı, kadınlarını, erkeklerinin
yapmaya mecbur olduğu askerlik vazifesi dahil, bütün hizmetlere ortak ederse,
Etilerde, İskitlerde, Amazonlarda olduğu gibi, kendi ırkından başkalarının
hiçbir yardımına muhtaç olmaksızın büyük millî ülkülerine başlı başına ve
müstakil olarak yürümek kabiliyetini kazanabilir.
(Perihan Naci Eldeniz T.T.K. Belle-
ten, Cilt : XX, Sayı : 80, 1956, s.741)
Türkiye Cumhuriyeti’nin esas düşüncesi, kadınları
değil, erkekleri dahi, savaş meydanına götürmemektir. Fakat, Türk ulusunun
yüksek varlığına, herhangi taraftan olursa olsun, ilişildiği zaman, işte o
vakit Türk kadınları Türk erkeklerinin bulunduğu yerde hazır ve uyanık ve faal
olacaklardır. Bu, insanlığın yüksek huzuru, sükûnu ve dünya insanlığı için
lâzım bir ödev olduğundandır ki, Türk kadını bunu yapacaktır ve yapagelmektedir
ve yapar.
(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belle-
ten, Cilt: XX, Sayı : 80, 1956, s. 742)
Bir toplum, cinsinden yalnız birinin yeni gerekleri
edinmesiyle yetinirse, o toplum yarıdan fazla güçsüzlük içinde kalır. Bir
millet ilerlemek ve medenîleşmek isterse, bilhassa bu noktayı esas olarak kabul
etmek mecburiyetindedir. Bizim toplumumuzun başarı gösterememesinin sebebi,
kadınlarımıza karşı gösterdiğimiz ilgisizlik ve kusurdan doğmaktır. İnsanlar
dünyaya alnında yazılı olduğu kadar yaşamak için gelmişlerdir. Yaşamak demek,
faaliyet demektir. Bu sebeple bir toplumun bir organı faaliyette bulunurken
diğer organı işlemezse o toplum felç olmuştur. Bir toplumun, hayatta çalışması
ve muvaffak olması için çalışmanın ve muvaffak olabilmenin bağlı olduğu bütün
sebep ve şartları benimsemesi gerekir. Bundan ötürü bizim toplumumuz için ilim
ve fen gerekli ise bunları aynı derecede hem erkek hem de kadınlarımızın
edinmeleri lâzımdır. Malûmdur ki, her safhada olduğu gibi sosyal hayatta dahi
iş bölümü vardır. Bu umumî iş bölümü arasında kadınlar, kendilerine ait olan
vazifeleri yapacakları gibi aynı zamanda sosyal topluluğun refahı, saadeti için
gerekli gündelik çalışmaya da dahil olacaklardır. Kadının ev vazifeleri, en
ufak ve ehemmiyetsiz vazifesidir.
Kadının en büyük vazifesi, analıktır. İlk terbiye
verilen yerin ana kucağı olduğu düşünülürse bu vazifenin ehemmiyeti lâyıkıyla
anlaşılır. Milletimiz, kuvvetli bir millet olmaya karar vermiştir. Bugünün
gereklerinden biri de, kadınlarımızın her hususta yükselmelerini temindir. Bu
sebeple kadınlarımız da okumuş ve bilgi sahibi olacaklar ve erkeklerin
geçtikleri bütün tahsil derecelerinden geçeceklerdir. Sonra, kadınlar sosyal
hayatta erkeklerle beraber yürüyerek birbirinin yardımcısı ve koruyucusu
olacaklardır.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 85-86)
Bu kadın meselesinde cesur olalım. Vesveseyi bırakalım,
Açılsınlar, onların beyinlerini ciddî ilim ve fen ile süsleyelim. İffeti, fenni
sağlıklı şekilde izah edelim. Şeref ve haysiyet sahibi olmalarına birinci
derecede önem verelim.
1918 (Afetinan, M.Kemal Ata-
türk’ün Karlsbad Hatıraları, s. 45)
Arkadaşlar, Türk milleti çok büyük olaylarla ispat
etti ki, yeniliksever ve inkılâpçı bir millettir. Son senelerden önce de
milletimiz yenileşme yolları üzerinde yürümeye, sosyal inkılâba teşebbüs
etmemiş değildir. Fakat, hakikî neticeler görülemedi. Bunun sebebini
araştırdınız mı? Bence sebep, işe esasından, temelinden başlanmamış olmasıdır.
Bu hususta açık söyleyeceğim : Bir toplum, bir millet, erkek ve kadın denilen
iki cins insandan meydana gelir. Mümkün müdür ki bir kütlenin bir parçasını
ilerletelim, diğerine müsamaha edelim de kütlenin hepsi yükselme şerefine
erişebilsin? Mümkün müdür ki bir topluluğun yarısı topraklara zincirlerle bağlı
kaldıkça diğer kısmı göklere yükselebilsin? Şüphe yok yükselme adımları,
dediğim gibi, iki cins tarafından beraber, arkadaşça atılmak ve ilerleme ve
yenilik alanında birlikte yol alınmak gerekir. Böyle olursa inkılâp başarılı
olur.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 216-217)
Daha endişesiz ve korkusuzca, daha dürüst olarak
yürüyeceğimiz yol vardır: Büyük Türk kadınını çalışmamızda ortak yapmak,
hayatımızı onunla birlikte yürütmek, Türk kadınını ilmî, ahlâkî, sosyal,
ekonomik hayatta erkeğin ortağı, arkadaşı, yardımcısı ve koruyucusu yapmak
yoludur.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 150-151)
Çok büyük memnuniyetle görüyoruz ve görmekteyiz ki,
her yerde hanımlarımız erkeklerle fikir ve nur yolunda yarışırcasına
yürüyorlar. Yine şükranla ifade etmek lâzımdır ki, hiçbir yerde kadınlarımız
erkeklerin aşağısında değildir. Hemen her yerde kadın ve erkek seviyesi
arasında bir denklik görmekteyim. Bu hal iftihara lâyıktır. Kadınlarımızın,
daha elverişsiz şartlar altında erkeklerden geri kalmayışı ve belki aynı
şartlar altında erkeklerden ileri gidişi övüncü gerektirir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 152)
Türk kadınları, memleketin mukadderatını millet
adına idare eden siyasî topluluğa dahil olmak arzusunu göstermekle, memleketin,
milletin vatandaşlara yüklediği vazifelerin hiçbirinden kendilerinin uzak
bırakılacağını düşünmezler. Çünkü, vazife karşılığı olmayan hak mevcut
değildir.
1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 265)
Bu karar, Türk kadınına sosyal ve siyasî hayatta
bütün milletlerin üstünde yer vermiştir. Çarşaf içinde, peçe altında ve kafes
arkasındaki Türk kadınını, artık tarihlerde aramak lâzım gelecektir. Türk
kadını evdeki medenî mevkiini salâhiyetle işgal etmiş, iş hayatının her
safhasında muvaffakiyetler göstermiştir. Siyasî hayatta belediye seçimlerinde
tecrübesini yapan Türk kadını, bu sefer de milletvekili seçme ve seçilme
suretiyle haklarının en büyüğünü elde etmiş bulunuyor. Medenî memleketlerin bir
çoğunda, kadından esirgenen bu hak, bugün Türk kadınının elindedir ve onu
salâhiyet ve liyakatle kullanacaktır.
(Perihan Naci Eldeniz, T.T.K. Belleten,
Cilt : XX, Sayı : 80, 1956, s. 741)
Kadının siyasî ehliyetsizliğine mantıkî hiçbir sebep
yoktur. Bu husustaki tereddüt ve menfi zihniyet, mazinin toplumsal bir
niteliğinin can çekişen bir hatırasıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 89)
Siyasî ve sosyal hakların kadın tarafından
kullanılmasının, beşeriyetin saadeti ve saygınlığı açısından gerekli olduğuna
eminim.
1935 (Ayın Tarihi, No: 17, 1935, s.14)
Türk kadınlığının, yeni girdiği siyasal alanda da
değerli işler başarmasını dilerim.
1934 (Ulus gazetesi, 10.12.1934)
Milletlerarası Kadın Kongresi delegelerine söylemiştir:
- Türk kadınının, dünya kadınlığına elini vererek
dünyanın barış ve güveni için çalışacağına emin olabilirsiniz.
1935 (Tan gazetesi, 27. 4. 1935)
Türkiye Cumhuriyetinin temeli kültürdür. Bu sözü
burada ayrıca izaha lüzum görmüyorum. Çünkü bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin
okullarında birçok vesilelerle eser halinde tespit edilmiştir.
Kültür okumak, anlamak, görebilmek, görebildiğinden
mâna çıkarmak, uyanık davranmak, düşünmek, zekâyı terbiye etmektir. Yine insan
enerjisiyle ve fakat tabiatın ona iltifat edildikçe tükenmez yardımıyla,
yükselen, genişleyen insan zekâsı, hudutsuz kavrayış anlamında “insanım” diyen
bir özel nitelik kazanır.
İnsan, hareket ve faaliyetin, yani dinamizmin
ifadesidir. Bu böyle olunca kültür, yukarıda işaret ettiğimiz insanlık niteliğinde
insan olabilmek için bir temel unsurdur. Bunu kısaca izah edelim : Kültür,
tabiatın yüksek verimleriyle mesut olmaktır. Bu ifade içinde çok şey saklıdır.
Temizlik, saflık, yükseklik, insanlık vb. Bunların hepsi insanlık
niteliklerindendir. İşte kültür kelimesini mastar şekline soktuğumuz zaman,
tabiatın insanlara verdiği yüksek nitelikleri kendi çocuklarına, torunlarına ve
geleceğine vermesi demektir. Buraya kadar anlatmak istediğimiz, bugünkü Türkiye
Cumhuriyeti çocukları kültürel insanlardır. Yani, hem kendileri kültür
sahibidirler, hem de bu özelliği muhitlerine ve bütün Türk milletine yaymakta
olduklarına kanidirler.
1936 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 261-262)
Şimdiye kadar takip olunan öğretim ve eğitim
usullerinin milletimizin gerileme tarihinde en mühim bir sebep olduğu
kanaatindeyim. Bunun için bir millî terbiye programından bahsederken, eski
devrin hurafelerinden ve doğuştan mevcut özelliklerimizle hiç de münasebeti
olmayan yabancı fikirlerden, doğudan ve batıdan gelebilen bütün tesirlerden
tamamen uzak, millî ve tarihî seciyemizle orantılı bir kültür kastediyorum.
Çünkü millî dehamızın tam gelişmesi, ancak böyle bir kültür ile temin
olunabilir. Gelişigüzel bir ecnebi kültürü, şimdiye kadar takip olunan yabancı
kültürlerin yıkıcı neticelerini tekrar ettirebilir. Kültür, zeminle
orantılıdır. O zemin, milletin seciyesidir.
1921 (Atatürk’ün S.D. II, s. 16-17)
Milletimizin dehasının gelişmesi ve bu sayede lâyık
olduğu medeniyet seviyesine ulaşması, şüphesiz ki yüksek meslekler erbabını
yetiştirmekle ve millî kültürümüzü yükseltmekle mümkündür.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 224)
Telif ve tercüme işleri, millî egemenliğin dayanağı
ve millî kültürün en mühim yayılma vasıtalarıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 289)
Millî kültürün her çığırda açılarak yükselmesini,
Türk Cumhuriyeti’nin temel dileği olarak temin edeceğiz.
1932 (Atatürk’ün S.D. I, s. 358)
- İşte memleketi kurtardınız. Şimdi ne yapmak istersiniz? sorusuna
verdiği cevap :
- Millî Eğitim Bakanı olarak millî kültürü
yükseltmeye çalışmak, en büyük emelimdir.
1923 (Tarih IV, Türkiye Cumhu-
riyeti, Haz: T.T.T.C., 1931, s. 247)
Millî kültürümüzü, çağdaş
medeniyet seviyesinin üstüne çıkaracağız.
1933 (Atatürk’ün S.D.II, s.272)
Atatürk tarafından yazdırılmış bir nottan:
Yazı: Bunda insan zekâsının inkâr kabul etmez
gerçeğini görmemek mümkün değildir. Yazı, bu Türk kelimesi şu anlamı işaret
eder: Her şey, özellikle bir şey! O da, insan zekâsının, düşüncesinin,
kafasındaki geniş parlaklığın, o zekâ parlaklığının bütün buluş ve
görüşlerinin, yapışlarının ifadesine yarayan bir şeydir. Şimdi dünya âlimleri
yazıdan bahsettikleri zaman bununla Gerek, Lâtin, Finike ve benzerleri
harflerini ve bunlarla yazılmış olan çok eski eserleri kastederler. Bu kasıt
şüphesiz doğrudur; ancak, sayılan türlü isimlerden evvel, isimli veya isimsiz
yazılar yok mudur? Sümer’in, Hati’nin, Mısır’ın, onlardan daha çok eski olduğu
bugün bilinen ve görülen Uygur’un, Maya’nın yazıları, tarihsel diye
kaleleştirilen tarih çerçevesi dışında bırakabilir mi? Bu yazılarla Orhon
yazıları, dar kafalı tarihçilerin yaratmaya çalıştıkları yüksek kale
bedenlerini onların kafalarına yıkmak için birer kale ve ayakta duran pek canlı
kuvvet ve kudret ifade eden birer yazı abideleri değil midir?
1937 (Cevat Abbas Gürer, Yeni Sabah, 9.2.1941)
Fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak
için olduğu gibi davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında
gösterişsiz çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimî bir kanaat ilham
etmek lâzımdır.
1919 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 97)
Fikirler zor ve şiddetle, top ve tüfekle asla
öldürülemez!
1922 (Peyami Safa, Onun Sözleri Üs-
tünde, En Büyük Kaybımız, 1938, s. 248)
Bütün ilerlemeler, insan fikrinin eseridir. Fikri
harekete getirmek, birinci işimiz olmalıdır. Bir kere millet benliğine hâkim
olsun ve düşünebilsin, yeter! Başlangıçta hatalı düşünse de, az zaman sonra bu
hatayı düzeltebilir.. Fikir bir kere faaliyete başladı mı, her şey yavaş yavaş
intizama girer ve düzelir. Fikrin serbest hareketi ise, ancak ferdin
düşündüğünü serbest olarak söylemek, yazmak ve verdiği karara göre her türlü
teşebbüse girebilmek serbestisine sahip olmakla mümkündür.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 64)
En büyük hakikatlar ve ilerlemeler, fikirlerin
serbest ortaya konması ve karşılıklı tartışılması ile meydana çıkar ve
yükselir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 473)
Büyük hâdiseler, fikirlerde büyük inkılâplar yapar.
1922 (Atatürk’ün S.D. II, s. 28)
Fikir akımları, zor ve şiddet ve kuvvetle
reddedilemez; bilâkis takviye edilir. Buna karşı en müessir çare, gelen fikir
akımına, karşı fikir akımı vermek, fikre fikirle mukabele etmektir.
1921 (G.C.Z., cilt: I, s. 333)
Bir meselenin tartışmasına katılan kimse
düşündüğünü, kanaatini açık söylemeli, yaptıklarını da kendi namına yapmalı,
yaptığının sorumluluğunu da kendi üzerine almalıdır.
1935 (Abdülkadir İnan, İki Hatıra, Türk
Dili Dergisi, TDK, sayı: 74, 1957)
Her münakaşa bir tabiye meselesidir. Ortaya bir
fikir atan, yapılacak itirazları evvelden kestirerek ona göre her cepheden
hazırlanmalıdır.
(Nuri Ardıç, Hatıralar, Görüşler Adana
Halkevi Dergisi, Sayı : 13 - 14, 1939)
Biz cahil dediğimiz vakit mutlaka mektepte okumamış
olanları kastetmiyoruz. Kastettiğimiz ilim, gerçeği bilmektir. Yoksa okumuş
olanlardan en büyük cahiller çıktığı gibi, hiç okumak bilmeyenlerden de gerçeği
gören hakikî âlimler çıkar.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 132)
Milleti asırlarca başkasının hırs ve faydalanma
vasıtası kılan en büyük düşmanı, bilgisizliktir; milleti asırlarca kendi
benliğine sahip yapmayan, milleti asırlarca kendi hakkında ihtiyatsız
bulunduran hep bu bilgisizliktir. Hükümdarların, şunun, bunun milleti esir
gibi, köle gibi kullanmaları, bütün vatanı kendi özel arazileri gibi saymaları,
hep milletin bu bilgisizliğinden istifade edilmek sayesinde idi. Gerçek
kurtuluşu istiyorsak her şeyden evvel, bütün kuvvetimiz, bütün sür’atimizle bu
bilgisizliği yok etmeye mecburuz. Burada bilgisizliği yalnız okuyup yazmak
mânasına almıyoruz. Üç buçuk, dört sene evvel, kendisini esaret ve ölüme boyun eğmesi
hakkında hükümdarının verdiği emirlere, neşrettiği fetvalara, gönderdiği
ordulara karşı ayaklanmakla bu bilgisizliği yırttığını ve bu bilmezlikten
sıyrıldığını ispat etti. Lâzım gelir ki, millet bir daha o bilmezliğe düşmesin!
Hepimize düşen vazife, dimağları bir daha bu bilgisizliğe düşmemek için
hazırlamaktır; bunu yapmak için aklen, mantıken, dinen hiçbir güçlük düşünülmüş
değildir. Bu yolda önümüze herhangi bir engel çıkarsa, doğru bildiğimiz yolda
herhangi bir kara kaya meydana gelirse derhal o engeli yıkmak, o kayayı
parçalamak, memleketin şerefini, namusunu,hayatını düşünenler için borçtur,
farzdır, ilâhî emirdir.
1923 (M.E.İ.S.D.I, s. 15)
Memleketimizde bilgisizlik varsa umumîdir, yalnız
kadınlarımıza değil, erkeklerimize de aittir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 87)
1933 yılbaşı gecesi kendisine, yeni yıl armağanı olarak Reşit Galip
tarafından 3 kitap takdimi üzerine söyledikleri:
- Bu anda duyduğum saadet büyüktür. Kıymetli Maarif
Vekilimizin bu armağanından dolayı teşekkür ederim. Kendisinden ve diğer
vekillerimizden her an böyle armağanlar beklerim. Vekil Bey’in naçiz dedikleri
bu armağan hakikatte çok değerlidir.
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 2. 1. 1933)
İlim tercüme ile olmaz, tetkikle olur.
1932 (Melâhat Özgü, Sümerbank Der-
gisi, Cilt : 3, Sayı : 29, 1963, s. 167)
Her işin esas hedefine kısa ve kestirme yoldan
varmak şayanı arzu olmakla beraber, yolun mâkul, mantıkî ve bilhassa ilmî
olması şarttır.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Der-
gisi, Cilt : 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)
Biz daima hakikat arayan ve onu buldukça ve
bulduğumuza kani oldukça ifadeye cüret gösteren adamlar olmalıyız.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Der-
gisi, Cilt : 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)
Hiçbir hükmü kendiniz, kendi bilginize ve inanıza
vurmadan, filân veya falan Avrupalı muharrir söylemiş diye, hemen
benimsemeyiniz. Onların, hele biz Türkler, bizim dilimiz ve tarihimiz
üzerindeki hükümleri çok kere yanlış bellenmiş esaslara dayandığını
görüyorsunuz.
(İbrahim Necmi Dilmen, T.D.K.
Yıllık, 1943, s. 31)
Her şeyden evvel, kendinizin dikkat ve itina ile
seçeceğiniz vesikalara dayanınız. Bu vesikalar üzerinde yapacağınız
tetkiklerde, her şeyden ve herkesten evvel kendi inisiyatifinizi ve millî
süzgecinizi kullanınız.
(İslâm Ansiklopedisi, 10. Cüz, s. 787)
İş bölümü, maddî işlerde olduğu gibi fikrî, siyasî,
idarî işlerde de çoğalmıştır. Meselâ ilim, her biri bir mevzu ve usule sahip
bir çok kısımlara ayrıldı. Bir adamın bir ilmi tamamen kavramasına imkân
kalmadı.
1930 (Afetinan, M.B. ve
M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 519 - 520)
Dünyada herşey için, maddiyat için, maneviyat için,
hayat için, muvaffakiyet için en hakikî yol gösterici ilimdir, fendir. İlim ve
fennin dışında kılavuz aramak gaflettir, bilgisizliktir, doğru yoldan
sapmaktır. Yalnız, ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikadaki safhalarının
gelişmesini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin,
binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene
sonra bugün, aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak
değildir.
1924 (Atatürk’ün M.A.D., s. 19; M.E.İ.S.D.I, s. 21)
Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve
medeniyet yolunda, elinde ve kafasında tuttuğu meşale, müspet ilimdir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 275)
Başlarında kıymetli Maarif Vekilimiz bulunun Türk
Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu’nun, her gün yeni hakikat ufukları açan, ciddî
ve devamlı çalışmalarını takdirde yâd etmek isterim. Bu iki ulusal kurumun,
tarihimizin ve dilimizin, karanlıklar içinde
unutulmuş derinliklerini, dünya kültüründeki analıklarını, reddolunamaz ilmî
belgelerle ortaya koydukça, yalnız Türk milleti için değil ve fakat bütün ilim
âlemi için, dikkat ve ilgi çeken, kutsal bir vazife yapmakta olduklarını
emniyetle söyleyebilirim. Bu ulusal kurumların az zaman içinde, ulusal
akademiler halini almasını temenni ederim. Bunun için, çalışkan tarih ve dil
âlimlerimizin, dünya ilim âlemince tanınacak, orjinal eserlerini görmekle
bahtiyar olmanızı dilerim.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 373)
Tabiatta, bilirsiniz ki, hiçbir şey yok olmaz. Ne
bir ses, ne bir söz, ne bir hareket.. Olduğu çağ ne kadar eski veya yeni olursa
olsun, bütün bu oluşlar, oldukları anda gibi tabiat içindedir. Bu dalgalanmada,
zaman ve mesafe mefhumu yoktur. Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde söylenen sözü
veya akis yapan hareketleri, yine dünyanın herhangi bir köşesinde aynı anda
işitmek, dinlemek, zaptetmek mümkün olduğunu görüyoruz. Yarın, bizi saran
tabian unsurları içinde, binlerce ve binlerce sene evvel söylenmiş sözleri,
olduğu gibi toplayıp tespit etmek imkânına elbette varılacaktır. Tabiatın,
bugün için esrar dolu sinesine gireceği muhakkak görülen insan zekâsı,
beklenilen hakikatleri ortaya koyacaktır. Yine bu insan zekâsıdır ki,
beklediğimiz neticeyi elde etmemiş olmakla beraber, bugünkü araştırıcı zekâları
tatmin edecek ve tarihi aydınlatacak yeni metotlar ve ilimler bulmuştur.
İşte arkeoloji ve antropoloji, o ilimlerin başında
gelir. Tarih, bu son ilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça temelli olur.
Tarihi bu belgelere dayanan milletlerdir ki, kendi aslını bulur ve tanır. İşte
bizim tarihimiz, Türk tarihi, bu ilim belgelerine dayanır. Yeter ki bugünün
aydın gençliği, bu belgeleri vasıtasız tanısın ve tanıtsın.
1936 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 232 -233)
Memleketimizin hemen her tarafında emsalsiz
defineler halinde yatmakta olan eski medeniyet eserlerinin, ilerde tarafımızdan
meydana çıkarılarak ilmî bir surette muhafaza ve tasnifleri ve geçen devirlerin
sürekli ihmali yüzünden pek harap bir hale gelmiş olan âbidelerin muhafazaları
için müze müdürlüklerinde ve kazı işlerinde kullanılmak üzere arkeoloji
uzmanlarına kesin lüzum vardır. Bunun için Maarifçe dışarıya tahsile
gönderilecek talebeden bir kısmının bu şubeye ayrılması uygun olacağı
fikrindeyim.
1931 (Mehmet Önder, Atatürk ve Müzeler, Halk-
evleri Dergisi I, Özel Sayı, 29 X. 1966, s. 13)
Felsefe, çölde sıcak kumlar içinde cayır cayır
yanan, tutuşan, dili, damağı kuruyan seyyahın, ufukta teşekkül eden serabı su
zannederek arkasından koşmaya benzer.
(Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s. 349)
Aydınların vazifeleri gayet büyüktür. Hiçbir millet
yoktur ki, ahlâk esaslarına dayanmadan yükselsin. Aydınlarımız, vatan ve millet
fikirlerini vermekle beraber rakip milletlere karşı mevcudiyetin muhafazası
için lâzım olan hususları temin ederlerse vazifelerini daha geniş şekilde
yapmış olurlar.
1919 (Atatürk’ün S.D. II, s. 4)
Siz milliyetçi topluluk, halk ile konuştuğunuz vakit
yüksek sesle söylemeyi unutmayınız. Yüksek ses, imanın ifadesi olduğu vakit
tesir yapmaktan uzak kalmaz. Yolunda çalıştığımız büyük ülküyü, halkın kalbinde
bir fikir haline, bir his haline geçirmelisiniz. Demokrasinin ne olduğunu halka
anlatmak, bilhassa sizin vazifenizdir. Birtakım kelimeler vardır ki, sık sık
telâffuz edildiği halde, hattâ aydınlarımız arasında, onu tamamiyle anlayan çok
değildir. Halkçılığımızın ne olduğunu, esaslarının neden ibaret bulunduğunu,
halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mecburiyetinde
kalacaklarını madde madde izah etmek lâzımdır. Cumhuriyeti, onun gereklerini
yüksek sesle anlatınız. Cumhuriyet ilkelerini sevdiriniz. Bunu kalplere
yerleştirmek için hiçbir fırsatı ihmal etmeyiniz.
1930 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı: 82-83, 1931)
Bizim milletin, bilhassa aydınlarımızın çok
dikkatle, çok ehemmiyetle göz önüne alacağı bir sebep vardır ve bence bu sebep
şimdiye kadar ilerleyemeyişimizin, en son sırada kalışımızın -unutmayalım-
memleketimizin baştan başa bir harebe oluşunun asıl sebebidir. Çöküşümüzün bu
ana sebebini şu nokta teşkil ediyor: İslâm âlemi iki sınıf ayrı topluluklardan
meydana gelir. Biri çoğunluğu teşkil eden cahil halk, diğeri azınlığı teşkil
eden aydınlar. Bozuk zihniyetli milletlerde büyük çoğunluk başka hedefe, aydın
denen sınıf başka zihniyete maliktir. Bu iki sınıf arasında tam bir karşıtlık,
tam bir muhalefet vardır. Aydınlar, asıl kütleyi kendi hedefini yöneltmek
ister; halk kütlesi ve avam ise bu aydın sınıfa tâbi olmak istemez. O da başka
bir yön tâyinine çalışır. Aydın sınıf telkinle, doğru yolu göstermekle çoğunluk
kütlesini kendi amacına göre iknaa muvaffak olamayınca, başka vasıtalara
başvurur. Halka zorbalık etmeğe ve kibirlenmeye başlar; halkı keyfe göre
yönetim altında bulundurmaya kalkar. Artık, burada asıl çözümü gereken noktaya
geldik. Halkı ne birinci usul ile ne de zorbalık ve keyfî yönetim ile kendi
hedefimize sürüklemeye muvaffak olamadığımızı görüyoruz; neden? Bunda muvaffak
olmak için, aydın sınıfla halkın zihniyet ve hedefi arasında tabiî bir uygunluk
olması lâzımdır. Yani aydın sınıfın halka telkin edeceği ülküler, halkın ruh ve
vicdanından alınmış olmalı. Halbuki bizde böyle mi olmuştur? O aydınların
telkinleri milletimizin ruhunun derinliğinden alınmış ülküler midir? Şüphesiz
hayır! Aydınlarımız içinde çok iyi düşünenler vardır. Fakat, umumiyet
itibariyle şu hatamız da vardır ki, inceleme ve araştırmalarımıza zemin olarak
çok kere kendi memleketimizi, kendi tarihimizi, kendi an’anelerimizi, kendi
hususiyetlerimizi ve ihtiyaçlarımızı almayız. Aydınlarımız belki bütün cihanı,
bütün diğer milletleri tanır, lâkin kendimizi bilmeyiz. Aydınlarımız, milletimi
en mesut millet yapayım, der. Başka milletler nasıl olmuşsa onu da aynen öyle
yapalım, der. Lâkin düşünmeliyiz ki, böyle bir görüş hiçbir devirde muvaffak
olmuş değildir. Bir millet için saadet olan bir şey, diğer millet için felâket
olabilir. Aynı sebep ve şartlar, birini mesut ettiği halde diğerini bedbaht
edebilir. Onun için, bu millete gideceği yolu gösterirken dünyanın her türlü
ilminden, buluşlarından, ilerlemelerinden istifade edelim; lâkin unutmayalım
ki, asıl temeli kendi içimizden çıkarmak mecburiyetindeyiz.
Milletimizin tarihini, ruhunu, an’anelerini gerçek,
sağlam, dürüst bir gözle görmeliyiz. İtiraf edelim ki, hâlâ ve hâlâ
aydınlarımızın gençleri arasında halk ve avama uygunluk muhakkak değildir.
Memleketi kurtarmak için bu iki zihniyet arasındaki ayrılığı durdurmak,
yürümeye başlamadan evvel bu iki zihniyet arasındaki uygunluğu temin etmek
lâzımdır. Bunu niçin de biraz cahil halk kütlesinin yürümesini hızlandırması,
biraz da aydınların çok hızlı gitmesi lâzımdır. Lâkin, halka yaklaşmak ve halkla
kaynaşmak daha çok ve daha ziyade aydınlara yönelen bir vazifedir.
Gençlerimiz ve aydınlarımız, ne için yürüdüklerini
ve ne yapacaklarını evvelâ kendi dimağlarında iyice kararlaştırmalı, onları
halk tarafından iyice sindirilmesi ve kabulü mümkün bir hale getirmeli, onları
ancak ondan sonra ortaya atmalıdır. Ben çok ümitliyim ki, gençlerimiz bunu
yapacak derecede yetişkindir. Bizim halkımız çok temiz kalpli, çok asil ruhlu,
ilerlemeye çok kabiliyetli bir halktır. Bu halk, eğer bir defa karşısındaki
kimselerin samimiyetle kendilerine hizmet ettiklerine inanırsa her türlü
hareketi derhal kabule hazırdır. Bunun için gençlerin, her şeyden evvel millete
güven vermesi lâzımdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 140-142)
Siyasî kavgaların çoğu neticesizdir. Fakat, toplumsal
çalışma her vakit için verimlidir. Bizim aydınlar buna çalışmalı. Neden
Anadolu’ya gelip uğramazlar? Neden milletle doğrudan doğruya temasta
bulunmazlar? Memleketi gezmeli, milleti tanımalı, eksiği nedir görüp
göstermeli. Milleti sevmek böyle olur. Yoksa lâfla sevgi fayda vermez!
1919 (Atatürk’ün S.D. III, s. 10)
Aydınlar, gidecekleri muhitlerde başlı başına bir
âlem yaratabilirler. Memleketin yalnız bir yerinde değil, beş on yerinde birer
ilim merkezi, ışık merkezi, kültür merkezi yapmalıyız, millet bahtiyar olsun!
1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün
İzmit Basın Toplantısı, s. 33)
Herşeyden evvel, her gelişmenin ilk yapı taşı olan
meseleye temas etmek isterim. Her vasıtadan evvel, büyük Türk milletine kolay
bir okuma yazma anahtarı vermek lâzımdır. Büyük Türk milleti bilgisizlikten, az
emekle kısa yoldan, ancak kendi güzel ve asil diline kolay uyan böyle bir
vasıta ile sıyrılabilir. Bu okuma yazma anahtarı, ancak Lâtin esasından alınan
Türk alfabesidir.Basit bir tecrübe, Lâtin esasından Türk harflerinin, Türk
diline ne kadar uygun olduğunu, şehirde ve köyde yaşı ilerlemiş Türk
çocuklarının ne kadar kolay okuyup yazdıklarını güneş gibi meydana çıkarmıştır.
1928 (Atatürk’ün S.D.I, s. 345)
Şurasını tecrübe ile ifade edeyim ki, hece ve alfabe
yeniliği hakikaten çocukları güçlüklerden kurtaran, onlara küçük yaşta
muvaffakiyet lezzetini tattıran en etkili vasıtadır. İnsanlar arasında kolay ve
hevesli okumak vasıtasının temin edilmesi, hem millî gelişmeye hem de milletler
arasında anlaşmaya çok hizmet eder.
1929 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 543)
Bizim âhenkli, zengin dilimiz yeni Türk harfleriyle
kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızı demir çerçeve içinde
bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımız işaretlerden kendimizi kurtarmak ve
bu lüzumu anlamak mecburiyetindesiniz. Anladığınızın izlerine, yakın zamanda
bütün dünya şahit olacaktır. Buna kat’i şekilde eminim.
1928 (Atatürk’ün M.A.D., s. 26)
Yeni Türk harflerini çabuk öğrenmelidir. Her
vatandaşa, kadına, erkeğe, hamala, sandalcıya öğretiniz. Bunu vatanperverlik ve
milliyetperverlik vazifesi biliniz. Bu vazifeyi yaparken düşününüz ki, bir
milletin, bir toplumun yüzde onu, yirmisi okuma-yazma bilir, yüzde sekseni,
doksanı bilmezse bu ayıptır. Bundan insan olanlar utanmak lâzımdır. Bu millet utanmak
için yaratılmış bir millet değildir; iftihar etmek için yaratılmış, tarihini
iftiharla doldurmuş bir millettir! Fakat, milletin yüzde sekseni okuma-yazma
bilmiyorsa bu hata bizde değildir. Türk’ün seciyesini anlamayarak kafasını
birtakım zincirlerle saranlardadır. Artık mazinin hatalarını kökünden
temizlemek zamanındayız. Hataları düzelteceğiz.Bu hataların düzeltilmesinde
bütün vatandaşların çalışmasını isterim. En nihayet bir sene, iki sene içinde
bütün Türk toplumu yeni harfleri öğreneceklerdir. Milletimiz yazısıyla,
kafasıyla bütün medeniyet âleminin yanında olduğunu gösterecektir.
1928 (Atatürk’ün M.A.D., s. 28)
Türk harflerinin kabulüyle hepimize, bu memleketin
bütün vatanını seven yetişkin evlâtlarına mühim bir vazife düşüyor. Bu vazife,
milletimizin toptan okuyup yazmak için gösterdiği şevk ve aşka fiilen hizmet ve
yardım etmektir. Hepimiz, hususî ve umumî hayatımızda rast geldiğimiz okuyup
yazma bilmeyen erkek, kadın her vatandaşımıza öğretmek için can atmalıyız. Bu
milletin asırlardan beri hallolunmayan bir ihtiyacı birkaç sene içinde tamamen
temin edilmek, yakın ufukta gözlerimizi kamaştıran bir muvaffakiyet güneşidir.
Hiçbir muzafferiyetin hazlarıyla kıyas kabul etmeyen bu muvaffakiyetin heyecanı
içindeyiz. Vatandaşlarımızı bilgisizlikten kurtaracak bir sade öğretmenliğin
vicdanî hazzı, mevcudiyetimizi doyurmuştur.
1928 (Atatürk’ün M.A.D., s. 30)
Yeni harfler bizi çok işgal etmelidir. İnönü’ler,
Sakarya, Dumlupınar arifelerinde ne kadar dikkatli, ne kadar uyanık, aynı
zamanda ne kadar ümit dolu olduğumuzu düşününüz; yeni harfler meselesinde de o
kadar dikkatli ve o kadar ümitli olmalıyız. Bu memleketin cidden mesut olmasını
kalpten arzu edenler, bunca muvaffakiyetlerine rağmen hâlâ bu milletin dilini
ve yazısını ilkel kavimlerin işaretleri gibi görerek ona hiçbir kıymet vermek
lüzumunu hissetmeyenleri hakikate getirmeli, yeni harflere ve bu harflerle
husule gelecek vaziyete bütün heyecanları, ümitleri ve ciddiyetleriyle
ehemmiyet vermeli ve meşgul olmalıdırlar. Eğer bütün beynimizi demir çerçeve
içinde bulunduran bu kıskacı parçalamazsak, bütün ihtilâl ve inkılâp
muvaffakiyetlerinin mesut neticelerine rağmen parçalanırız. Kazandıklarımızla
avunma ve bilhassa mağrur olmayı asla düşünmemeliyiz. Bundan sonra
yapacaklarımızdan teselli vesilesi aramalıyız.
1928 (Yeni Türk Yazısı ile ilk Kıraat, 1928 s. 7)
Türk harfleri, memleketin umumî hayatına tamamen
uygulanmıştır. İlk güçlükler, milletin ülkü kuvveti ve medeniyete olan sevgisi
sayesinde kolaylıkla yenilmiştir.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 68, 1929, s. 5024)
Kültür işlerimiz üzerine, ulusça gönüllerimizin
titrediğini bilirsiniz. Bu işlerin başında da Türk tarihini doğru temelleri
üstüne kurmak, öz Türk diline değeri olan genişliği vermek için candan
çalışılmakta olduğunu söylemeliyim.
1934 (Ayın Tarihi, Sayı: 12, 1934, s. 23)
Türk dilinin, kendi benliğine, aslındaki güzellik ve
zenginliğine kavuşması için, bütün devlet teşkilâtımızın dikkatli, alâkalı
olmasını isteriz.
1932 (Atatürk’ün S.D. I, s. 358)
Türk dili kaynakları üzerinde edindiğimiz bilgiler,
umduğumuzdan daha verimli çıktı. Şimdi, yalnız ana dilimizin öz varlıklarını
bilmekle kalmıyoruz; bunların çok eski bir medeniyetin ilk ana dili olduğunu da
öğrendik.
(İbrahim Necmi Dilmen, Çığır Mecmuası, sayı:
74-75,
1939, s. 11; Mahmut Atillâ Aykut, T.D.K. Yıllık
1944, s. 63)
Millî his ile dil arasındaki bağ çok kuvvetlidir.
Dilin millî ve zengin olması, millî hissin gelişmesinde başlıca etkendir. Türk
dili, dillerin en zenginlerindendir; yeter ki bu dil, şuurla işlensin.
Ülkesini, yüksek istiklâlini
korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı diller boyunduruğundan
kurtarmalıdır.
1930 (Sadri Maksudi Arsal, Türk Dili İçin)
Millî bilincin ayakta kalabilmesi ve uyanık
bulunması için dil ve tarih uğrunda çalışmaya mecburuz.
(Enver Behnan Şapolyo, 1951
Olağanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 53)
Türk milletinin dili Türkçedir. Türk dili dünyada en
güzel, en zengin ve en kolay olabilecek bir dildir. Onun için her Türk, dilini
çok sever ve onu yükseltmek için çalışır. Bir de Türk dili Türk milleti için kutsal
bir hazinedir. Çünkü Türk milleti geçirdiği nihayetsiz felâketler içinde
ahlâkını, an’anelerini, hâtıralarını, menfaatlerini, kısacası bugün kendi
milliyetini yapan her şeyin dili sayesinde muhafaza olunduğunu görüyor. Türk
dili, Türk milletinin kalbidir, zihnidir.
1931 (Afetinan, Türk Dili Der-
gisi, Sayı : 182, 1966 s. 90)
Türk dili zengin, geniş bir dildir. Her kavramı
ifadeye kabiliyeti vardır. Yalnız onun bütün varlıklarını aramak, bulmak,
toplamak, onlar üzerinde işlemek lâzımdır.
Türk milletini ve Türk dilini, medeniyet tarihinin
ve kültür dillerinin dışında görmenin ne yaman bir yanlış olduğunu bütün
dünyaya göstereceğiz.
(Mahmut Atillâ Aykut, T.D.K. Yıllık 1944, s. 63)
Öyle istiyorum ki, Türk dili bilim yöntemleriyle
kurallarını ortaya koysun ve her dalda yazı yazanlar, bütün terimleriyle
çoğunluğun anlayabileceği güzel, ahenkli dilimizi kullansınlar.
(Afetinan, Türk dili Dergisi, Sayı: 182, 1966, s. 91)
Klâsik etimoloji*’nin karışık görüşleri karşısında
bizim teorimiz ve analiz metodumuz çok basit görünüyor. Fakat hakikat, ezelî ve
ebedî hakikat, basittedir. Teorimizi bir dil kanunu olarak ilim âlemine
tanıttığımız gün, Türklük için şanlı bir zafer günü olacaktır.
(İbrahim Necmi Dilmen, Çığır Mecmuası, sayı:
74-75,
1939, s. 11; Mahmut Atillâ Aykut, T.D.K. Yıllık
1944, s. 63)
3. Türk Dil Kurultayı’na gelen yabancı dil bilginlerini kabulü
esnasında söylemiştir :
Dünya dil âlimlerinin Türk âlimleriyle beraber
çalışmaları, dil ilminin şimdiye kadar halledemediği birçok güçlüklerin hallini
kolaylaştıracaktır. Bundan, büyük hakikatler
de meydana çıkacaktır.
1936 (Ulus gazetesi, 25.8. 1936)
Türk söz dizimi (sentaks) hakkında söylemiştir:
Türk, konuşurken önce somut şeyi, sonra soyut anlam
bildiren kelimeyi söyler. “Ahmet geldi” der, çünkü Ahmet somut varlığı, geldi
soyut anlamı ifade eder. Türkün tabiî söz dizimi budur. Bunu ancak heyecan,
korku, şaşkınlık gibi haller bozabilir.
1935 (Abdülkadir İnan, Atatürk ve Devrik
Cümle, Türk Yurdu Dergisi, Sayı: 286, 1960)
Daha çocukken, dersler, kitaplar arasında
yuvarlanırken hissederdim ki bu dilin bir şeye ihtiyacı var. O ihtiyacın ne
olduğunu, nasıl elde edileceğini bilmezdim. Fakat mutlaka bir şey lâzım
olduğunu duyardım.
1928 (İbrahim Necmi Dilmen,
Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1941)
En iyi müdafaa usulü, taarruzdur. Şu halde dil
alanında türemiş yabancılıklara saldıralım; ağacı bir defa silkeleyelim :
Görelim, hangi çürükler düşecek; kalan sağlamlar bakalım ne kadardır?
dökülmeyenler, özleri ve arınmışları bulununcaya kadar biraz daha işe yarayabilir;
geçici olarak!...
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 64)
Yeni Türkçe kelimeler teklif edebiliriz. Bu yönde
ısrarla çalışmalıyız. Fakat, Türk dilinin yapısını zorlamak olmaz. Bu bünye
meselesini Türk dilinin olgunlaşma seyrine bırakmalıyız. Birkaç gün önce Ahmet
Cevat Bey’e söyledim : Ketebe, yektübü Arabındır; kâtip, kitap, mektup
Türkündür.
(Abdülkadir İnan, Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra,
Türk Kültürü Dergisi, Sayı: 85, 1969, s. 21)
Türk dilinin sadeleştirilmesi, zenginleştirilmesi ve
kamuoyuna bunların benimsetilmesi için her yayın vasıtasından faydalanmalıyız.
Her aydın, hangi konuda olursa olsun yazarken buna dikkat edebilmeli; konuşma
dilimizi ise ahenkli, güzel bir hale getirmeliyiz.
1938 (Afetinan, Atatürk ve Dil Bay-
ramı, Atatürk’e Saygı, T.D.K. s. 54)
Dil işimizde henüz bir oturmuşluğa varamadık; daha
çok ve pek çok çalışmak lâzımdır.
1938 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 222)
Onları ortaya atmak lâzımdır. Millî zevkimiz
hangisinden hoşlanır ve onu kullanırsa, o zaman sözlüğümüze koyalım.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 213)
Söz konusu tabirler, uluslararası ilim sahasında
kolaylıkla ilerlememize mânidir! Fen terimleri o suretle yapılmalı ki, mânaları
ancak istenilen şeyi ifade edebilsin.
(Akil Muhtar Özden, Atatürk’e ait Bilinmeyen
Hatıralar, Yeni Mecmua, Sayı : 21, 1939)
Sanat, güzelliğin ifadesidir. Bu ifade sözle olursa
şiir, nağme ile olursa musiki, resim ile olursa ressamlık, oyma ile olursa
heykeltraşlık, bina ile olursa mimarlık... olur.
(Ahmet Cevat Emre, Muhit Mec.,
Sene : 1, No : 2, 1928, s. 84)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Güzel sanatlar terimini, Türkler zannediyorum pek
haklı olarak 1-Musiki, 2-Resim, 3-Heykeltraşlık, 4-Edebiyat, 5-Mimarlık,
6-Rakstan oluşmuş saymışlardır. Bu dal, insan topluluklarının yüksek niteliğini
belirlemede çok büyük önem taşır. Bu yüksek kıymet, yüksek incelik, maharet,
ince kabiliyet ve işte bunların hepsini yapabilmek, sanatkârlığın birleşmiş
ifadesidir. Bu mesele üzerinde bizim de, çocuklarımızın da esaslı olarak durmanız
lâzımdır.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cum-
huriyet gazetesi, 10.11.1941)
İnsanlar olgunlaşmak için bazı şeylere muhtaçtır.
Bir millet ki resim yapmaz, bir millet ki heykel yapmaz, bir millet ki fennin
gerektirdiği şeyleri yapmaz; itiraf etmeli ki o milletin ilerleme yolunda yeri
yoktur. Halbuki bizim milletimiz, hakikî özellikleriyle medenî ve ileri olmaya
lâyıktır ve olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 67)
Bir sohbet esnasında ressam Çallı İbrahim’e söylemiştir:
Aynı milletin çocuklarının hep beraber bulunarak
birbirlerini tanımaları, birbirlerini sevmeleri ve bu birlik sevgisinden
çıkacak yüksek hislere aynen tâbi olmaları güzel bir şeydir. Eğer güzel
sanatlar müntesibi sıfatıyla siz bunu tespit ederseniz, bütün millete ve bütün
insanlığa hizmet edersiniz.
(Hasan Cemil Çambel, Dün-
ya gazetesi, 30. 8. 1952)
Fikirler ve inkılâplar, sanatla yayılır.
(Atatürk’ten B.H., s. 84)
Güzel sanatların her şubesi için, Kamutay’ın
göstereceği alâka ve emek, milletin insanî ve medenî hayatı ve çalışkanlık
veriminin artması için çok tesirlidir.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 373)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır :
Güzel sanatlarda muvaffakiyet, bütün inkılâpların
muvaffak olduğunun en kesin delilidir. Bunda muvaffak olamayan milletlere ne
yazıktır! Onlar, bütün muvaffakiyetlerine rağmen medeniyet alanında yüksek
insanlık sıfatıyla tanınmaktan daima mahrum kalacaklardır.
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cum-
huriyet gazetesi, 10. 11. 1941)
Tiyatro sanatçılarına söylemiştir:
Efendiler... Hepiniz mebus olabilirsiniz, vekil
olabilirsiniz; hattâ cumhurbaşkanı olabilirsiniz; fakat, sanatkâr olamazsınız.
Hayatlarını büyük bir sanata vakfeden bu çocukları sevelim...
1930 (İ. Galip Arcan Anlatıyor, Ses dergisinden
alıntı, Sümerbank dergisi, cilt: 3, sayı:29, 1963)
Elini öpmek isteyen tiyatro sanatçılarına söylemiştir:
- Sanatkâr el öpmez; sanatkârın eli öpülür!
1930 (Vasfi Rıza Zobu, O
Günden Bu Güne, s. 323)
Bursa’da temsil veren tiyatro sanatçılarınza söyledikleri:
Sizleri çok takdir ederim. İnkılâbımızda sizin de
mühim hizmetleriniz vardır. Sanatınızı meslek edinerek azmetmenizi,
arkadaşlarınızla samimî olarak geçinmenizi bilhassa tavsiye ederim. Sizin
vatana en büyük hizmetiniz, Anadolumuzu baştan başa dolaşıp halkımıza sanatın
ne olduğunu anlatmanız olacaktır.
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 44)
Ankara Halkevi’nde ressamlarla sohbet esnasında söyledikleri:
Arkadaşlar, siz ressamlarla konuşmak ve sanatkârın
basit bir tarifini yapmak için gelmiş bulunuyorum. Gerçi sözlerin meslekî
faaliyetinizin ve ihtisasınızın bulunduğu bu sahada sanatkârı tarif etmek ve
size sizden bahsetmek garip olur amma.. Sanatkârı tarif eden pek çok sanatkârın
sözlerini bilirsiniz; lâkin ben size sanatı ve sanatkârı bildiğiniz tariflerden
bambaşka, daha doğrusu askerce bir tarifle anlatmak istiyorum: Ben bir bölük komutanıyım,
rütbem yüzbaşıdır. Üstümden emir aldım; karşıdaki tepeyi düşmandan gün doğmadan
zapt edeceğim. Bu emir üzerine bütün erlerin donatımını tamamlayıp harp
hazırlığını yaptıktan sonra karşıdaki tepeyi, gün doğmadan işgal edeceğimizi
bölüğüme söyledim. Taarruz başladı. Lâkin tepenin önünde geniş bir vâdi var; bu
vâdinin ne kadar zamanda geçilebileceğini tahmin ve hesap etmiş olmama rağmen
bu tahmin ve hesapta yanılmışız. Düşmanın da umduğumuzdan daha kuvvetli
hazırlığı ve inatçı bir şekilde müdafaasıyla karşılaşmış bulunuyoruz ve gün
doğmak üzeredir. Biz, aldığımız emre göre, gün doğmadan tepeyi işgal edecektik.
“Gün doğmak üzeredir” diyerek bu tepeyi işgalden vaz mı geçelim? Hayır, zarar
yok, geç de olsa, gün de doğsa gayemize erişeceğiz. Taarruz, bütün gücü ve
şiddeti ile devam ediyor. Büyük bir cesaretle dövüşe, dövüşe tepenin eteklerine
kadar yaklaşmış aslan neferlerin tepeyi işgali artık bir dakika meselesi
olmuştur. Güneş yavaş yavaş doğmakta, ancak yarım kurs halinde iken bu tepenin
zirvesini ışıldatmaktadır. Fakat birkaç tane er, ellerindeki Türk bayrağını
tepenin ışıldayan zirvesine dikmek için bütün gücü ile koşuyor ve tepenin
zirvesine şanlı Türk bayrağını dikerken terlemiş alnını günün ilk ışığının
vurduğunu hissediyor.
İşte sanatkâr da, toplumda uzun çalışma ve
çabalardan sonra alnında ışığı ilk hisseden insandır.
(İbrahim Ceyhan, Atatürk’e göre Sanatkâr,
Atatürk’e Ait Hatıralar, A. Hidayet Reel, s. 159
-160)
Yabancı bir ressamın yaptığı yağlıboya portresinde, bazı arkadaşlarının
benzeyişte kusur bulmaları üzerine söyledikleri:
- Olabilir! Fakat inanır mısınız, bu portre bir
aralık bana son derece benzemişti; fakat, üstat durmasını bilmedi! Sanatkârlar,
komutanlar gibi durmasını bilmelidirler; aksi takdirde vardıkları başarı
düzeyinden iniş başlar.
(Atatürk’ten B.H., s. 39)
Edebiyat denildiği zaman şu anlaşılır: Söz ve
mânayı, yani insan dimağında yer eden, her türlü bilgileri ve insan
karakterinin en büyük duygularını, bunları dinleyenleri veya okuyanları, çok
alâkalı kılacak surette söylemek ve yazmak sanatı. Bunun içindir ki, edebiyat,
ister nesir halinde olsun, ister nazım şeklinde olsun, tıpkı resim gibi,
heykeltraşlık gibi bilhassa musiki gibi, güzel sanatlardan sayıla gelmektedir.
Beşeriyette, en müspet ilim ve en ince teknik
esaslarına dayanan hayatla ve kanla karşılaşmak, kendileri için alında yazılı
olan askerlik gibi yüksek bir idealist meslek dahi, kendini içinde bulunduğu
topluma anlatabilmek ve bu büyük insanlık ve kahramanlık yolculuğunu
hazırlayabilmek için, uyandırıcı, hedeflendirici, yürütücü ve nihayet fedakâr
ve kahraman yapıcı vasıtayı, edebiyatta bulur. Bu itibarla, edebiyatın her
insan cemiyeti ve bu cemiyetin hal ve istikbalini koruyan ve koruyacak olan her
teşekkül için, en esaslı terbiye vasıtalarından biri olduğu, kolaylıkla
anlaşılır.
Bunun içindir ki Türkiye Cumhuriyeti Kültür
Bakanlığı, edebiyat öğretiminde şu noktalara, bilhassa ehemmiyet ve kıymet
vermelidir:
a)
Türk çocuğunun kafasını, fıtrî yaradılışındaki dikkat ve itinaya göre
oluşturmak. Bu, Cumhuriyetin sıhhî düzeni ile alâkadar olan vekâlete de yönelen
bir vazifedir.
b) Güzel muhafaza edilen
Türk kafa ve zekâlarını açmak, yaymak, genişletmek. Bu, bilhassa Kültür
Bakanlığı’nın vazifesidir. Bununla birlikte olarak, istidatlı Türk çocuk
kafalarına müspet ilim ve maddî teknik mefhumlarını, yalnız nazarî olarak
değil, aynı zamanda pratik vasıtalar ile de yerleştirmek.
c) Bir taraftan da, Türk
kafalarındaki kabiliyetleri, Türk karakterindeki sağlamlıkları, Türk
duygularındaki yükseklik ve genişlikleri, kendilerini hiç zorlamadan, tabiî bir
tarzda ve olduğu gibi ifadeye onları alıştırmak.
Bunlar yapılınca, netice şu
olacaktır: Türk çocuğu konuşurken, onun ifade ve anlatış tarzı, Türk çocuğu
yazarken, onun ifade üslûbu, kendisini dinleyenleri, onun yürüdüğü yola
götürebilecek bu kabiliyeti sayesinde, Türk çocuğu kendisini dinleyen veya
yazısını okuyanları, peşine takarak yüksek Türk ülküsüne iletebilecek,
ulaştırabilecektir. Bu edebiyat telâkkisi, böyle bir edebiyat öğretimi
sayesindedir ki, edebiyat anlamından anlaşılan gayeye varmak mümkün olabilir.
1937 (Afetinan, Atatürk
Hakkında H.B., s. 272-273)
İnsanlarda birtakım ince, yüksek ve temiz duygular
vardır ki insan onlarla yaşar. İşte o ince, yüksek, derin ve temiz duyguları en
ziyade duyabilen ve diğer insanlara duyurabilen, şairdir.
(Ahmet Cevat Emre, Muhit Mec.,
Sene : 1, No. 2, 1928, s. 65)
29 Ağustos 1928 akşamı Dolmabahçe Sarayı’nda çoğunluğu şair ve
yazarlardan kurulu bir sofrada şair Halit Fahri Ozansoy’a yazdırmıştır :
Kesinlikle, dahil olduğun parlak Türk devrinde şair
olduğunu ispat edeceksin. Şiirlerin şen, neşeli, faal Türk milletinin sevinç,
neşe, faaliyet, his ve hareketlerini şakıyacaktır. Buna mevcudiyetini
hasredeceksin! Kökü çok büyük olan, dalları ondan daha büyük olacak olan bir
ırkın çocuğu olarak, mensup bulunduğun millete lâyık şiirler yazacaksın. Bunu
yaparsan kimse itiraz edemez ve kabul ediyorum ki, o zaman muvaffak oldum
diyeceksin.
1928 (Halit Fahri Ozansoy, Edebi-
yatçılar Çevremde, 1970, s. 263)
Ben edebiyatı ve şiiri severim.
1915 (İbrahim Alâettin Gövsa, Acılar, s. 9)
Güzel konuşmak için, serbest olmak ve kelimelerin
mânalarını yerinde yapılan jestlerle takviye etmek lâzımdır.
1932 (Lütfi Aksoy, Atatürk’e Ait Bilinmeyen
Hatıralar, Yeni Mecmua, No: 19, 8. 9. 1939)
Hayatta musiki lâzım mıdır? Hayatta musiki lâzım
değildir; çünkü hayat musikidir. Musiki ile alâkası olmayan yaratıklar insan
değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise musiki mutlaka
vardır. Musikisiz hayat, zaten mevcut olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu,
sevinci ve her şeyidir. Yalnız musikinin nev’i, üzerinde düşünmeye değer.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 231-232)
Güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğin ne türlü
ilerletilmesini istediğinizi bilirim. Bu, yapılmaktadır. Ancak, bunda en çabuk,
en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir. Bir ulusun yeni
değişikliğine ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir.
Bugün dinletmeye yeltenilen musiki, yüz ağartacak
değerde olmaktan uzaktır. Bunu açıkca bilmeliyiz. Ulusal, ince duyguları, düşünceleri
anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce, genel son
musiki kurallarına göre işlemek gerektir. Ancak bu düzeyde, Türk ulusal
musikisi yükselebilir, evrensel musikide yerini alabilir.
1934 (Ayın Tarihi, Sayı 12, 1934. s. 23)
Atatürk tarafından yazdırılmış bir nottan:
Bir millet çok şeyde inkılâp yapabilir ve bunların
hepsinde de muvaffak olabilir; fakat, musiki inkılâbıdır ki, milletin yüksek
gelişiminin işaretidir.
1936 (Cumhuriyet gazetesi, 5.9.1936)
Çankaya’da müzisyenlere söylemiştir :
- Osmanlı musikisi, Türkiye Cumhuriyeti’ndeki büyük
inkılâpları terennüm edecek kudrette değildir. Bize yeni bir musiki lâzımdır ve
bu musiki özünü halk musikisinden alan çok sesli bir musiki olacaktır. İtiyat
dediğiniz şeye gelince, sizin Osmanlı musikinizi Anadolu köylüsü dinler mi?
Dinlemiş mi? Onda o musikinin itiyadı yoktur.
1934 (A.Adnan Saygun, Atatürk ve Musiki, s. 48-49)
Musikisiz devrim olmaz.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya 1969, s. 410)
Eski musikiyi batı musikisine üstün çıkarmak için
çalışanlar bir ufak gerçeği fark edemez görünürler. Bu gerçeği kısaca ifade
etmek lâzım gelirse diyebiliriz ki, bütün bu canlandırma işinde ele alınan
musiki parçaları, Türklerin herhangi bir âyinde, şenlikte bütün maddî ve hissî
kabiliyetlerini yüksek derecede kullanarak oynamalarına yarayan nağmelerdir. Bu
fasıldan olan musikiyi bugünün dans parçaları gibi saymakta hata yoktur. Ancak,
bugünkü Türk kafası musikiyi düşündüğü zaman yalnız basit oyunlara yarayacak,
insanlara basit ve geçici heyecan verecek musiki aramıyor. Musiki dendiği
zaman, yüksek duygularımızın, hayat ve hâtıralarımızın ifadesini bulan bir
musiki istiyoruz. Bugünkü Türkler musikiden, diğer yüksek ve hassas
cemiyetlerin beklediği hizmeti bekliyor. İşte bu bakımdan klâsik Osmanlı musikisini
canlandırmaya çalışanların çok dikkatli bulunmaları gerekir.
Biz, bir Türk bestesini dinlediğimiz zaman ondan
geçmişin uyanma bırakması lâzım gelen hikâyesini kalbimize giren oklar gibi
duymak isteriz. Acı olsun, tatlı olsun biz, bir beste dinlerken ve farkında
olmaksızın hislerimizin incelir olduğunu duymak isteriz. Bütün bunlardan başka
musikiden beklediğimizin maddî, fikrî ve hissî uyanıklık ve çevikliğin
takviyesi olduğuna şüphe yoktur. Yeni şairlerimizden, ediplerimizden, musiki
bilginlerimizden ve bilhassa ses sanatkârlarından istediğimiz ve aradığımız
budur.
1938 (Kemal Ünal, Ulus gazetesi. 10. 11. 1939)
Bizim hakikî musikimiz, Anadolu halkında
işitilebilir.
1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 73, 1930)
Bu gece burada güzel bir tesadüf eseri olarak şarkın
en seçkin iki musiki topluluğunu dinledim. Fakat, benim Türk duyguları
üzerindeki gözlemim şudur ki, artık bu musiki, bu basit musiki, Türk’ün çok
açık ruh ve hissini tatmine kâfi gelemez. Şimdi karşıda medenî dünyanın
musikisi de işitildi. Bu ana kadar şark musikisi denilen terennümler karşısında
cansız gibi görünen halk, derhal harekete ve faaliyete geçti. Hepsi oynuyorlar.
Bu pek tabiîdir. Hakikaten, Türk yaradılıştan şen ve neşelidir. Eğer onun bu
güzel huyu bir zaman için fark olunmamışsa, kendinin kusuru değildir. Kusurlu
hareketlerin acı, felâketli neticeleri vardır. Bunu fark etmemek, kabahattir.
İşte Türk milleti bunun için gamlandı. Fakat, artık millet hatalarını kanı ile
düzeltmiştir; artık gönlü rahattır, artık Türk şendir, yaradılışında olduğu
gibi. Artık Türk şendir, çünkü ona ilişmenin tehlikeli olduğu tekrar ispat
istemez, kanaatindedir. Bu kanaat aynı zamanda temennidir.
1928 (M.E.İ.S.D.I,s. 32-33)
Bizler alaturka müziğe alışmışız; ama, yeni nesiller
alafranga müziğe alışmalıdırlar.
(Kâzım Özalp, Özalp Atatürk’ü Anla-
tıyor, Milliyet gazetesi, 27. 11. 1969)
Çocuklarınızın ve gelecek nesillerin musikisi, batı
medeniyetinin musikisidir.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969,s.410)
Biz, çok defa, bu musikinin tam haysiyetini
bulamıyoruz. İşte bu dinlediğimiz, hakiki Türk musikisidir ve hiç şüphesiz,
yüksek bir medeniyetin musikisidir. Bu musikiyi, bütün dünyanın anlaması
lâzımdır. Fakat, onu bütün dünyaya anlatabilmek için, bizim milletçe, bugünkü
medenî dünyanın seviyesine yükselmemiz lâzımdır.
(Mesut Cemil Anlatıyor: Nükte, Fıkra ve Çizgi-
lerle Atatürk II, 1954, Der : N.A. Banoğlu, s. 52)
Biz batınınkini hürmetle dinlediğimiz gibi, bizim
musikimiz de bütün dünyada hürmetle dinlenecek bir halde olmalıdır.
(Osman Ergin, Hafız Yaşar Okur’dan naklen,
Türkiye Maarif Tarihi, Cilt: 5, 1943, s.
1534-1535)
Bu oyun, milletimizin erkek oyunu, kahraman
oyunudur; bilmek lâzım!
1935 (Fahrettin Altay, 10 Yıl
Savaş ve Sonrası, 1970, s. 398)
Selim Sırrı (Tarcan)’ın bir kız öğrenci ile zeybek oyununu izledikten
sonra söyledikleri:
Selim Sırrı Bey, zeybek raksını geliştirirken ona
bir medenî şekil vermiştir. Bu sanatkâr üstadın eseri hepimiz tarafından kabul
edilerek millî ve sosyal hayatımızda yer tutacak kadar olgunlaşmış, estetik bir
şekil almıştır. Artık Avrupalılara; “Bizim de mükemmel bir raksımız var”
diyebiliriz ve bu oyunu salonlarımızda, müsamerelerimizde oynayabiliriz. Zeybek
dansı, her toplumsal salonda kadınla beraber oynanabilir ve oynanmalıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 38)
Dünyada medenî, ileri ve olgun olmak isteyen
herhangi bir millet, mutlaka heykel yapacak ve heykeltraş yetiştirecektir.
Abidelerin şuraya buraya tarihî hatıralar olarak dikilmesinin dine aykırı
olduğunu iddia edenler, din hükümlerini gereği gibi araştırıp tetkik etmemiş olanlardır.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 66)
Aydın ve dindar olan milletimiz, ilerlemenin
vasıtalarından biri olan heykeltraşlığı en son derecede ilerletecek ve
memleketimizin her köşesi, ecdadımızın ve bundan sonra yetişecek evlâtlarımızın
hatıralarını güzel heykellerle dünyaya ilân edecektir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 66)
Mimar Koca Sinan’ın eserlerinin en yoğun bulunduğu
İstanbul’da ve son şaheserinin yapıldığı Edirne’de, ona bir anıt dikilmelidir.
Ancak, Cumhuriyetimizin başkenti Ankara’da da bütün Türk büyüklerinin
heykelleri ve anıtlarının dikilmesi, gelecek nesillere örnek olmaları
bakımından lâzımdır.
1935 (Afetinan, Mimar Koca Sinan, s. 67)
Eski milletler büyük çalışmalar sonunda kendilerine
has birer mimarî stil yaratmışlardır. Son asrın sanat çalışma ve düşünceleri
sonunda da modern bir mimarlık doğmuştur. Fakat, bu modern mimarlık da her
milletin düşünce ve karakter farklarıyla birbirinden ayrı bir görünüş ve
anlamdadır. Bir İtalyan modern mimarlığıyla bir Alman modern mimarlığı arasında
çok değişiklikler vardır. Bu modern mimarlıklar bütün görünüşleriyle de hangi
milletin malı olduğunu anlatmaktadırlar. Bizde de asrın bütün düşünce ve
ihtiyaçlarına cevap verecek, ruhlarımızı okşayacak bir modern mimarlık
lâzımdır. Fakat, bu modern mimarlık diğer milletlerin taklitçiliği değil,
yurdumuza has, Türklüğe özgü bir mimarlık olmalıdır. Yapılan bazı binaları
görüyorum; bunlar bir Avrupa modern mimarlığının aynen kopyasıdır. Bize
orijinal bir modern Türk mimarlığı lâzımdır. Eminim ki, yetişmekte olan genç
Türk mimarları, bu haklı isteğimde olumlu bir yaratıcılığa erişeceklerdir.
(Mimar Hikmet Koyunoğlu, Kül-
tür ve Sanat, sayı : 5, 1977, s. 151)
Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan
yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet
alır.
1931 (Hasan Cemil Çambel, T.T.K.
Belleten Cilt:3, Sayı: 10, 1939, s. 272)
Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman, onun
gerçeğe uygun olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri
araştırılır. Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe malik olamayışımızın
sebebi tarihlerimizin, hakikî okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya
birtakım meddahların veya birtakım kendini beğenmişlerin hakikat ve mantıktan
uzak sözlerinden başka kaynak bulamamak bedbahtlığıdır.
1924 (Atatürk’le Konuşma-
lar, Mustafa Baydar, s. 92)
İnsan, tarihin mânasını ancak olgun bir yaşa
eriştikten sonra anlıyor. Ve tarih ancak bu yaştan sonra yazılabilir. Çok arzu
ederdim ki, birkaç arkadaşla beraber hayatımızdan geri kalan zamanı tarih yazmakla
geçirelim!
(Yusuf Ziya Özer, Ulus gazetesi 10. 11. 1939)
Tarihi yapan akıl, mantık, muhakeme değil, belki
bunlardan ziyade duygulardır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 116)
Sonradan uydurma bir eser vücuda getirerek ertesi
gün pişman olmaktansa, hiçbir eser vücuda getirmemek, beceriksizliğini itiraf
etmek daha iyidir.
1931 (Uluğ İğdemir, Sümerbank Der-
gisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963, s. 184)
İnsanların tarihten alabilecekleri mühim dikkat ve
uyanıklık dersleri, bence devletlerin umumiyetle siyasî müesseselerin
teşekküllerinde, bu müesseselerin mahiyetlerini değiştirmede ve bunların
çözülme ve sonlanmalarında müessir olmuş olan sebepler ve âmillerin tetkikinden
çıkan neticeler olmalıdır. Meselâ Osmanlı İmparatorluğunun doğmasını gerektiren
sebep ve âmillerin tetkikinden çıkan netice, mühim olduğu gibi, bu
İmparatorluğun batması sebep ve âmillerinin tetkikinden çıkacak netice de o
kadar mühimdir. Bu tetkiklerde, şüphesiz siyasî müesseseyi kuran milletlerin
her görüş noktasından kültürleri derecesi mütalâa olunur; şahısların müspet ve
menfi tesirleri göz önüne alınır.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 264)
Tarih ne güzel aynadır. İnsanlar, özellikle ahlâkta
gelişmemiş kavimler, en büyük kutsal kavramlar karşısında bile hasis duygulara
tâbi olmaktan nefislerini menedemiyor. Tarihin sinesine geçen büyük
hâdiselerde, bu hâdiseler içinde âmil ve fâil olanların hal, hareket ve
muameleleri onların ahlâk seviyelerini ne açık gösterir.
1915 (Mustafa Kemal, Anafartalar
M.A.T. Yayımlayan Uluğ İğdemir, s. 27)
Tarihte şanlar, şöhretler kazanmış pek çok insanlar
millî noktadan fazilete sahip değildir. Meselâ hakikaten askerî kudret sahibi
olan, Moskova’ya kadar giden, yangınlar harabeler üstünden Fransız ordusunu
sürükleyip eriten Napolyon’u düşününüz. Onun hareketleri Fransız milletinin
hakikî ve millî menfaatlerini değil, kendi cihangirane emellerini tatmin
içindi. Bunu tatmin için Fransa’nın milyonlarca seçkin evlâdını eritti ve
nihayet hepinizin bildiğiniz âkıbete uğradı. Bizim Osmanlı tarihindeki en büyük
ve şanlı görülen hareketleri de aynı noktadan tetkik, aynı mahiyette mukayese
etmek mümkündür.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 161-162)
Ankara ve İstanbul şehirlerinden birine “Atatürk” adı verilmesi için
bir kanun teklifi hazırlığı üzerine söyledikleri:
Bir adın tarihte kalması ve ağızlarda söylenmesi
için, şehirlerin temellerine sığınmak şart değildir. Tarih, zorlanmayı sevmeyen
nazlı bir peridir; fikirleri tercih eder.
(Falih Rıfkı Atay, Babanız Atatürk, s. 135)
Tarih bir milletin kanını, hakkını, varlığını hiçbir
zaman inkâr edemez.
1919 (Nutuk III, s.928)
İnsanların meşgul olduğu bütün meseleler,
karşılaştığı bütün tehlikeler, elde ettiği muvaffakiyetler, ortaklaşa, umumî
bir mücadelenin dalgaları içinden doğagelmiştir. Doğu milletlerinin, batı
milletlerine taarruz ve hücumu, tarihin belli başlı bir safhasıdır. Doğu
milletlerinni, batı milletlerine taarruz ve hücumu, tarihin bellibaşlı bir
safhasıdır. Doğu milletleri arasında, Türk unsurunun başta ve en kuvvetli
olduğu malûmdur. Gerçekten Türkler, Müslümanlıktan önce ve Müslümanlıktan
sonra, Avrupa içerisine girmişler, taarruzlar, istilâlar yapmışlardır. Batıya
taarruz eden ve istilâlarını İspanya’da Fransa hudutlarına kadar sürdüren
Araplar da vardır. Fakat, her taarruza karşı, daima, karşı taarruz düşünmek lâzımdır.
Karşı taarruz ihtimalini düşünmeden ve ona karşı güvenilir tedbir bulmadan
hareket edenlerin sonu, yenilmek ve bozguna uğramaktır, yok olmaktır.
Batının, Araplara karşı taarruzu, Endülüs’te acı ve
ibrete değer bir tarihî felâket ile başladı. Fakat, orada bitmedi, Takip,
Afrika kuzeyinde devam etti. Attilâ’nın, Fransa ve Batı Roma topraklarına kadar
yayılmış olan imparatorluğunu hatırladıktan sonra, Selçuk Devleti yıkıntısı
üzerinde teşekkül eden Osmanlı Devleti’nin, İstanbul’da Doğu Roma İmparatorluğu’nun
taç ve tahtına sahip olduğu devirlere gözlerimizi çevirelim. Osmanlı
hükümdarları içinde, Almanya’yı, Batı Roma’yı zapt ve istilâ ederek muazzam bir
imparatorluk kurmak teşebbüsünde bulunmuş olan vardı. Yine bu hükümdarlardan
biri, bütün İslâm âlemini bir noktaya bağlayarak sevk ve idare etmeyi düşündü.
Bu emelin sevkiyle Suriye’yi, Mısır’ı zapt etti. Halife unvanını takındı. Diğer
bir sultan da, hem Avrupa’yı zapt etmek, hem İslâm âlemini hükmü ve idaresi
altına almak gayesini takip etti. Batının arasız mukabil taarruzu, İslâm
âleminin hoşnutsuzluğu ve isyanı ve böyle cihangirane tasavvurlar ve emellerin
aynı hudut içine aldığı muhtelif unsurların uyuşmazlıkları, netice olarak
benzerleri gibi Osmanlı İmparatorluğu’nu da tarihini sinesine bıraktı.
1920 (Nutuk II, s. 435)
Bizim Türk milletimiz, eski ve şerefli bir
millettir. Zaten Orta Asya’nın Altay yaylasında yetiştiği için kartalın
meziyetlerini daha gençliğinde kazanmıştır; tâ uzakları görür, hızlı bir uçuşu
vardır ve bu ruhu barındıracak kadar kuvvetli bir beden sahibidir. Zaten maddî
olsun, dimağî olsun hiçbir sıkıcı hudut içinde durmaz yaradılışta olduğundan
yüksek anayurdunun, dünyadan uzak vaziyetine karşı isyan etmiştir. İşte o zaman
bu ilk Türkler, başlarını alarak dünyanın hem doğusuna hem batısına yayıldılar.
Yılmaz atalarımızın bütün bu ilk akınlarıyla bugünün Türk milleti olan bizler
pek ziyade alâkadarız. Ancak, en büyük alâkamız onların Çin büyük duvarını
paralayarak o vakte kadar korunabilmiş Çin medeniyetinin tâ yüreğine
sokulmalarına yahut kuzey-batıya doğru dönerek geniş İskandinavya sahasına
girmelerine ait olmadığı gibi, tarihin Attilâ dediği büyük bir Türk
kumandasında Orta Avrupa’ya akın etmesine veya kardeş milletlerin bu gibi
istilâ hareketlerine de bağlanamaz. Biz, tabiî olarak ve başlıca o grupla
alâkadarız ki tam batı istikametinde yakın doğuya doğru gelerek, bugün Sümer
medeniyeti, Hitit medeniyeti denilen medeniyetlerle Anadolu’nun başlıca
tarihten önceki medeniyetlerini kurmuşlardır. Batı medeniyeti, Asya kıtasındaki
insan denizinin bu birbirini kovalayan dalgaları önüne bir büyük set kurdu ve
bu set en sonra Bizans İmparatorluğu şeklinde meydana çıktı. Bu imparatorlukla
atalarımız dövüşmeye başladılar. Zafer tam pençemize girerken bu sefer batıdan
gelen başka bir dalga -Haçlılar- Anadolu’ya saldırarak kat’i zaferimizi, yani
büyük harp mükâfatı ve geniş imparatorluk sembolü olan İstanbul’u almamızı tam
iki yüz sene -1453 senesinde kadar- geri bıraktı.
Biz Türkler, her çağda doğunun kılıcının keskin ağzı
idik. Lâkin gitgide birçok levanten unsurlar biz galiplere karıştıklarından,
Osmanlı İmparatorluğu denilen o milletler karması ortaya çıktı. Bu Osmanlı
İmparatorluğu, memleketteki Türk unsurunu Avrupa içlerine karayel (kuzey-batı)
istikametinde iki büyük met dalgası halinde kullanmakla istifade etti. Kanunî
Süleyman zamanında, aradaki bütün Balkanlarla ötelerini zapt ederek Viyana
kapılarına dayandı. Türklerin bu istikamette ikinci dalgalanışı Dördüncü Mehmet
zamanındadır ki, o da aynı derece cengâverane ve zaferlidir. Osmanlı İmparatorluğu,
biz kahraman Türkler nedeniyle bir büyük devlet oldu ve dinimiz olan İslâmiyet
üzerine büyük bir ruhanî teşkilât yapıldı. İşte bu devlet ile ruhanî teşkilât
çok kuvvetli bir müessese halinde İstanbul’da birleştiler. Orada kahraman Türk,
saray entrikalarına ve ruhanî teşkilâtın nüfuzuna mağlûp oldu ki, bu iki
müessese tahakküm merkezlerinden tâ uzakları ve Avrupa, Anadolu ve Kuzey
Afrika’daki mıntıkaları idare ediyorlardı. İşte birinci büyük tablomuz burada
bitiyor. Bu tablo Türkler tarafından boyanmış ve süslenmiş iken bu cengâverler
şimdi saray entrikalarından bunalarak arka zemine atılmışlardı.
Tarih yürüdü. Bundan sonra Türk İmparatorluğu, batı
medeniyetine karşı kendisini Türk silâhlarıyla değil, daha ziyade batı
devletlerini biribirine düşürmek suretiyle müdafaa etti ki bu devletlerin
siyaseti de İstanbul’a ve Boğazlara talip olmak isteğiyle birleşiyordu.
Avrupalılar bize “Avrupa’nın hasta adamı” adını verdiler ve her tarafta birçok
miras davacıları türedi. En sonra batı devletlerinin arasında Büyük Harp çıktı.
Biz de, Küçük Asya’da ticarî menfaatler arayan merkezî Avrupa devletlerinin
yakın doğu ihtiraslarıyla bu harbe sürüklendik.
1932 (General Sherrill, Atatürk Nezdinde Bir
Yıl Elçilik, Çev: Ahmet Ekrem, 1935, s. 88-89)
Türkler, onbeş asır evvel Asya’nın göbeğinde muazzam
devletler teşkil etmiş ve insanlığın her türlü kabiliyetlerine belirti olmuş
birer unsurdur. Sefirlerini Çin’e gönderen ve Bizans’ın sefirlerini kabul eden
bir Türk devleti, ecdadımız olan Türk milletinin teşkil eylediği bir devlet
idi.
1922 (Atatürk’ün S.D. I, . 262)
Asya Türk Hun İmparatorluğu’nun kuruluş tarihi
Çin’de imparatorluk kuruluş tarihi ile başlar. Çin’in, M.E 13. asra ait
vesikaları bunu böyle kaydeder. Ancak, bu büyük Türk İmparatorluğu’nun bizce
malûm olabilen imparatoru Teoman’dır. Teoman, M.E. 13. asır başında yaşamış
büyük bir kahramandır. Çinliler, bu kahramanın Çin’de imparatorluk kurmuş olan
büyük Türk kumandanlarının neslinden geldiğini iddia ederler. Teoman’ın oğlu
Türk İmparatoru Mete de meşhurdur. O, doğuda Kadırgan dağlarından batıda Hazer
denizine kadar, kuzeyde Sibirya’dan güneyde Himalaya eteklerine kadar geniş
hudutlar içinde büyük Türk İmparatorluğu’nu teşkil etmiş yüksek bir Türk
Hakanı’dır. Mete, Çin İmparatoru ordularını büyük meydan muharebelerinde mağlup
etmiş, Çin İmparatoru’nu sığındığı kalede kuşatmış, ancak karısının şefaati ile
fakat kendisine vergi vererek, tâbiiyetini de kabul eyleyerek serbest bırakmış
bir Türk İmparatorudur. Bence Mete çok büyüktür. Bütün Türk tarihinde Oğuz efsanesinin
atf ve isnat olunabileceği adam odur. Fakat düşünülürse Teoman, elbetteki ondan
da büyüktür. Çünkü her şeyi hazırlayan odur. İskender, “Büyük” lâkabı ile
anılırdı. Fakat hakikatte ondan büyük olan Filip’tir. Çünkü İskender’in
muvaffakiyeti için lâzım olan siyasî ve askerî vasıtaları hazırlayan odur.
Eyüpoğullarından Selâhattin, Haçlılardan Kudüs’ü kurtarmış olmakla tanınmış
büyük bir Türk’tür. Fakat ondan daha büyük olan bizzat Selâhattin’i ve onun
muvaffak ordularını ve vasıtalarını hazırladıktan sonra ölen büyük Türk
Nurettin’dir. Beşer tarihinde silinmez satırlarla mevcudiyetini yazdırmış olan
odur.
(Kâzım Özalp, Özalp, Atatürk’ü Anla-
tıyor, Milliyet gazetesi, 22. 11. 1969)
Milletimiz, ufak bir aşiretten anavatanda müstakil
bir devlet tesis ettikten başka batı âlemine, düşman içine girdi ve orada çok
büyük müşkülât içinde bir imparatorluk vücuda getirdi. Ve bunu, bu
imparatorluğu altı yüz seneden beri tam bir heybet ve azametle devam ettirdi.
Buna muvaffak olan bir millet, elbette yüksek siyasî ve idarî niteliklere
sahiptir. Böyle bir vaziyet yalnız kılıç kuvvetiyle vücuda gelemezdi. Cihanın
malûmudur ki, Osmanlı Devleti pek geniş olan ülkesinde bir hududundan diğer
hududuna ordusunu fevkalâde süratle ve tamamen donatılmış olarak naklederdi. Ve
bu orduyu aylarca ve belki de senelerce iyi besler ve idare ederdi. Böyle bir
hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idarî şubelerin fevkalâde
mükemmeliyetini ve kendilerinin kabiliyetli olduğunu gösterir.
1919 (Nutuk III, s. 1182-1183)
Türk milleti, bin yıldan fazla bir zamandır bu
topraklarda yaşama hakkına sahiptir. Bu eskiye ait kalıntılarla tespit
edilmiştir. Osmanlı Devleti’ne gelince, bu devlet yedi asırdır yaşamaktadır ve
muhteşem mazisi ve tarihiyle övünebilir. Biz, kudreti ve haşmeti bütün dünyada,
Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında tanınan bir milletiz. Cengâverlerimiz ve
ticaret gemilerimiz okyanusları aşmışlar ve bayrağımızı Hindistan’a kadar
götürmüşlerdir. Kabiliyetlerimiz, bir zamanlar sahip olduğumuz ve bütün dünyaca
bilinen hâkimiyetimizle ispat edilmiştir. Fakat son yüzyıl boyunca Avrupa
kuvvetlerinin hükûmet merkezimizdeki entrikaları ve bu entrikaların neticesinde
bağımsızlığımıza müdahaleleri, iktisadî hayatımızı engelledikleri kayıtlar,
yüzyıllarca birarada kardeşçe yaşadığımız Müslüman olmayan unsurlarla aramızda
ektikleri ihtilâf tohumları ve bu durumlara ilâveten hükûmetlerimizin zayıflığı
ve bunun neticesi olan kötü idare, çağdaş seviyede gelişme ve refah yolunda
ilerlememize engel teşkil etti. Bugün içinde bulunduğumuz acı durum, hiçbir
zaman bizim esastan ehliyetsizliğimizi veya çağdaş medeniyete uyamadığımızı
ifade etmez. Bu, tamamen yukarıda sayılan birbirine zıt sebepler yüzünden hasıl
olmuştur.
1919 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 83-84)
Tarihimizle müspettir ki, şimdiye kadar nihayetsiz
zaferler elde etmişizdir. Tarihimiz birçok parlak muzafferiyetler kaydeder.
Fakat zaferle beraber her şey bırakılmış ve semerelerini toplamayı ecdadımız
ihmal etmiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 53)
İslâm âlemine dahil topluluklar ile Hristiyan
âlemine ait kitleler arasında birbirini affetmez gören bir düşmanlık mevcuttur.
İslâmlar Hristiyanların, Hristiyanlar İslâmların ebedî düşmanları oldular.
Birbirlerine kâfir, mutaassıp gözüyle baktılar. İki dünya yekdiğeriyle
asırlardan beri bu taassup ve düşmanlıkla yaşadı. Bu düşmanlığın sonucudur ki,
İslâm âlemi batının her asır bir şekil ve yeni renk alan ilerlemelerinden uzak
kalmıştı. Çünkü, İslâm topluluğu o ilerlemelere kibirle, nefretle bakıyordu.
Aynı zamanda iki kitle arasında uzun asırlardır devam eden düşmanlık zoruyla
İslâm âlemi, silâhını bir an elinden bırakmamak mecburiyetinde bulunuyordu.
İşte silâhla bu sürekli uğraşı, düşmanlık hissiyle batının ilerlemelerine
iltifat etmeme, gerilememizin sebep ve etkenlerinden diğer birini teşkil eder.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 140)
Türkiye, Umumî Harbe girmeye mecburdu ve mevcut
dünya dengesine göre bu giriş şekli de olandan ve görülenden başka türlü
olamazdı. Belki harbe giriş zamanı, belki kuvvetlerin kullanma tarzları, hulâsa
bir sürü teferruat tenkit olunabilir. Fakat, esasa diyecek yoktur. Türkiye
harbe girerdi ve böyle girerdi.
1922 (Yunus Nadi, Atatürk’ün Vasıf-
ları, En Büyük Kaybımız, s. 226-227)
1914 yılı sonlarında, Sofya’dan Salih Bozok’a yazdığı mektuptan:
Genel durum hakkında görüşümü soruyorsun. Bu
husustaki görüşüm, yalnız sende kalmak şartıyla yazıyorum. Biz hedefimizi
belirlemeden umumî seferberlik ilân ettik; bu çok tehlikelidir. Çünkü başımızı
bir tarafa mı, yoksa birçok taraflara mı vuracağız? Belli değildir. ..Ben,
Almanların bu harpte muzaffer olacaklarına kesinlikle emin değilim!
1914 (Salih Bozok-Cemil Bozok,
Hep Atatürk’ün Yanında, s. 174)
İngilizler, Arıburnu çıkarmasında, bu cephedeki
muharebelerde kumandanlarının, askerlerinin gösterdikleri cesareti,
dayanıklılığı, cengâverane meziyetleri fevkalâde bir takdir diliyle anıp ilân
etmektedirler. Fakat düşünün ki, bütün muharebe vasıtalarıyla mükemmel surette
donatılmış olarak büyük bir inat ve azimle Arıburnu sahillerine ayak basan
düşmanımız, gene o sahil kenarlarında kalmaya mecbur olmuştur. Bu sebeple
subaylarımız, askerlerimiz vatan ve din duygularıyla, kendilerine mahsus millî
kahramanlıklarıyla bu derece kuvvetli bir düşmana karşı payitaht kapılarını
muhafaza etmekle cidden övünmeye değer bir mevki kazanmışlardır. Komuta ettiğim
bütün birliklerin subaylarını ve fertlerini birer birer takdir ederim. Bu yüce
maksat uğrunda canlarını kahramanca feda eden mukaddes şehitlerimizi derin ve
ebedî bir hürmetle anarım.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Ku-
mandanı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 64)
Madam Corinne’e Çanakkale’den yazdığı bir mektuptan:
Burada, benim ismimin duyulmamasına hayret etmemeli;
çünkü ben önemli bir muharebenin kahramanı olarak Mehmet Çavuş’a şeref
kazandırmayı tercih ettim! Tabiî şüphe etmezsiniz ki, muharebeyi idare eden
sizin dostunuzdu ve savaş gecesi, savaşanların saflarında Mehmet Çavuş’u bulan
da o idi.
1915 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 52)
Kazanılan zaferler Alman emir ve komutasının değil,
Türk erinin cevherini kavrayabilmiş, Türk komutanlarının eseridir. Türk
milletinin kanında, kromozomlarında atalarından geçen kahramanlık cevheri,
üstün savaş mirası vardır. Bu cevheri iyi kullanan komutan, tarihte ve gün
içinde zafere ulaşmıştır. Çanakkale zaferi de, diğer zaferler de Türk komutasının,
Türk erinin eseridir.
1916 (Rıdvan Nafiz Edgüer, Hayatı ve Eserleri, s.17)
Biz ferdî kahramanlık sahneleriyle meşgul olmuyoruz;
yalnız size Bombasırtı vak’asını anlatmadan geçemeyeceğim. Karşı siperler
arasında mesafeniz sekiz metre, yani ölüm muhakkak, muhakkak.. Birinci
siperdekiler, hiçbiri kurtulmamacasına tümüyle düşüyor; ikincidekiler onların
yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir itidal ve tevekkülle biliyor
musunuz! Öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, hiç ufak bir bezginlik
bile göstermiyor; sarsılmak yok! Okumak bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim,
cennete girmeye hazırlanıyorlar. Bilmeyenler kelime-i şahadet çekerek
yürüyorlar. Bu, Türk askerindeki ruh kuvvetini gösteren hayrete ve tebrike
değer bir misaldir. Emin olmalısınız ki Çanakkale muharebesini kazandıran, bu
yüksek ruhtur.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-
danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 47-48)
Mondros Mütarekesi, Osmanlı Devleti’nin
müttefikleriyle beraber sürüklendiği acı mağlûbiyetin yüz kızartacak bir
neticesidir. O antlaşma hükümleridir ki, Türk topraklarını, yabancıların
işgaline sundu. O antlaşmada kabul edilen şeylerdir ki, Sèvres Antlaşması
hükümlerinin de kolaylıkla kabul ettirilebileceği fikrini yabancılara mümkün ve
mâkul gösterdi.
1927 (Nutuk II, s. 791)
Siyasî, adlî, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı
imhaya ve sonuç olarak yaşama hakkımızı inkâr ve ortadan kaldırmaya yönelik
olan Sevr Antlaşması, bizce mevcut değildir.
1921 (Atatürk’ün S.D.III, s. 16-17)
Bu milleti bugün idam sehpası karşısında bulunduran
işlerin ve hareketlerin kaynağı hayaldir, hissisattır. Uzaklara gitmeye hacet
yok. Bu milletin umumî seferberliğinin hangi hakikate, hangi hakikî hesaba
dayandığını bir defa düşününüz. Bunun tek sebebi hissiyattır! Umumî Harbe, bu milleti
sevk eden nedir? Hangi hakikattir? Histir! Daha ilersine gidelim, mazimize
dönelim; küçük bir tarihî vak’a: Sadrazam Kara Mustafa Paşa, bu milleti Viyana
kapılarına sevk ederken bütün kuzey Almanya’yı zapt ve fethederek dünya çapında
bir Osmanlı İmparatorluğu yapmak hulyasına düşmüştü. Fakat, zavallı babamız
düşünmüyordu ki bütün bu zafer emelleri peşinde dolaşırken, bu teşebbüsler
torunlara, babadan miras kalmış yerlerini kaybettirmek için zemin hazırlıyordu.
Fakat efendiler! Bu topluluğun büyük bir imparatorluk, maddî bir imparatorluk
halinde bir noktadan sevk ve idaresini düşünmek istiyorsak bu bir hayaldir!
İlme, mantığa, fenne aykırı bir şeydir! Dikkat ediniz ve bir tarihî hakikat,
bir fennî ve ilmî hakikat olarak daima hatırda tutunuz ki, bir siyasî cismin
hududunu geçemeyeceği bir güç sonlanması vardır! Nasıl ki bir insanın normal
teşekkülü için birtakım mâkul ve tabiî hatlar vardır. Eğer bu hatlar
tabiîlikten uzaklaşırsa, eğer insanın teşekkülünde bu hatların tecavüz edilmesi
söz konusu olursa, o zaman karşımızda ya hiç gelişmemiş bir cüce veyahut dev
gibi bir şey görürsünüz! İnsan teşekkülü
için böyle olduğu gibi insanlardan meydana gelen topluluklarda da bu kaide
aynen mevcut ve geçerlidir. Birkaç asır evvelki vaziyetimize gözlerinizi
çeviriniz: Afrikalar, Suriyeler, Iraklar, Makedonyalar, Bulgaristan, Sırbıstan
ve diğerleri... Bütün bu ülkeleri göz önüne alınız. Bütün bu ortam, bu geniş
daire içerisinde iklimi çeşitli ve orada oturan milletlerin tabiatları çeşitli,
her şey çeşitli olduktan sonra bunların hepsini bir imparatorluk altında
bulundurmak ve yaşatmak mümkün müydü? Tabiata, akla ve tabiat kanununa aykırı
olduğundan dolayı neticenin ne olduğunu görüyorsunuz!
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 193-195)
Muhtelif milletleri, müşterek ve umumî bir unvan
altında toplamak ve bu muhtelif unsur kütlelerini aynı hukuk ve şartlar altında
bulundurarak kuvvetli bir devlet kurmak, parlak ve cazip bir siyasî görüştür.
Fakat aldatıcıdır. Hattâ, hiçbir hudut tanımayarak, dünyada mevcut bütün
Türkleri dahi bir devlet halinde birleştirmek, erişilmesi imkânsız bir
hedeftir. Bu, asırların ve asırlarca yaşamış olan insanların çok acı, çok kanlı
hâdiseler ile meydana koyduğu bir hakikattir.
Panislâmizm, panturanizm siyasetinin muvaffak
olduğuna ve dünyayı uygulama sahası yapabildiğine tarihte tesadüf
edilmemektedir. Irk farkı gözetmeksizin bütün insanlığı içine alan cihangirane
devlet kurma hırslarının neticeleri de tarihte yazılıdır. Müstevli olmak
hevesleri, söz konumuzun haricindedir. İnsanlara her türlü duygularını ve özel
bağlantılarını unutturup onları kardeşlik ve tam bir eşitlik dairesinde
birleştirerek, insanî bir devlet kurmak görüşü de kendine mahsus şartlara
sahiptir.
1920 (Nutuk II, s. 436)
Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve kapsamlı
medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe ve cihana
bildirmek bizler için bir borçtur.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H. B. , s.297)
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça, daha büyük işler
yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B.,s.297)
Türkleri bütün dünyaya geri bir millet olarak
tanıtan görüş, bizim de içimize girmiştir. Dörtyüz çadırlık bedevî bir
kabileden bir imparatorluk ve millet tarihini başlatmak suretiyle imparatorluk
zamanında Türklerin görüşü de bu merkezdeydi. Evvelâ, millete tarihini, asil
bir millete mensup bulunduğunu, bütün medeniyetlerin anası olan ileri bir
milletin çocukları olduğunu öğretmeliyiz.
1930 (Ahmet Hamdi Başar, Atatürk’le 3 ay, s. 122)
Büyük işleri yalnız büyük milletler yapar.
(Afetinan, Kemal Atatürk’ü
Anarken, 1956, s. 196)
Eğer bir millet büyükse kendisini tanımakla daha
büyük olur.
(Hikmet Bayur, T.D.K. Türk Dili,
Belleten, No: 33, 1938, s. 16)
Türk çocuklarında kabiliyet, her milletinkinden
üstündür. Türk kabiliyet ve kudretinin tarihteki başarıları meydana çıktıkça,
büsbütün Türk çocukları kendileri için lâzım gelen hamle kaynağını o tarihte
bulabileceklerdir. Bu tarihten Türk çocukları bağımsızlık fikrini kazanacaklar,
o büyük başarıları düşünecekler, harikalar yaratan adamları öğrenecekler,
kendilerinin aynı kandan olduklarını düşünecekler ve bu kabiliyetle kimseye
boyun eğmeyeceklerdir.
(Şemsettin Günaltay, 1951 Ola-
ğanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 33)
Biz Balkanları niçin kaybettik biliyor musunuz?
Bunun tek bir sebebi vardır; bu da İslâv araştırma cemiyetlerinin kurduğu dil
kurumlarıdır. Bizim içimizdeki insanların millî bilinçlerini uyandırdığı zaman,
biz Balkanlarda Trakya hudutlarına çekildik.
(Enver Behnan Şapolyo, 1951 Ola-
ğanüstü Türk Dil Kurultayı, s. 54)
Bir toplantı esnasında Türk Tarih Kurumu üyelerine söylemiştir :
Ben fâni bir insanım, bir gün öleceğim. Büyüklüğüne
ve üstün kabiliyetlerine inandığım Türk ulusunun gerçek tarihinin yazılmasını
sağlığımda görmek istiyorum. Onun için bu toplantılarda kendimden geçiyor, her
şeyi unutuyor, sizi yoruyorum. Beni affedin!
1933 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve Tarih,
Açılış 1962 - 1963, M.T.T.B., s. 24)
İstanbul’u terkettiğim güne kadar geçmiş bulunan
vaziyetleri ayrı bir safha olmak üzere, o günden bugüne kadar cereyan eden
olayların korunmuş ve saklanmış olan vesikalarını tasnif etmek suretiyle
hâtırâtımı yazmak niyetindeyim. Bunu yapmayı gelecek nesil için, Türk
Cumhuriyeti Tarihi için bir vazife de sayıyorum.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 101)
Muhterem Efendiler, sizi günlerce işgal eden uzun ve
ayrıntılı söylevim, en nihayet mazi olmuş bir devrin hikâyesidir. Bunda,
milletim için ve müstakbel evlâtlarımız için dikkat ve uyanıklığı davet
edebilecek bazı noktalar belirtebilmiş isem, kendimi bahtiyar sayacağım.
Efendiler, bu söylevimle millî hayatı sona ermiş
farz edilen büyük bir milletin bağımsızlığını nasıl kazandığını ve ilim ve
fennin en son esaslarına dayalı millî ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu
ifadeye çalıştım. Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen millî felâketlerin
doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların
karşılığıdır. Bu neticeyi, Türk gençliğine emanet ediyorum.
1927 (Nutuk II, s. 897)
Bu nutuk, benim Türk milletine yadigârımdır.
1927 (Atatürk’ten B.H., s. 10)
Tarihi yaşadığımız gibi yazdık; fakat geleceği,
Cumhuriyet’e inananlarla onu koruyanlara ve yaşatacaklara emanet etmek
lâzımdır.
1927 (Afetinan, B.N.A.G.H., s. 516)
Bir gün ressamlar kahramanlık simasını kaybederlerse
Yıldırım’ı alsınlar, yapıversinler.
(Mahmut Esat Bozkurt, Ya-
kınlarından Hatıralar, s. 95)
Ben, Timur zamanında olsaydım, onun yaptığını
yapabilir mi idim, onu söyleyemem; fakat o benim zamanımda olsaydı, belki daha
fazlasını yapabilirdi.
(Mahmut Esat Bozkurt, Ya-
kınlarından Hatıralar, s. 96)
Timur’un asıl dikkati çeken hali, bir tehlike
zamanında sakin ve düşünceli kalışıydı. Bu, büyük iş yapabilmek kabiliyetinde
olan adamlarda görülebilir.
1931 (T.T.K. Atatürk Arşivi)
Çok kereler Fatih’in karşısında kaldığı meseleleri
düşündüğüm zaman, ben de aynı hal çarelerine varmışımdır. Yalnız, Fatih benim
karşısında kaldığım hadiseleri nasıl hallederdi, bunu çok merak ederim. İkinci
Mehmet büyük adamdır, büyük.
(Atatürk’ten B.H., s. 68)
Mevlânâ büyük adamdı, büyük adamdı!
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin s. 38)
Türk Tarih Kurumu’na el yazısı ile direktifi :
Sinan’ın heykelini yapınız.
1935 (Afetinan, Mimar Koca Sinan, s.67)
Alemdar Mustafa Paşa ile Mustafa Reşit Paşa’yı
severim, fakat Alemdar’ın biraz kültürü olsa idi Cumhuriyet ilân ederdi.
Mustafa Reşit Paşa’nın kültürü, Alemdar’ın kudreti birleştirilseydi, ben tarihe
başka bir vazife ile girerdim.
(Enver Behnan Şapolyo, Atatürk
ve Millî Mücadele Tarihi, s. 532)
Cemal Paşa’nın ölümü üzerine söylemiştir :
Yazık! Değerli bir adam kayboldu! Buraya gelebilmiş
olsaydı ben, ona vazife verirdim. Anadolu’nun imarında ondan istifade
edilirdi... Fazla jest ve gösteriş, o zavallıyı böyle hiçine kurban etti.
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 12)
1918 yılı sonlarında söylemiştir:
Enver Paşa, herhalde zamanın en kuvvetli bir adamı
olması lâzım gelir. Bunun aksini ispat edecek elimizde hiçbir vesika yoktur.
Tersine kuvvetini gösterecek bir vesika
vardır ki, o da Enver Paşa’ya mevkide iken kimsenin ona karşı gelememiş
ve ancak o memleketi terk ettikten sonra birtakım insanların başlarını
kaldırabilmiş olmasıdır. Böyle bir şahsın kuvvetli olmadığını söylemek lüzumsuz
ve mânasız bir iddia sayılmaz mı?
Ben ömrümde ve askerlik hayatımda hiçbir zaman Enver
Paşa ile yakından işbirliği yapmadım ki bundan sonra böyle bir iştirak peşinde
koşayım.
1918
(Hikmet Bayur, Atatürk,
Hayatı ve
Eseri I, s. 284)
Enver bir güneş gibi doğmuş, bir gurup ihtişamıyla
batmıştır. Bunun ortasını artık tarihe bırakalım!
(Halil Menteşe’nin Anıları, 1986, s. 252)
Onlar, uzun görüşmektense, temas edilen esaslı
noktalara cevap vermektense büyük bir devlet adamı vaziyeti alarak ve emsalsiz
inkılâpçı ruh sahibi olduklarını ima ederek ve bilhassa ince diplomatik ve usta
politikacılık sanatlarına güvenerek, o vaktin meşhur tabiriyle “atlatmak”ı
tercih etmişlerdir. Bunda muvaffak olduklarından emin idiler. Farkında
değillerdi ki, kendilerini derin bir merhamet hissiyle dinliyordum. Zavallı
Talât Paşa, kendisinin bir çapkın ermeni kurşunuyla Berlin sokaklarında yere
serildiğini işittiğim zaman ne kadar müteessir olmuştum! Sadrazam olduğu
günlerden birinde, Sadaret makamında kendisine bazı hayatî meselelerden
bahsetmiştim. Verdiği cevaplarla beni güzelce atlattığına kani olmuş, hattâ bu
memnuniyetini bir saat sonra görüştüğü yakın bir arkadaşına hikâye etmişti.
Fakat iki gün sonra kendini telâşa düşüren bir vaziyet hasıl olması üzerine,
beni gece yarısında evine davet ederek, çare ve tedbir sormak lüzumunu
hissetti. O gece, telâşlı sadrazamın meclisinde aynı arkadaşım da hazırdı. Şu
sözleri söylemekle kendimi teselli ettim:
- Benden fikir ve mütalâa
soruyorsunuz, söylemekte mâzurum. Çünkü, ben size daha üç gün evvel çok hayatî
bir mesele hakkında fikir ve mütalâamı söylemiştim. Siz ise beni atlattığınıza
inanmış, hattâ sevincinizi ilân etmiştiniz.
- Asla! dedi.
- Söylediğiniz zat,
yanınızda oturuyor, dedim.
1926 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 9-10)
II. İnönü Zaferi üzerine Namık Kemal’in oğlu Ali Ekrem’in tebrik
telgrafına 10. 4. 1921’de verdiği cevap:
Anadolunun ruhu, bütün direnme feyzini tarihindeki
büyüklerden almıştır. Bize bu mukaddes feyzi yayan ecdat ruhları arasında
muhterem babanızın pek büyük yeri vardır. Yaralı vatanın kurtuluş ve
bağımsızlığı için ölmek yolunda bugünkü nesle fedakârlığı öğreten büyük Kemal
hakkında saygıların tekrarına vesile olan telgrafınıza özel teşekkürlerimi arz
ederim efendim.
1921 (Cevat Yaltıraklı, Vatan Şairi Namık
Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, 1960, s.11)
Anadolu’ya geçişini bildiren Mehmet Emin Yurdakul’a çektiği telgraf :
Türk milliyetperverliğinin ilâhî müjdecisi olan
şiirleriniz, bugünkü mücadelemizin kahramanlık ruhuna doğuş ufku olmuştur.
Gelişinizden duyduğum memnuniyeti ifade ile sizi milletimizin mübarek babası
olarak selâmlarım.
1921 (Cevat Yaltıraklı, Vatan Şairi Namık
Kemal, Millî Şair Mehmet Emin, 1960, s.11)
Yahya Kemal, geniş tarih kültürünün eseridir.
Şairlerimiz, esaslı kültür sahibi olmalı ve tarihi iyi bilmelidirler.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 276)
Ziya Gökalp’ın hastalığı üzerine, 21.10.1924’de gönderdiği telgraf :
Rahatsızlığınızdan çok teessürle haberdar oldum.
Sıhhat ve sağlığınız haberi memleketçe beklenilmektedir. Süratle iyileşmeniz
için Avrupa’da tedavinize ihtiyaç varsa icap eden her şeyin tahsisini üzerime
alıyorum. Sıhhatiniz ve tedavi durumunuz hakkında haber vermenizi bekler, sevgi
dolu selâmlarımı ifade ederim.
1924 (Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’ın
Hayatı ve Malta Mektupları, 1931, s.181)
Ziya Gökalp’ın ölümü üzerine eşine gönderdiği telgraf :
Muhterem eşiniz Ziya Gökalp Bey’in bütün Türk âlemi
için pek acı bir kayıp teşkil eden ebediyen kayboluşundan mütevellit başsağlığı
dileyen duygularımı ve Türk milletinin samimi kalbî teessürlerini zât-ı
ismetânelerine arz eder ve Türk milleti ve hükûmetinin büyük mütefekkirin
ailesi hakkındaki müşfik hislerini temin ederim efendim.
1924 (Ali Nüzhet Göksel, Ziya Gökalp’ın
Hayatı ve Malta Mektupları, 1931, s. 185)
Ahmet Rasim’in ölümü üzerine, 23.9.1932’de çocuklarına gönderdiği
telgraf :
Değerli babanızın ölümü büyük kayıptır. Çok acı
duydum.
1932 (Orhan Erdenen, İstanbul Adaları, 1962, s. 148)
İskender’in doğum yerinin de Selânik civarı olduğu kendisine
hatırlatıldığı zaman söyledikleri:
Mukayese burada sona erer. İskender dünyayı
fethetmişti. Ben böyle bir şey yapmadım! O dünyayı istilâ edeyim derken kendi
vatanını unutmuştu. Ben vatanımı hiçbir zaman unutmayacağım!
(Hasan Rıza Soyak, Sümerbank Der-
gisi, Cilt: 4, Sayı: 41, 1964, s. 151)
“Siz Napolyon’a benziyorsunuz” diyen General Townshend’e cevabı :
Napolyon arkasına bir sürü muhtelif milliyetteki
insanı toplayarak macera aramaya çıktı ve bunun içindir ki, yarı yolda kaldı.
Ben, bir anadan bir babadan gelen kardeşlerimle kendi vatanını kurtarmak davası
yolundayım ve muvaffak olacağım!
1922 (Yücel Mec. Cilt:XVI,
Sayı: 91, 92, 93, 1942, s. 15)
İngiliz kadın gazeteci Grace Ellison’a söylemiştir:
Napolyon ve stratejisi hakkında tetkiklerde
bulundum. Fakat diğer herkes hakkında aynı tetkikatı yaptım. Sakarya
Muharebesi’ni Osterliç Muharebesi ile karşılaştırmak bir iltifat sayılmaz. Ben,
Napolyon’u hiç sevmiyorum. Çünkü, Napolyon her şeye kendi şahsını sokardı.
Mücadelesi belli bir dava için değildi; kendi şahsı içindi. İşte bu bakımdan bu
gibi adamlar için kaçınılması imkânsız olan felâkete uğradı.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 97)
Napolyon taç ve şeref peşinde koşan bir maceracıdır.
Bismark ise tacidara hizmet eden bir insandır. Bunlarla şahsımın mukayese
edilmesini kabul etmem!
1923 (Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s. 304)
Acı günlere ait olmakla beraber, bu memlekete ait
kıymetli bir hatırayı anmak isterim. Efendiler, bende bu hadiselerin ilk
teşebbüs hissi bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Bilirsiniz ki
Suriye felâketini takiben ben Yıldırım Orduları Grubu Kumandanlığı’nı almak
üzere buraya gelmiştim. O zaman burada bütün memleketin, bütün milletin nasıl
bir geleceğe sürüklenmekte olduğunu tamamen görmüştüm. Buna engel olmak için
derhal teşebbüste bulunmuştum. Fakat, o zaman için bu teşebbüsümü sonuca
götürmek mümkün olamadı.
1923 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seya-
hatleri, 1939, s. 16; Atatürk’ün S.D. II, s. 113)
Bana, milletin kurtuluşu yolunda ilk teşebbüs
hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması sebebiyle, hemşehrisi olmakla
övündüğüm bu toprakları kutlarım.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 114)
Düşmanların İzmir’e çıktıkları ve bütün vatanı
parçalamaya karar verdikleri günlerde idi ki, İstanbul’dan çıkarak Samsun’a
gelmiştim. Bu güzel ve kıymetli şehirde yabancı askerler ve subaylar
dolaşıyordu. Bu güzel şehir ahalisinin dahil ile irtibatı, Merzifon’da bulunan
yabancı askerlerle kesilmişti. Karadeniz’e açık olan bu şehir ve onun
vatanperver halkı, düşman donanmasının toplarıyla tehdit altında bulunuyordu.
Fakat bütün bunlara rağmen ben, Samsun’u ve Samsun halkını gördüğüm zaman
memleket ve millete ait bütün tasavvurlarımın, kararlarımın herhalde başarılması
mümkün olduğuna bir defa daha kuvvetle inandım. Samsunluların hal ve
vaziyetlerinde gördüğüm, gözlerinde okuduğum vatanperverlik, fedakârlık, ümit
ve tasavvurlarımı olumlu görüşe eriştirmeye kâfi gelmişti.
1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 192)
Kahraman Havzalılar! Sizinle en elemli ve yaslı
günlerde tanıştım. Aranızda günlerce kaldım. Eğer Havzalıların o samimî ve
içten iyi kabulleri olmasa ve eğer Havza’nın yararlı ve şifalı kaplıcaları
sağlık durumum üzerinde olumlu bir tesir bırakmasaydı, emin olunuz ki inkılâp
için çalışamayacaktım. Bundan dolayıdır ki, Havza’ya ve Havzalılara çok
borçluyum. Kalbî bağlılığımı ebediyen saklayacak, sizi hiç unutmayacağım.
Muhterem Havzalılar, ilk cüreti, ilk cesareti gösteren, ilk teşkilât yapan siz
oldunuz! İnkılâp ve Cumhuriyet Tarihi’nde, kahraman Havza’nın ve Havzalıların
büyük bir yeri vardır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 199)
İzmir, kırk asırlık bir ecdat yurdudur. İzmir, bu
kadar derin bir tarihe malik olmakla beraber coğrafî durumu sebebiyle ekonomik
ve siyasî çok büyük bir ehemmiyete maliktir. İşte bunun içindir ki, Türkiye’yi
mahvetmek isteyen düşmanların, herşeyden evvel gözleri bu tarihî, bu mühim
beldeye döner. Nitekim düşmanlarımız en evvel burasını işgal etmişler, ondan
sonra daha doğuya ilerlemişlerdir. İzmir’in işgali, bütün milletin kalbinde
derin bir yara husule getirmiştir. Herkes İzmir için feryat ediyordu. İzmir,
halkın elemlerini, feryatlarını, azim ve imanını ifade etmek için bir parola
olmuştu. Muhtelif görüş noktalarından çok kıymetli olan İzmir, elbette
düşmanların elinde bırakılamazdı ve nitekim bırakılmadı.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 84)
Bütün cihan işitsin ki efendiler; artık İzmir hiçbir
kirli ayağın üzerine basamayacağı mukaddes bir topraktır!
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 227)
Ben, bütün İzmir’i ve bütün İzmirlileri severim.
Güzel İzmir’in temiz kalpli insanlarının da beni sediklerinden eminim. Yalnız
bir tesadüf, beni Karşıyaka’ya daha fazla bağlamıştır. Karşıyakalılar, anam
sizin sinenizde, sizin topraklarınızda yatıyor. Karşıyakalılar, İzmir’i
gördüğüm gün evvelâ Karşıyaka’yı ve orada da sizin Türk topraklarınızda yatan anamın mezarını
gördüm!
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 227)
Arkadaşlar, bütün hayatımda sevinçle geçirdiğim bir
gece vardır; o gece, ordumuzun İzmir’e girdiği günün burada geçirdiğim
gecesidir. O zaman buradan geçerken bu muhterem halkın, gördüğü zulüm ve
saldırıya rağmen resmimi koyunlarından çıkararak beni tanıdıklarını ve
otomobilime atılarak kucakladıklarını unutmam! Bugün o hatırayı yaşıyorum,
bahtiyarım.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 228)
Benim buraya gelişim, bütün milletin ateşten bir
çember içine alınmış olduğu bir zamana tesadüf etti. Bütün millet, bu çemberin
içinden nasıl çıkacağını düşünmekle meşguldü. Memleketin uzakbatısı düşman
ayaklarına terk edilmiş ve oradaki halk silâha sarılmış, buranın ahalisi ise
memleketin felâketten kurtulması için ayağa kalkmış bir vaziyette idi. Ben,
işte böyle bir zamanda Erzurum’a geldim. Burada gördüğüm samimiyet, mertlik,
vefakârlık benim memleketi kurmak için her türlü fedakârlığı yapmak hususundaki
azim ve kuvvetimi artırmış idi. O zamanki vaziyetimi pekâlâ biliyorsunuz.
Burada rütbemi, resmî mevkiimi, üniformamı attım ve bütün kâinata ilân ettim
ki, milletin sinesinde bir ferdim!
Erzurum, birçok devirlerde birçok defalar tecavüze,
taarruza, tazyike uğramış bir serhat memleketimizdir ve bu yüzden birçok
harabeler vücuda gelmiş, buradaki insanların hali cidden elim olmuştur. Artık,
bu elim günlerin tekrarına katiyen ihtimal vermemelidir. Yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin mevcudiyeti, Erzurum ve havalisinin hayatıyla alâkadar olmakta,
onun huzur ve emniyetine tamamen kefil olmaktadır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 204)
Milletin mevcudiyetini tanımayı küçüklük sayanlar,
kendilerinin Allahın gölgesi olduğunu iddia gafletinde, cüretinde, sahtekârlığında
bulunanlar, en nihayet bu mukaddes varlığa, ilk defa bu şehirde hürmete mecbur
edilmiştir. Bu noktayı izah için bir iki kelime ilâve edeyim. Cümleniz
hatırlarsınız ki, Sivas Kongresi’nden sonra Heyet-i Temsiliye, milletin
iradesini temsil etmek üzere teşekkül etmiş idi. Ben, o heyetin başkanı
idim.Demin izah ettiğim makam sahiplerinin bir delegesi*, millet
mümessilleriyle karşı karşıya gelmeyi kabul ederek İstanbul’dan buraya,
Amasya’ya gelmişlerdi. Ben, milletin mevcudiyetine hürmet, iradesine riayet
şartını esas olarak içeren bir anlaşmayı o delegeye, burada imza ettirmiştim.
İşte bu itibarla Amasya, İnkılâp ve Cumhuriyet Tarihi’nde daima ehemmiyetini
muhafaza edecek bir mevki kazanmıştır.
1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 204)
1923 yılı Martında Afyon’u ziyaretinde söylemiştir:
Bu belde -Yunan işgaliyle- geçici bir zaman için
bizden ayrı kaldı. Buna rağmen zehirli çember içindeki kardeşlerin direnmesini
ve yüksek duygularını öğreniyorduk. Düşmanın her türlü baskısına, hunharlığına
rağmen, halkın yine vatanperverane hissiyatını göstermekten çekinmediklerini
öğrenmekle iftihar ediyordum. Nihayet, bu kıymetli beldeyi düşmandan kurtarmak
ve düşmanı vatandan atmak zamanı gelmişti. Son taarruz gerçekleşti. Afyon ve
Afyon’un fedakâr ve sevgili halkına, aylarca düşmanın hainlik ve zulmüne
katlanan cefakâr halkına bir an evvel kavuşmak için bu şehire girdim. Lâkin,
kendileriyle o zaman temasa meydan kalmadı; düşmanı takip etmek zorunluğu,
burada kalmaya mâni teşkil ediyordu. O günden bugüne kadar muhterem Afyonlularla
yakından temas etmeyi çok derin özlemlerle arzu ediyordum. Nihayet bugün,
Afyonluların içinde bulunmakla, o arzu ve özlemimin gerçekleştiğini görmekle
memnun ve bahtiyorum.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 160)
1925 yılında Afyon’u ziyaretlerinde, ordumuzun 27 Ağustos 1922’de
Afyon’a girişinden sonra karargah olarak kullanılmış olup daha sonra
Belediye’nin yerleştiği binada, şerefine verilen ziyafet sırasında söylemiştir:
Efendiler! Bu binanın çatısı altında ne mesut, ne
tatlı hatıralarımı canlandırıyorum! Bir gece ben şu odada, Fevzi Paşa bu odada,
İsmet Paşa da bu odada yatıyorduk. Genelkurmayımız şu odada çalışıyordu. Düşman
ordusunu tamamen sarmak ve imha etmek kararı, şu odada çıktı! Afyonkarahisar,
son büyük zaferin kilidi oldu; esası oldu. Afyonkarahisar, mücadele tarihimizde
unutulmaz parlak bir sayfaya sahiptir. Burada, buranın aziz halkıyla beraber
bulunmaktan duyduğum zevk ve mutluluk büyüktür. Bana bu mutluluğu veren sizlere
sevgi ve teşekkür!
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 236)
“Türküm” diyen her şehir, her kasaba ve en küçük
Türk köyü, Gazianteplileri kahramanlık misali olarak alabilir. En eski
çağlardan beri tarihî Türk yurtlarında, Türklüğün yüksek varlığını
kahramanlıkla tespit etmiş olanlarla, şahsen beraber olduğumu ifade etmekten
duyduğum zevk ve saadet yücedir.
1936 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 579)
Yalnız ve yardımcısız bırakılmış olmalarına rağmen
sadece mahdut Türk kahramanlarımızın Gaziantep’in yüksek kahramanları ile
birleşmesiyle, en güçlü zannolunan düşman ordusunun çok üstün ve donatılmış
kuvvetlerinden kutsal yurtlarını kahramanca kurtarmış olmaları, işte bu, onlara
manevî bir pırlanta kıymetinde şimdi taşıdıkları unvanı vermiştir. Eğer, bir
gün millet, vatan ve Cumhuriyet’in yüksek menfaatleri icap ettirirse o çevre
kahramanlarının geçmişte olduğundan daha yüksek kahramanlıklar göstermeye hazır
bulunduklarına da şüphem olmadığı bilinmelidir.
1937 (Ayın Tarihi, Sayı: 49, 1938)
İlk defa Samsun’a ayak bastığım zaman, bana kalp
kuvveti veren vatandaşlarımın ilk safında Trabzonluların bulunduğunu asla
unutmayacağım. Sakarya Büyük Meydan Savaşı’nda, Üçüncü Tümen ile yetişen
Trabzon evlâtlarının muharebe meydanında gösterdikleri fedakârlıkların kıymetli
hatırası daima dimağımda canlı kalacaktır. Bu verimli, ahalisi zeki,
müteşebbis, çalışkan olan Trabzonumuzu, az zamanda dahile trenle bağlanmış,
güzel rıhtım ve limanla donatılmış görmek idealimdir. Trabzon, Türk
topluluğunda Cumhuriyet’in zengin, güçlü, hassas, pek mühim dayanak
kaynaklarından biridir. Böyle bir Cumhuriyet şehri gelecekte, gerektirdiği
bütün medeniyet ve ilerleme vasıtalarına sahip olacaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 188)
Eskişehir’i ve Eskişehir halkını çoktan tanırım; çok
iyi tanırım. Mücadeleye başladığımız ilk zamanlarda bir taraftan Yunanlılar
İzmir’e çıkmışlardı, diğer taraftan İstanbul’da Halife ve Padişah namı altında
bulunan zat, birçok heyetler tertip ederek her tarafa saldırdığı gibi buraya da
Hamdi Paşa’yı göndermişti. Onun dayanağı olarak bir ecnebi kuvveti de burada
bulunuyordu. Eskişehir’in içinde ve yakınında düşman kuvvetleri vardı, bizim
kuvvetimiz de hiç yok idi. Öyle iken halk, vatanperverlikten, kahramanlıktan
geri kalmadı. Eskişehirliler, bize çok yardım etmişlerdir. Bunu ordu, millet
namına burada tekrar etmeyi bir vazife bilirim. Ondan sonra, askerî harekâtın
icabı olarak ordumuz, Eskişehir’e ve Eskişehir halkına fedakârlık yüklemek
mecburiyetinde kaldı. Bu fedakârlık büyük kayıpları icap ettiriyordu. Ordunun
mevcudiyetini kurtarmak için bu lâzımdı. Eskişehirliler bu felâkete
katlanmasını bildiler. Düşman şehre girdi, burasını bir zulüm ve ateş yuvası
haline koydu. İşte tahribatın izlerini hâlâ görüyoruz. Şehir halkı bütün
bunlara göğüs gerdi. Tebrik ederim!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 5. 12. 1929)
Ecdadımız Türkler buraya sahip
olup yerleştikten sonra kaçTürk tacidarı, kaç Osmanlı şehzadesi taç ve taht,
saltanat kavgasıyla Bursa’ya hücum etmişler; yakmışlar, yıkmışlar, ahalisini
soymuşlardır. Zavallı Bursa ve Bursalılar, bu saltanat düşkünlerinin oyuncağı
halinde ne acı günler geçirmiştir.
Bursa ziraat memleketidir,
sanat memleketidir, ticaret memleketidir, şifa memleketidir. Bursa malik olduğu
tabiî güzellikleriyle bolluk ve mutluluk memleketidir. Fakat muhterem
kardeşler, bilelim ve itiraf edelim ki Bursa bugünkü haliyle, israf olunan
asırların ve bu asırlarda uğradığımız felâketlerin bıraktığı izden başka birşey
değildir. Bu kıymetli şehir, henüz iftihar ve refahı gerektirecek mühim bir şey
göstermiyor. Onun için tekrar etmeliyim ki, memleketin istediği uyanıklık ve
ona göre gayret ve hizmet derecesi büyüktür.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 183, 186-187)
Bursa, başlı başına bir sanat memleketi olmaya pek
kabiliyetlidir. Onun için çok temenni ederim, Bursa’da her şeye ait fabrikalar
çoğalsın, hiç olmazsa türbelerinin adedine yaklaşsın.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 220)
Bursa’yı ve Bursalıları seven ilk Türk, ben değilim.
Tarihte ve cihanda en büyük imparatorluk kurmuş olan Türkler de evvelâ dikkat
nazarlarını Bursa’ya, bu kıymetli şehre yöneltmişlerdir. Onun kıymetini anlamış
ve ifade etmişsem çok bahtiyarım.
Bursa, inkılâp hayatımızda nice müşkül anlar
geçirmiştir. Fakat Bursalılar kıymet, kabiliyet ve kudretleriyle bu müşkül
zamanları kolaylıkla atlatmıştır.
1938 (Açık Ses gazetesi, Bursa, 5. 2. 1938)
Sevgili milletimizin bütün bir düşmanlık cihanına
karşı muzafferiyetle başardığı bağımsızlık mücadelesi tarihinde Ankara ismi, en
aziz bir yeri muhafaza edecektir.
1922 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 466)
Ankara’ya geldiğimden sonraki mücadele hayatımızda,
hürriyet ve bağımsızlık âşığı kahraman Ankaralıların gösterdikleri vefa ve
yardımları, her zaman minnetle anarım.
1932 (Milliyet gazetesi, 28. 12. 1932)
Hiç şüphe etmemelidir ki, Anadolu ortasında süratle
meydana getirilecek yeni ve mamur bir Ankara, asırlarca ihmal edilen Türk vatanı
için başlı başına bir medeniyet merkezi, Türk Devleti için pek mühim bir
dayanak olacaktır.
1924 (Atatürk’ün S.D.I, s. 323)
Ankara, hükûmet merkezidir ve ebediyen hükûmet
merkezi kalacaktır.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 212)
Türkiye’nin ve Türk milleti menfaatlerinin en emin
müdafaası ancak Ankara’dan olabileceği, hadiselerle anlaşılmıştır. En güç
şartlar içinde, en az hazırlıklı olduğumuz halde en büyük darbelerin geri
çevrilebilmesinin en kuvvetli etkenleri arasına Ankara’nın coğrafî mevkii
dahildir.
1924 (Atatürk’ün S.D.V., 99-100)
İstanbul, bizim tarihimizin ve medeniyetimizin bir
özetidir.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 492)
Dört beş asırlık millî çalışmamızın verimi bu güzide
şehrimizde toplanmıştır. Millî kabiliyetimizin devamlı ve güzel birer belirtisi
olan bunca abideler ve müesseseler hep oradadır.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 506)
İstanbul, millî mücadelemizin devamı müddetince
millî ve vatanî aşkımızın kutsî ve yüksek bir mihrabı olmuştur. Bundan sonra da
hiçbir hadise, hiçbir kuvvet, ruhumuzu bu mukaddes mihraptan çeviremeyecektir.
1923 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 506)
Konya’nın, millî egemenliğin yerleşmesinde en
kudretli dayanak noktalarından biri olacağına büyük kanaatim var. Konyalıların
ziraat, ticaret sahasında gösterdikleri faaliyet, sahip bulundukları sağduyu ve
memleket sevgisi, beni pek haklı olarak bu güvene götürmektedir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 135)
Zonguldak’ın derin toprakları altındaki maden
serveti ne kadar kıymetli ise, bizim nazarımızda Zonguldak da o kadar çok
kıymetli bir ilimizdir.
1931 (Cumhuriyetin 10. Yılında Zon-
guldak ve Maden Kömürü Havzası, 1933)
Gençler! Vatanın bütün ümit ve istikbali size, genç
nesillerin anlayış ve enerjisine bağlanmıştır.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürk’le beraber, Cilt : I, s. 248)
Başımıza neler örülmek istenildiği ve nasıl
mukavemet ettiğimiz ve daha doğrusu milletin arzu ve emellerine uyarak ve onun
yardımıyla nasıl çalıştığımız görülmeli ve gelecek kuşaklar için ibret ve
uyanıklığı gerektirmelidir. Zaten herşey unutulur. Fakat biz her şeyi gençliğe
bırakacağız. O gençlik ki hiçbir şeyi unutmayacaktır; geleceğin ışık saçan
çiçekleri onlardır. Bütün ümidim gençliktedir!
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürk’le beraber, Cilt : II, s. 471-472)
Her şeye rağmen muhakkak bir nura doğru
yürümekteyiz. Bende bu imanı yaşatan kuvvet, yalnız aziz memleket ve milletim
hakkındaki sonsuz sevgim değil, bugünün karanlıkları, ahlâksızlıkları,
şarlatanlıkları içinde sırf vatan ve hakikat aşkıyla ışık serpmeye ve aramaya
çalışan bir gençlik gördüğümdür.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, s.17)
Gençler için vatanî işlerde ölmek söz konusu
olabilir; lâkin korkmak, asla!
1919 (Reşit Paşa’nın Hatıraları, s. 127)
Gençler! Cesaretimizi takviye ve devam ettiren
sizsiniz. Siz, almakta olduğunuz eğitim ve kültür ile insanlık meziyetinin,
vatan sevgisinin, fikir hürriyetinin en kıymetli sembolü olacaksınız. Ey
yükselen yeni nesil! İstikbal sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk; onu yükseltecek
ve devam ettirecek sizsiniz!
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 182)
Bu memleketin gençliği, hakkımda pek büyük sevgi
gösterdi. Bu kadar lâyık olduğumu bilmiyordum. Arkadaşlar! Bu memleketi ve bu
milleti asırlardan beri berbat edenler çoktan ölmüştür. Bütün gençlik, buna
iman etmelidirler. Bizim kanımız akmadıkça bunlar bir daha avdet etmeyecektir.
1924 (1933 “Cumhuriyetin Onuncu Yıldö-
nümü”, Giresun Halkevi Neşriyatı, 1933)
Bu kadar kuvvetli ve zinde bir gençlik içinde
kendimi gördüğümden dolayı bahtiyarım.
1924 (1933 “Cumhuriyetin Onuncu Yıldö-
nümü”, Giresun Halkevi Neşriyatı, 1933)
Milletin kıymetli ve seçkin gençleriyle konuşmak
benim için saadettir.
1930 (Vakit gazetesi, 11. 11. 1930)
Milletin bağrından temiz bir nesil yetişiyor. Bu
eseri ona bırakacağım ve gözüm arkamda kalmayacak!
1923 (Ercüment Ekrem Talû
Tasvir gazetesi 10. 11. 1946)
Asla şüphe yoktur ki Cumhuriyetin gelecek evlâtları,
bizden daha çok rahata kavuşmuş ve bahtiyar olacaklardır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 435)
Bugün ulaştığımız netice, asırlardan beri çekilen
millî felâketlerin doğurduğu uyanıklığın ve bu aziz vatanın her köşesini
sulayan kanların karşılığıdır. Bu neticeyi,Türk gençliğine emanet ediyorum.
Ey Türk gençliği! Birinci
vazifen, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyeti’ni, ilelebet muhafaza ve müdafaa
etmektir. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.Bu temel, senin en
kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi, seni, bu hazineden mahrum etmek
isteyecek, dahilî ve haricî, düşmanların olacaktır.Bir gün, bağımsızlık ve
cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde
bulunacağın vaziyetin imkân ve şartlarını düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şartlar,
çok elverişsiz bir nitelikte belirebilir. Bağımsızlık ve cumhuriyetine
kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili
olabilirler. Zorla ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün
tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi
bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şartlardan daha acıklı ve daha korkunç
olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve
hattâ hıyanet içinde bulunabilirler. Hattâ bu iktidar sahipleri şahsî
menfaatlerini, memleketi ele geçirenlerin siyasî emelleriyle
birleştirebilirler. Millet, fakirlik ve yoksulluk içinde harap ve bitkin düşmüş
olabilir.
Ey Türk istikbalinin evlâdı!
İşte, bu durum ve şartlar içinde dahi vazifen; Türk bağımsızlık ve
cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda,
mevcuttur!
1927 (Nutuk II, s.897-898)
Siz, genç arkadaşlar,
yorulmadan beni izlemeye söz vermişsiniz. İşte ben bilhassa bu sözden çok
duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar,
yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden
istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek,
yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni izlemektedir. Yorgunluk her insan,
her mahlûk için tabiî bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî
bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet, yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yeni Türkiye’nin geç
evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye
karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek
idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir.
1937 (Cumhuriyet gazetesi 1. 4. 1937)
Gençler! Benim gelecekteki emellerimi
gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış
bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum. Buna cidden
sevinmekteyim. Fakat beraber yaşadığımız müddetçe benim hedefime yürümenizi
hepinizden talep etmek, meşru bir hakkım olarak tanınmalıdır.
1937 (Babalık gazetesi, 6.4.1937;
Trakya Dergisi, Sayı: 9, 1937, s. 6)
Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan
dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk
gençliğine terk edip bıraktığımız vicdanî emanet, yalnız ve daima galip
olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin yükselme gerek ve şartları
için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin.
Milleti, o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte
mâni olacağız. Bunun için dimağlarınıza, irfanlarınıza, bilginize, icap ederse
bileklerinize, pazılarınıza, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede
mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet, sizin gibi evlâtlarıyla lâyık
olduğu olgunluk derecesini bulacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 133)
Bir “Aydınlatma Heyeti” oluşturarak Anadolu’yu dolaşmaya karar veren
İstanbul Üniversitesi Talebe Birliği’nin telgrafına cevabı :
Heyetinizin oluşmasını memnuniyetle karşıladım.
Memleketin aydın gençliğinin bağnazlık ve gericiliğe karşı mücadelesindeki
yüksek vazifesini idrak ile teşebbüs sahasına geçmesi, takdire değerdir.
Düzenleyeceğiniz heyetlerin memleket dahilinde seyahati, en büyük ilim ocağına,
memleketimizi yakından tetkik fırsatını da vereceğinden ayrıca faydalıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.V.,s.154)
Benim anladığım gençlik, bu inkılâbın fikirlerini ve
ideolojisini benimseyip gelecek kuşaklara götürecek kimselerdir. Benim
nazarımda yirmi yaşında bir yobaz ihtiyardır, yetmiş yaşında bir idealist de
güçlü bir gençtir.
(Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk’ün
İdeolojisi, Bayram gazetesi, 14. 11. 1978)
Gençliği yetiştiriniz. Onlara ilim ve irfanın müspet
fikirlerini veriniz. Geleceğin aydınlığına onlarla kavuşacaksınız. Hür fikirler
uygulamaya geçtiği vakit, Türk milleti yükselecektir.
(Afetinan, Atatürk’ün B.N.M., s.37)
Gençliği mutlaka ülkücü ve memleketle alâkalı olarak
yetiştirmek, herkesin, hepimizin, her devlet adamının başta gelen vazifesidir.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 62)
Çocuklarımıza ve gençlerimize vereceğimiz öğrenimin
sınırı ne olursa olsun, onlara esaslı olarak şunları öğreteceğiz: 1-
Milliyetine, 2- Türkiye Devleti’ne, 3- Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne düşman
olanlarla mücadele lüzumu. Fertleri bu mücadele gerekleri ve vasıtalarıyla
donanmayan milletler için yaşama hakkı yoktur. Mücadele, mücadele lâzımdır.
1922 (M.E.İ.S.D.I, s. 9)
Gelecek için hazırlanan vatan evlâdına, hiçbir
güçlük karşısında baş eğmeyerek tam sabır ve dayanma ile çalışmalarını ve
öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının tahsillerinin
tamamlanması için her fedakârlığı göze almaktan çekinmelerini tavsiye ederim.
Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin, ne kadar kararlı olduklarını tarih
doğrulamaktadır. Silâhıyla olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde
olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine
asla şüphem yoktur.
1921 (Atatürk’ün M.A.D., s. 4-5)
1933 Razgrad olayını protesto amacıyla yapılan gençlik gösterisinin
izin alınmadan yapılması sebebiyle takibata geçilmesi üzerine, izinsiz
gösteriyle ilgileri olmadığını bildiren Türk Talebe Birliği Kongresi daimî
delegelerine cevap telgrafı :
Gençliğin çalışkan, duyarlı
ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik, her türlü
faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usul ve
kaidelerine riayetkâr bulunmaya da dikkatli olmalıdır. Cumhuriyet Hükûmeti’nin
millî meselelerde vazifesini bilir olduğuna ve kanunların ve adlî kuvvetlerin
adaletine emin olunuz.
1933 (Cumhuriyet gazetesi, 28. 4. 1933)
Çocuklarımız ve gençlerimiz
yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen
bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî düşünceleri tam bir imanla
her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane savunma zorunluğu aşılanmalıdır.
Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir.
Daimî ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletler hayatının felsefesi,
bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet için bu yüksek özellikleri şiddetle
istemektedir.
Yeni kuşağın taşıyacağı
manevî özellikler yanında kuvvetli bir fazilet aşkı ve kuvvetli bir intizam ve
inzibat fikrinden de bahsetmek zaruretindeyim.
1921 (Atatürk’ün M.A.D., s. 4)
Ne mutlu Türküm diyene!
1933 (Atatürk’ün S.D.II, s. 276)
Benim hayatta yegâne fahrim, servetim Türklükten
başka bir şey değildir.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakın-
larından Hatıralar, 1955, s. 95)
Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye
kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek fevkalâdelik, Türk olarak dünyaya gelmemdir.
(Atatürk’ten B.H., s. 15)
Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve
ebediyen Türk olarak yaşayacaktır.
1923 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seya-
hatleri, s. 23; Atatürk’ün S.D.II; s. 126)
Türk! Övün, çalış, güven.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)
Türklük esastır. Bu mevcudiyeti, tarih içinde
araştırmak, birbirini izleyen bir tarih zinciri içinde, tespit edilecek Türk
medeniyeti ile övünmek yerinde olur. Fakat, bu övünmeye lâyık olmak için, bugün
çalışmak lâzımdır. Her sahada, bilhassa medeniyet âlemine eser vermek için
çalışkan olmayı hedef tutmalıdır.
1934 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 304)
Türk milleti, tarihinle övün; çünkü senin ecdadın
medeniyetler kuran, devletler, imparatorluklar yaratan bir mevcudiyettir. Sen,
Anadolu denilen bu yurda sonradan gelme değil, ilk yerleşip medeniyet
kuranların çocuklarısın. Fakat geleceğine güvenebilmek için, bugün çalışman
lâzımdır; çünkü yalnız tarih övüncü bir meziyet sayılmaz.
(Afetinan, Atatürk’ten Hâtıralar,
1950, s. 55 - 56)
Bir Türk, dünyaya bedeldir.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 14)
Atatürk’e ait el yazısı metin :
Bu memleket, dünyanın
beklemediği, asla ümit etmediği bir müstesna mevcudiyetin yüksek tecellisine,
yüksek sahne oldu. Bu sahne 7 bin senelik, en aşağı, bir Türk beşiğidir. Beşik,
tabiatın rüzgârlarıyla sallandı; beşiğin içindeki çocuk, tabiatın yağmurlarıyla
yıkandı; o çocuk tabiatın şimşeklerinden, yıldırımlarından, kasırgalarından
evvelâ korkar gibi oldu; sonra onlara alıştı; onları tabiatın babası tanıdı;
onların oğlu oldu. Bir gün o tabiat çocuğu, tabiat oldu; şimşek, yıldırım,
güneş oldu; Türk oldu. Türk budur: Yıldırımdır, kasırgadır, dünyayı aydınlatan
güneştir.
Türk’ün Tarifi (Hikmet Bayur’un verdiği vesika),
Millet Dergisi, Sayı: 116, 1948, s. 10-11)
İngiliz Ataşemiliteri Albay Ros’un “Siz hangi asil ailedensiniz?”
sorusuna verdiği cevap:
Anasının ve babasının asilliğiyle iftihar eden Teodoz,
İtalya yarımadasına inmek isteyen Türk Attilâ’ya barış görüşmesinden önce
sormuş: “Siz hangi asil ailedensiniz?” Attilâ da ona cevap vermiş: “Ben asil
bir milletin evlâdıyım!” İşte benim cevabım da size budur!
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 54)
Türk’ün tabiatında, beyzadelik an’anesi
yerleşmemiştir. Türk, Türk olduğu için asildir. Bu Anadolu’nun en ücra
köyündeki Mehmetçik, vaktiyle dünyanın yarısını titretmiş bir sınır beyinin
nesli olabilir; ama, bundan dolayı hiçbir iddiası yoktur. Çoğumuz, büyük
babamızın babasını hatırlayamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde
buluruz. İşte onun içindir ki, cumhuriyet Türk’ün en tabiî idare şeklidir.
(Atatürk’ten B.H., s. 69)
Türk milleti büyük bir arslandır. Biz hepimiz onun
tüyleri arasına sıkışmış ve sığınmış göz ile görülmez küçük varlıklarız. O
arslanın büyük hareketleri ve hamleleri ise inkılâp hareketleri ve
hamleleridir. Bu arslanı tahrik edebilmek... İşte, bizim için iftihar
edilebilecek rol budur.
1931 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 322)
Ben batı milletlerini, bütün dünyanın milletlerini
tanırım. Fransızları tanırım, Almanları, Rusları ve bütün dünyanın milletlerini
şahsen tanırım ve bu tanışmam da harp sahalarında olmuştur, ateş altında
olmuştur, ölüm karşısında olmuştur. Yemin ederek size temin ederim ki, bizim
milletimizin manevî kuvveti bütün milletlerin manevî kuvvetinin üstündedir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 81)
Türk milleti güzel her şeyi, her medenî şeyi, her
yüksek şeyi sever, takdir eder. Fakat muhakkaktır ki, her şeyin üstünde
tapındığı bir şey varsa, o da kahramanlıktır. Bu sözlerim, şüphesiz bugünkü
uyanık Türk gençliğinin kulaklarında yüksek ve tesirli akisler yapacaktır.
Yüksek hasletlerine ehemmiyetle baktığım Türk çocuklarından daha az şey
istemem.
1931 (Atatürk’ün S.D.III, s. 91)
Yugoslovya Başbakanı’na söylemiştir :
Benim bir işaretimle bütün Türkler hudutlarda ölmeye
hazırdır, bizim hudutlarımızda ve sizin hudutlarınızda...
1937 (Asım Us, Hatıra Notları, s. 153)
Bizim başka milletlerden hiçbir eksiğimiz yok. Cesuruz,
zekiyiz, çalışkanız, yüksek maksatlar uğrunda ölmesini biliriz.
(Makbule Atadan Anlatıyor. Nükte Fıkra ve
Çizgilerle Atatürk III, Der: N.A. Banoğlu, s. 79)
Türk’e olumlu ve iyi bir şey veriniz. Bunu
reddetmesine imkân yoktur.
(M.Turhan Tan, Ata Sözü,
En Büyük Kaybımız, s. 94)
Hiçbir millet, milletimizden ziyade yabancı
unsurların itikat ve âdetlerine riayet etmemiştir. Hattâ denilebilir ki ,diğer
din sahiplerinin dinine ve milliyetine riayetkâr olan yegâne millet bizim
milletimizdir.
Fatih İstanbul’da bulduğu dinî ve millî teşkilâtı
olduğu gibi bıraktı. Rum patriği, Bulgar eksarhı ve Ermeni kategigosu gibi
Hristiyan din reisleri imtiyaza sahip oldu. Kendilerine her türlü serbestlik
verildi. İstanbul’un fethinden beri, Müslüman olmayanların elde ettikleri bu
geniş imtiyazlar, milletimizin dinen ve siyaseten dünyanın en müsaadekâr ve
civanmert bir milleti olduğunu ispat eder en bariz delildir.
1920 (Nutuk, III, s. 1183)
Hükûmetimizin ve milletimizin, Hristiyan unsurlara
karşı âdilâne bir surette hareket etmekliğimiz, geleneklerimiz icaplarından ve
dinimiz gereklerindendir. Ve hakikaten Hristiyanlara âdilâne muamele edildiğine
en büyük delil, memleketimizin her noktasında en ufak köyünde bile Hristiyan
unsurların Müslümanlardan ziyade huzur ve refaha ve servete malik olmalarıdır.
Eğer bunlar hakkında zulüm ile, gasp ile adaletsizce muamele edilmiş bulunsaydı
elbette bugünkü hal ve vaziyette bulunmamaları lâzımdı. Bu nedenle, bunun için
başka bir delil ve sebep söylemeye lüzum görmüyorum. Fakat bu Hristiyan
unsurların haricin teşvikleriyle veyahut ekmeğini yediği toprağa nankörlük
ederek millî varlığımızı zedelemek, bozmak teşebbüslerinde bulunacakların
fenalıklarına set çekmek, pek tabiî ve zarurîdir. Bugün en büyük, ne kuvvetli
ve en medenî milletlerin bu gibi meselelerde bize nispetle pek sert ve
zorlayıcı muamelelere teşebbüs etmekte olduğu herkesçe bilinmektedir.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 179)
Memleketimizde yaşayan Müslüman olmayan unsurların
başına ne gelmiş ise, kendilerinin yabancı entrikalarına kapılarak ve
imtiyazlarını kötüye kullanarak vahşiyane şekilde izledikleri ayrılma siyaseti
sonucudur.
1919 (Atatürk’ün S.D.II, s. 9)
14 Eylül 1931 günü Dolmabahçe Sarayı balkonunda bir sohbet esnasında
anlatılmıştır :
Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve
etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’ten başka uluslara,
bu arada yanlış bir din anlayışıyla Arap’lara, sarayın, ordu ve devlet ileri
gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavut’lara özel bir değer
veriliyor, onlardan söz edilirken “kavm-i necib” deyimi ile sıfatlandırılarak
bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu
olan biz Türk’ler, ikinci plânda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyordu.
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır
Askerî İdadisi’nde öğrenci iken okuduğum “Ben bir Türküm, dinim, cinsim uludur”
mısraıyla başlayan manzumesinde, bana ulusal benliğimin gururunu tattıran ilk
anlatımı bulmuştum. Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu
çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim
en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman
Osmanlılığın telkin ettiği başka ulusları öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik
duygusunu kaptırmadım.
Bakınız nasıl oldu? Kurmaylık stajı için verildiğim*
süvari alayı, Hayfa’da bulunuyordu. Kışla ile deniz arasında geniş bir talim
alanı vardı ve piyade acemi eğitim devri yeni başlamıştı. Erleri bölgeden
toplanmış Arap gençlerinden, öğretici kadro da tecrübeli ve Anadolulu kıta
çavuşları olan Türk delikanlılarından kurulu idi. Katıldığım bölüğün alaydan
yetişmiş, Makedonya Türklerinden, ileri yaşlı bir yüzbaşısı vardı. Erlere
çavuşlar talim yaptırıyor, biz subaylar arada dolaşarak çalışmaları izliyor ve
denetliyorduk. Yüzbaşı, çavuşlarına karşı sert davranıyor, yeni erlere karşı
ise fazla şefkatli görünüyordu. Onların herhangi bir şekilde azarlanmasına,
hırpalanmasına gönlü razı olmadığını ısrarla söylüyordu. Halbuki talimlerde,
Türkçe bilmedikleri için, çavuşların söylediklerini iyi anlayamayan kimi
erlerin yanlış hareketlerinin, zaman zaman çavuşların sabırlarını tükettiği,
sertçe davranışlarına yol açtığı da oluyordu. Bir gün yüzbaşı, bu yolda
hareketten kendini alıkoyamayan bir çavuşunu mimlemiş ve talimden dönüldükten
sonra, birlikte oturduğumuz bölük komutanlığı odasına çağırtmıştı. Takım
komutanıyla birlikte gelerek yüzbaşısını saygıyla ve askerce selâmlayan çavuş,
yirmibeş yaşlarında dinç ve yakışıklı, ince bıyıklı, elmacık kemikleri fazla kabarık,
uyanık bir Türk çocuğu idi. Yüzbaşı, onu ulusal onurunu ağır şekilde
hançerleyen “...Türk!” sözleriyle azarlamaya başlamıştı. “Sen nasıl olur da
kavm-i necib-i Arab’a mensup, Peygamberimiz Efendimizin mübarek soyundan olan
bu çocuklara sert davranır, ağır söz söyler, onların kalbini kırarsın. Kendini
bil, sen onların ayağına su bile dökmeye lâyık değilsin...” gibi gittikçe
mânasızlaşan, fakat yaşlı yüzbaşının samimî inancından kuvvet alan sözlerle
hakaret ediyor, gittikçe asabileşiyordu. Ben dikkatle çavuşun yüz ifadesini
izliyordum. Başlangıçta üstünde bir babaya duyulan saygının içtenliği okunan
çizgiler sertleşmeye, içten gelen haklı bir isyanın ateşleri gözlerinde
okunmaya başlamıştı. Fakat gerçek itaatin simgesi olan her Türk askeri gibi bu
da iç duygularını gemlemesini bildi. Sessizce göz pınarlarından dökülmeye
başlayan yaş damlaları, yanaklarında birbirini kovalayarak bıyıkları üstünde
toplanıyor ve kendini böylece yatıştırmaya çalışıyordu. Ben, bir taraftan üzgün
ve sinirli, bu sahneyi seyreder ve söylenenleri dinlerken, bir yandan da içimde
bir isyan duygusu şahlanıyor ve şöyle düşünüyordum: “O erin bağlı olduğu kavim,
bir çok bakımdan necib olabilirdi. Fakat çavuşun, yüzbaşının ve benim bağlı
olduğumuz kavmin de tarihleri şerefle dolduran büyük ve asil bir ulus olduğu da
bir an şüphe götürmez bir gerçekti. Türklük hakkındaki o günkü görüş ise,
doğrudan doğruya Türk aydınlarının kendi kendini bilmemesinden ve başka
uluslarda şu veya bu sebeple üstünlük var sayarak, kendini onlardan aşağı görüp
nefsine olan güveni yitirmesindendir. Artık bu yanlış görüşe son vermek,
Türklüğümüzü bütün asalet ve necabeti ile tanımak ve tanıtmak gerekmektedir”
dedim ve o andan beri inandığım bu gerçeğe bütün Türklerin inanmasını, bununla
övünüp kendine güvenmesini ülkü bildim.
1931 (Faik Reşit Unat, Ne Mutlu Türküm Diyene,
Türk Dili Dergisi, Sayı: 146, Kasım 1963, s. 77-78)
Bir yurdun en değerli varlığı, yurttaşlar arasında
ulusal birlik, iyi geçinme ve çalışkanlık duygu ve kabiliyetlerinin
olgunluğudur. Ulus varlığını ve yurt erginliğini korumak için bütün
yurttaşların canını ve her şeyini derhal ortaya koymaya karar vermiş olmak, bir
ulusun en yenilmez silâhı ve koruma vasıtasıdır. Bu sebeple, Türk ulusunun
idaresinde ve korunmasında ulusal birlik, ulusal duygu, ulusal kültür en
yüksekte göz diktiğimiz idealdir. Yüksek ve inkılâpçı bir kültür seviyesine
varmak için, önümüzdeki yıllarda daha çok emek vereceğiz. Müspet bilimlerin
temellerine dayanan, güzel sanatları seven, fikir terbiyesinde kabiliyeti
artmış ve yükselmiş olan erdemli, kudretli bir nesil yetiştirmek, ana
siyasamızın açık dileğidir.
1935 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 573)
Ulusun, içerde birliğinin hem belli, hem denenmiş
olması, gelecek için en büyük güvençtir.
1934 (Atatürk’ün S.D.I, s. 364)
Bugünkü Türk milleti siyasî ve içtimaî camiası
içinde kendilerine Kürtlük fikri, Çerkeslik fikri ve hatta Lâzlık fikri veya
Boşnaklık fikri propaganda edilmek istenmiş vatandaş ve millettaşlarımız
vardır. Fakat mazinin istibdat devirleri mahsulü olan bu yanlış adlandırmalar,
-birkaç, düşman âleti mürteci, beyinsizden başka - hiçbir millet ferdi üzerinde
üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır. Çünkü bu millet fertleri de umum Türk
camiası gibi aynı müşterek maziye, tarihe, ahlâka, hukuka sahip bulunuyorlar.
Bugün içimizde bulunan Hristiyan, Musevî
vatandaşlar, mukadderat ve talihlerini Türk milletine vicdanî arzularıyla
bağladıktan sonra kendilerine yan gözle, yabancı gözüyle bakılmak, medenî Türk
milletinin asil ahlâkından beklenebilir mi?
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazılar, s. 376 - 378)
Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu,
İstanbullu, Trakyalı ve Makedonyalı, hep bir ırkın evlâtları, hep aynı cevherin
damarlarıdır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 5.10.1932; Kadri
Kemal Kop, Atatürk Diyarbakır’da, s. 4)
Dünyanın bize hürmet göstermesini istiyorsak, evvelâ
bizim kendi benliğimize ve milliyetimize bu hürmeti hissen, fikren, fiilen,
bütün iş ve hareketlerimizle gösterelim.Bilelim ki, millî benliğini bulmayan
milletler başka milletlerin avıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 143)
Millî mevcudiyetimize düşman olanlarla dost
olmayalım. Böylelerine karşı bir Türk şairinin dediği gibi: (Karşı duvardaki levhayı işaret ederek)
Türküm ve
düşmanım sana, kalsam da bir kişi!
diyelim. Düşmanlarımıza bu hakikati ifade ettiğimiz gün, kanaatimize,
ülkümüze, istikbalimize yan bakan her ferdi düşman telâkki ettiğimiz gün, millî
benliğe uzanacak her eli şiddetle kırdığımız, milletin önüne dikilecek her
engeli derhal devirdiğimiz gün, hakikî kurtuluşa erişeceğiz. Ve sizler gibi
aydın, kararlı, imanlı gençler sayesinde bu kurtuluşa ulaşacağımıza emin
olabiliriz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 143)
Felâketler, elemler, mağlûbiyetler, milletler
üzerinde birtakım etkenlerin vücut bulmasına sebebiyet verir. Bu etkenlerin
başlıcası, öyle kara günlerinden sonra milletlerin uyanması, vakarını bulması
ve kendi benliğini duymasıdır. Uzun asırların elemli sonuçları, nihayet bizim
milletimizde de bu duyguları doğurdu. Milletleri yükselten bu özelliklere bir
etken daha ilâve edelim: İntikam hissi... Milletlerin kalbinde intikam hissi
olmalı. Bu alelâde bir intikam değil, hayatına, yükselmesine, refahına düşman
olanların zararlarını yok etmeye yönelen bir intikamdır. Bütün dünya bilmeli
ki, karşımızda böyle bir düşman oldukça onu affetmek elimizden gelmez ve
gelmeyecektir. Düşmana merhamet, acizlik ve zaaftır. Bu, insaniyet göstermek
değil, insanlık özelliğinin yok oluşunu ilân etmektir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 117)
Yalnız mitingler ve benzeri tezahürat büyük gayeleri
hiçbir vakitte kurtaramaz ve ancak milletin sinesinden bilfiil doğan müşterek
kudrete dayanırsa kurtarıcı olur.
1919 (Reşit Paşa’nın Hatıraları, s. 21)
Mazinin kararsız, çürümüş zihniyeti ölmüştür. Bütün
dünya bilmelidir ki, Türk milleti hakkını, haysiyetini, şerefini tanıtmaya
kadirdir. Türk vatanının bir karış toprağı için bütün millet bir vücut olarak
ayağa kalkar. Haysiyetinin bir zerresine, vatanının bir avuç toprağına vuku
bulacak tecavüzün bütün mevcudiyetine vurulmuş darbe olacağını artık Türk
milletinin fark etmediğini sanmak, hatadır.
1924 (Atatürk’ün S.D.V, s. 34)
Gelecekte, millet hayatını tehdit edecek tehlikelere
düşmemek için, ona göre şimdiden hazırlanmak ve çalışmak, vatanını seven bütün
millet fertlerinin borcudur. Gerçekten, vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz
dikenlere yalnız askerlikçe üstün gelmek kâfi değildir. Memleketimiz hakkında
istilâ emelleri besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde
siyaset, idare ve ekonomi bakımlarından kuvvetli olmak lâzımdır.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 46)
Seneler geçtikçe, millî ideal verimleri, güvenle
çalışmada, ilerleme hevesinde, millî birlik ve millî irade şeklinde, daha iyi
gözlere çarpmaktadır. Bu, bizim için çok önemlidir; çünkü, biz esasen millî
mevcudiyetin temelini, millî şuurda ve millî birlikte görmekteyiz.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 372)
Bu dünyadan göçerek Türk milletine veda edeceklerin
çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara, son sözü bu olmalıdır: “Benim Türk
milletine, Türk cemiyetine, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir,
siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar
ediniz.” Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk ulusu duygusunun ifadesidir.
Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere mütemadiyen tekrar etmekle
son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk ulusunun nefesinin
sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir. Yüksel Türk! Senin için
yüksekliğin hududu yoktur. İşte, parola budur!
1935 (Ulus gazetesi, 12.12.1935)
Türk milleti!
Kurtuluş Savaşı’na
başladığımızın onbeşinci yılındayız. Bugün, Cumhuriyetimizin onuncu yılını
doldurduğu en büyük bayramdır.
Kutlu olsun!
Bu
anda büyük Türk milletinin bir ferdi olarak, bu kutlu güne kavuşmanın en derin
sevinci ve heyecanı içindeyim.
Yurttaşlarım!
Az zamanda çok ve büyük
işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk
kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Bundaki muvaffakiyeti Türk milletinin ve
onun değerli ordusunun bir ve beraber olarak kararlı bir şekilde yürümesine
borçluyuz. Fakat yaptıklarımızı asla kâfi göremeyiz. Çünkü daha çok ve daha
büyük işler yapmak mecburiyetinde ve azmindeyiz. Yurdumuzu dünyanın en mamur ve
en medenî memleketleri seviyesine çıkaracağız. Milletimizi en geniş refah
vasıta ve kaynaklarına sahip kılacağız. Millî kültürümüzü çağdaş medeniyet
seviyesinin üstüne çıkaracağız.
Bunun için bizce zaman ölçüsü, geçmiş asırların
gevşetici zihniyetine göre değil, asrımızın sürat ve hareket kavramına göre
düşünülmelidir. Geçen zamana nispetle daha çok çalışacağız. Daha az zamanda
daha büyük işler başaracağız. Bunda da muvaffak olacağımıza şüphem yoktur.
Çünkü Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır. Türk
milleti zekidir. Çünkü Türk milleti millî birlik ve beraberlikle güçlükleri
yenmesini bilmiştir. Ve çünkü Türk milletinin yürümekte olduğu ilerleme ve
medeniyet yolunda elinde ve kafasında tuttuğu meşale müspet ilimdir.
Şunu da ehemmiyetle
belirtmeliyim ki, yüksek bir insan cemiyeti olan Türk milletinin tarihî bir
vasfı da güzel sanatları sevmek ve onda yükselmektir. Bunun içindir ki, milletimizin
yüksek karakterini, yorulmaz çalışkanlığını, fıtrî zekâsını, ilme bağlılığını,
güzel sanatlara sevgisini, millî birlik duygusunu mütemadiyen ve her türlü
vasıta ve tedbirlerle besleyerek inkişaf ettirmek millî ülkümüzdür. Türk
milletine çok yaraşan bu ülkü, onu bütün beşeriyete hakikî huzurun temini
yolunda kendine düşen medenî vazifeyi yapmakta muvaffak kılacaktır.
Büyük Türk milleti!
Onbeş yıldan beri
giriştiğimiz işlerde muvaffakiyet vadeden çok sözlerimi işittin. Bahtiyarım ki,
bu sözlerimin hiçbirinde milletimin hakkımdaki itimadını sarsacak bir
isabetsizliğe uğramadım.
Bugün aynı inan ve katiyetle
söylüyorum ki, millî ülküye tam bir bütünlükle yürümekte olan Türk milletinin
büyük millet olduğunu, bütün medenî âlem az zamanda bir kere daha tanıyacaktır.
Asla şüphem yoktur ki,
Türklüğün unutulmuş büyük medenî vasfı ve büyük medenî kabiliyeti, bundan
sonraki gelişimiyle geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi
doğacaktır.
Türk milleti!
Ebediyete akıp giden her on
senede bu büyük millet bayramını daha büyük şereflerle, saadetlerle huzur ve
refah içinde kutlamanı gönülden dilerim.
Ne mutlu Türküm diyene!
1933 (Hakimiyeti Milliye gazetesi,
30. 10. 1933; Atatürk’ün S.D.II, s. 272)
Ey Türk milleti! Sen yalnız
kahramanlık ve cengâverlikte değil, fikirde ve medeniyette de insanlığın
şerefisin. Tarih, kurduğun medeniyetlerin övgüleriyle doludur. Mevcudiyetine
kasteden siyasî ve toplumsal etkenler birkaç asırdır yolunu kesmiş, yürüyüşünü
ağırlaştırmış olsa da, onbin yıllık fikir ve kültür mirası, ruhunda bakir ve
tükenmez bir kudret halinde yaşıyor. Hafızasında binlerce ve binlerce yılın
hatırasını taşıyan tarih, medeniyet safında lâyık olduğun yeri sana parmağıyla
gösteriyor. Oraya yürü ve yüksel! Bu, senin için hem bir hak, hem de bir vazifedir!
(Türk Tarihinin Ana Hatları,
Methal Kısmı, 1931, s. 74)
Büyük davamız, en medenî ve en rahata kavuşmuş
millet olarak varlığımızı yükseltmektir. Bu, yalnız kurumlarında değil,
düşüncelerinde temelli bir inkılâp yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik
idealidir. Bu ideali, en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi
beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. Bu teşebbüste başarı, ancak, türeli bir
plânla ve en rasyonel tarzda çalışmakla mümkün olabilir. Bu sebeple okuyup
yazma bilmeyen tek vatandaş bırakmamak, memleketin büyük kalkınma savaşının ve
yeni çatısının istediği teknik elemanları yetiştirmek; memleket davalarının
ideolojisini anlayacak, anlatacak, nesilden nesile yaşatacak fert ve kurumları
yaratmak; işte bu önemli ilkeleri en kısa zamanda temin etmek, Milli Eğitim
Bakanlığı’nın üzerine aldığı büyük ve ağır mecburiyetlerdir. İşaret ettiğim
ilkeleri, Türk gençliğinin kafasında ve Türk milletinin bilincinde daima canlı
bir halde tutmak, üniversitelerimize ve yüksek okullarımıza düşen başlıca vazifedir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 386)
Millî hedef belli olmuştur. Ona kavuşacak yolları
bulmak müşkül değildir; mühim olan, çetin olan, o yollar üzerinde çalışmaktır.
Denebilir ki, hiçbir şeye muhtaç değiliz, yalnız tek bir şeye çok ihtiyacımız
vardır: Çalışkan olmak! Toplumsal hastalıklarımızı tetkik edersek temel olarak
bundan başka, bundan mühim bir hastalık keşfedemeyiz; hastalık budur. O halde
ilk işimiz, bu hastalığı esaslı surette tedavi etmektir. Milleti çalışkan
yapmaktır. Servet ve onun tabiî neticesi olan refah ve saadet, yalnız ve ancak
çalışkanların hakkıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 59)
Büyük, kutsal hedefler,
erişilemeyecek hedeflerdir. Bu sebeple herhangi bir hedefe erişmekle
yetinmeyeceğiz. Daima daha ilerisine varmak için çalışacağız.
1925 (Atatürk’ün S.D. II, s. 223)
Bugün milletçe hedefimiz, en medenî milletlerin
gelişme seviyesine ulaşmak, hatta bu seviyeyi aşmaktır. Bu asla imkânsız
değildir. Türk’ün zekâsı, Türk’ün doğuştan vasıfları buna müsaittir. Yeter ki
Türk milleti hedefini iyice seçsin ve bu hedefe varmaya azmetsin!
1932 (Âdile Ayda, Cumhuriyet
gazetesi, 10. 11. 1963, s.4)
Yüzyılın bize verdiği dersten, milletimizin gereği
kadar uyandığını görüyorum. Milletimizin özel nitelikleri, her işimizde
başarımızın kefilidir. Başarımız, şüphesiz birlikte olacaktır. Eğer millet
ortak amaca hep beraber faaliyet sarf ederek yürürse, mutlaka başaracaktır.
İşte bunları düşünerek gelecekteki çalışmamızda da başarılı olacağına
inanıyorum.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 99)
Millî ülküye tam bir iman ve onun icaplarını
tereddütsüz yerine getirmenin neticesi, elbette muvaffakiyettir.
1931 (Atatürk’ün S.D.I, s. 353)
18. 7. 1936 gecesi Atatürk tarafından yazdırılmıştır :
Türk çocuklarının nasibi, her muvaffakiyetli
hamleden hep sevinç veren neticeler almaktır. Türk çocukları! Yürüdünüz,
yürüyorsunuz, yürüyünüz! Yaptığınız hamleler sizi yüksek ülküye ulaştırmak
üzeredir. Durmayın, yürüyün! Saadet, refah, sevinç ve hepsinden sonra dünyaya
karşı yüksek bir gurur seni bekliyor. Türk çocukları! Son sözümün son
kelimesine dikkat!... Gurur, azamet, sende zaten vardır; bunu gösterme! Onu,
kendi yüksek enerjinin harimine sakla! Gerekirse, büyük tevazuunu göster. Fakat
gene gerektikçe, göster ezici yumruğunu! İşte, bu vasıflarınla ispat
edebilirsin ne olduğunu!... Benim bugünkü ve yarınki Türk çocukluğundan
beklediğim haslet, bu suretle belirmelidir.
1936 (Cevat Abbas Gürer,Cum-
huriyet gazetesi, 10. 11. 1941)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır :
Türkiye Cumhuriyetinin, özellikle bugünkü gençliğine
ve yetişmekte olan çocuklarına hitap ediyorum: Batı senden, Türk’ten çok
geriydi. Mânada, fikirde, tarihte bu, böyleydi. Eğer bugün, Batı nihayet
teknikte bir yükselme gösteriyorsa, ey Türk çocuğu, o kabahat de senin değil,
senden evvelkilerin affolunmaz ihmalinin bir neticesidir. Şunu da söyliyeyim
ki, çok zekisin, malûm! Fakat zekânı unut, daima çalışkan ol!
1936 (Cevat Abbas Gürer, Cum-
huriyet gazetesi, 10. 11. 1941)
Türk çocuklarının yüksek kabiliyetine inanım tamdır.
1933 (Hakimiyeti Milliye
gazetesi, 3. 11. 1933)
Ülkümüzü açıkça ifade etmeliyiz. Onu imanla duymalı
ve onu hiç yılmadan takip etmeliyiz. Şahsî menfaatlerimizden, hasis
emellerimizden sıyrılmaya, ancak böyle canlı ve alevli ülkü sayesinde muvaffak
olacağız. Fakat bütün iyi niyete, gösterilen bütün yılmazlığa, kararlılık ve
dayanıklılığa, meydana getirilen bütün birlik ve beraberliğe rağmen, yine en
güzel, en şaşmaz, en doğru zihniyetleri ve ülküleri bozmaya çalışacak insanlara
tesadüf edilecektir. Öylelerine karşı, bütün millet fertleri çok sert karşılık
vermelidir. Hepimiz için öylelerine karşı ezici bir birlik kütlesi şeklinde
belirmemiz, en zarurî bir vicdanî gerektir. Zira bu hususta bozgunculuk yapacak
insanlara müsamaha göstermek, kıymet vermek, terbiye eseri değil, belki bir
milletin saadetine, şerefine, namusuna göz dikmiş insanlara müsamahadır ki,
hiçbir vakit, hiçbir fert buna müsaade edemez. Hiç kimse buna müsaade etmek
hakkına malik değildir ve siz de olmamalısınız.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 142)
Bir milletin, diğer milletlere nispetle tabiî veya
kazanılmış hususî karakterler sahibi olması, diğer milletlerden farklı bir yapı
oluşturması, ekseriya onlardan ayrı olarak onlara paralel ilerleme ve gelişmeye
çalışması niteliğine milliyet prensibi denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 24, 379-380)
Biz, milliyet fikirlerini tatbikte çok gecikmiş ve
çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla faaliyetle
telâfiye çalışmalıyız. Bilirsiniz ki, milliyet kuramını, milliyet ülküsünü
çözüp dağıtmaya çalışan kuramların dünya üzerinde tatbik kabiliyeti
bulunamamıştır. Çünkü tarih, olaylar, hâdiseler ve gözlemler insanlar ve
milletler arasında, hep milliyetin hâkim olduğunu göstermiştir ve milliyet
ilkesi aleyhindeki büyük ölçüde fiilî tecrübelere rağmen yine milliyet hissinin
öldürülemediği ve yine kuvvetle yaşadığı görülmektedir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, 142-43)
Milletimiz en yüksek medenileşme derecesinde, en
parlak gelişme basamağında, en şanlı ve kudretli devresinde iken, diğer bir
takım milletler, ancak milletimizin darbeleri karşısında kendi benliklerini
bularak o darbeleri geçirdikten sonra bugünkü vaziyetlerini bulmuştur. Biz ise
onlardaki uyanışa karşı, çok derin
gafletler içinde kendini kaptırıp gelmişizdir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 138)
Türk milliyetçiliği, ilerleme ve gelişme yolunda,
milletlerarası temas ve münasebetlerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve
onlarla bir ahenkte yürümekle beraber, Türk içtimaî heyetinin hususî
seciyelerini ve başlı başına müstakil hüviyetini saklı tutmaktır.
1930 (Afetinan, T.T.K. Belleten,
Cilt: XXXII, No: 128, 1968, s. 557)
Memleketin, fikrî ve ekonomik gelişmeye, yüksek
ilerleme sahası olmasına çalışmak idealimizdir. Fakat bu gelişmenin, medenî ve
millî sınır haricinde cereyan almasını ilkelerimize uygun bulamayız.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5024)
Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk
milliyetçisiyiz; cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun
fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de
o kadar kuvvetli olur.
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 114)
Milliyetin çok belirgin vasıflarından biri dildir.
Türk milletindenim diyen insan, her şeyden evvel ve mutlaka Türkçe
konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını
iddia ederse buna inanmak doğru olmaz.
1931 ( Vakit gazetesi, 19.2.1931; Taha
Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 39)
Türk milletinin millî dili ve millî benliği, bütün
hayatında hâkim ve esas kalacaklar.
1933 (Hakimiyeti Mil-
liye gazetesi, 7.2.1933)
Türk milleti, millî hissi dinî hisle değil, fakat
insanî hisle yan yana düşünmekten zevk alır. Vicdanında millî hissin yanında
insanî hissin şerefli yerini daima muhafaza etmekle övünür. Çünkü Türk milleti
bilir ki, bugün medeniyetin yolunda bağımsız ve fakat kendileriyle paralel
yürüdüğü umum medenî milletlerle karşılıklı insanî ve medenî münasebet, elbette
gelişmemize devam için lâzımdır ve yine malûmdur ki, Türk milleti, her medenî
millet gibi, mazinin bütün devirlerinde keşifleriyle, icatlarıyla medeniyet âlemine hizmet etmiş insanların,
milletlerin kıymetini takdir ve hâtıralarını hürmetle muhafaza eder. Türk
milleti, insaniyet âleminin samimî bir ailesidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 369-370)
Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle
milliyetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riayet
ederiz. Onların bütün milliyetlerinin gereklerini tanırız. Bizim
milliyetçiliğimiz, herhalde bencil ve gururlu bir milliyetçilik değildir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 98)
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına, Türk
milleti denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 351)
Türkler demokrat, hür ve
sorumlu vatandaşlardır. Türk Cumhuriyeti’nin kurucuları ve sahipleri, bizzat
kendileridir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 465)
Türk milletinin kuruluşunda etkili olduğu görülen
tabiî ve tarihî gerçekler şunlardır: a) Siyasî varlıkta birlik, b) Dil birliği,
c) Yurt birliği, d) Irk ve menşe birliği, e) Tarihî yakınlık, f) Ahlâkî
yakınlık.
Türk milletinin teşekkülünde mevcut olan bu şartlar,
diğer milletlerde hepsi birden yok gibidir. Daha umumî bir tarif yapabilmek
için diyelim ki; bir topluma millet diyebilmek için bu şartlar, aynı zamanda
bütün olarak veya kısmen, birarada bulunmak lâzımdır. Bütün milletler tamamen
aynı şartlar altında teşekkül etmemiş olduklarına göre Türk milletinde
yaptığımız gibi, diğer bir millet ayrı olarak mütalâa edilmedikçe, milliyet
fikrini umumî ve ilmî olarak tarif etmek güçtür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 371 - 372)
Vatanımız, Türk milletinin eski ve yüksek tarihi ve
topraklarının derinliklerinde mevcudiyetlerini muhafaza eden eserleri ile
yaşadığı bugünkü siyasî sınırlarımız içindeki yurttur. Vatan, hiçbir kayıt ve
şart altında ayrılık kabul etmez bir kütledir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 19)
Vatanın her parçası, istisnasız, Türk tarihinin
maddî ve kesin dayanaklarıdır.
1924 (Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, s. 87)
Türklerin vatan sevgisiyle dolu olan göğüsleri,
düşmanların lânetlenmeye lâyık ihtiraslarına karşı daima demirden bir duvar
gibi yükselecektir.
1921 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 411)
Gerektiği zaman vatan için bir tek fert gibi yekpare
azim ve karar ile çalışmasını bilen bir millet, elbette büyük bir istikbale
lâyık ve aday olan bir millettir.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.536)
Yurt toprağı! Sana her şey feda olsun. Kutlu olan
sensin. Hepimiz senin için fedaiyiz. Fakat sen, Türk milletini ebedî hayatta
yaşatmak için feyizli kalacaksın. Türk toprağı! Sen, seni seven Türk milletinin
mezarı değilsin. Türk milleti için yaratıcılığını göster.
1930 (Afetinan, Atatürk
Hakkında H.B., s. 295)
Millet için ve milletçe yapıların işlerin hatırası,
her türlü hatıraların üstünde tutulmazsa millî tarih kavramının kıymetini
takdir etmek mümkün olamaz.
1931 (Atatürk’ün S.D.1, s. 353)
Millî seciyeyi derin tarihimizin ilham ettiği yüksek
derecelere çıkarmak, heyecanla takip ettiğimiz büyük emellerimizdendir.
1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 551)
Milletin toplumsal düzen ve huzuru, bugün ve
gelecekte refahı, saadeti, selâmeti ve
dokunulmazlığı, medeniyette ilerleme ve yükselmesi için insanlardan, her
hususta alâka, gayret, nefsin feragatini ve icap ettiği zaman seve seve
nefsinin fedasını talep eden, millî ahlâktır. Mükemmel bir millette, millî
ahlâkiyet icapları, o millet fertleri tarafından âdeta muhakeme edilmeksizin
vicdanî, hissî bir şevkle yapılır. En büyük millî heyecan, işte budur.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 302)
Ahlâkın millî, toplumsal olduğunu söylemek ve
ortaklaşa vicdanın bir ifadesidir demek, aynı zamanda ahlâkın mukaddes sıfatını
da tanımaktır. Ahlâk mukaddestir; çünkü, aynı kıymetle eşi yoktur ve başka
hiçbir çeşit kıymetle ölçülemez.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 362)
Millî ahlâkımız, medenî esaslarla ve hür fikirlerle
beslenmeli ve takviye olunmalıdır. Bu, çok mühimdir; bilhassa dikkatinizi
çekerim. Tehdit esasına dayanan ahlâk, bir fazilet olmadıktan başka itimada da
lâyık değildir.
1924 (M.E.İ.S.D. I, s. 19)
Türklerin aşağı yukarı hep ahlâkları birbirine
benzer. Bu yüksek ahlâk, hiçbir milletin ahlâkına benzemez. Ahlâkın millet
teşkilinde yeri çok büyüktür, mühimdir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 358)
Her milletin kendine mahsus gelenekleri, kendine
mahsus âdetleri, kendine göre millî hususiyetleri vardır. Hiçbir millet, aynen
diğer bir milletin taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir millet, ne taklit
ettiği milletin aynı olabilir, ne kendi milliyeti içinde kalabilir. Bunun
neticesi şüphesiz ki acıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 150)
Bir milletin mutluluk saydığı şey, diğer bir millet
için felâket olabilir. O halde bir millet, kendine göre mutluluk sayacağı bir
şeye erişebilmek için baş vurduğu gerek
ve vasıtalar, kendi ruhundan çıkarsa o vakit maksada varabilir.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 198)
Siyasî varlığımızın dışında, başka ellerde, başka
siyasî zümrelerle, isteyerek veya istemeyerek mukadderat birliği yapmış,
bizimle dil, ırk, menşe birliğine sahip ve hatta yakın uzak tarih ve ahlâk
yakınlığı görülen Türk toplulukları vardır. Tarihin bir hadisesinin neticesi
olan bu hal, Türk milleti için elim bir hatıradır; fakat Türk milletinin
tarihen ve ilmen teşekkülündeki asaleti, dayanışmayı asla bozamaz.
1931 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 23; 375 - 376)
Türk milleti Kurtuluş Savaşı’ndan beri, hattâ bu
savaşa atılırken bile mahkûm milletlerin hürriyet ve bağımsızlık davalarıyla
ilgilenmeyi, o davalara yardım etmeyi benimsemiştir. Böyle olunca kendi soydaşlarının
hürriyet ve bağımsızlıklarına kayıtsız davranması elbette uygun görülemez.
Fakat milliyet davası, bilinçsiz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mütalâa ve
müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası, siyasî bir mücadele konusu olmadan
önce, bilinçli bir ülkü meselesidir. Bilinçli ülkü demek müspet ilme, ilmî
usullere dayandırılmış bir hedef ve gaye demektir. O halde propagandalarda
müspet usullere müracaat etmek şarttır. Hareketlerin imkân sınırları ve
sıraları mutlaka hesaba katılmalıdır. Türkiye dışında kalmış olan Türkler,
ilkin kültür meseleleriyle ilgilenmelidirler. Nitekim, biz Türklük davasını
böyle bir müspet ölçüde ele almış bulunuyoruz. Büyük Türk tarihine, Türk
dilinin kaynaklarına, zengin lehçelerine, eski Türk eserlerine önem veriyoruz.
Baykal ötesindeki Yakut Türklerinin dil ve kültürlerini bile ihmal etmiyoruz.
(Abdülkadir İnan, Türk Kültürü
Dergisi, Sayı: 13, 1963, s. 115)
14. 8. 1920 günü I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapmış olduğu
konuşmadan:
Biz memleket ve milletimizin mevcudiyetini ve
bağımsızlığını kurtarmak için karar verdiğimiz zaman kendi görüşlerimize tâbi
bulunuyorduk ve kendi kuvvetimize dayanıyorduk. Hiçbir kimseden ders almadık,
hiç kimsenin kandırıcı vaatlerine aldanarak işe girişmedik. Bizim görüşlerimiz,
bizim ilkelerimiz cümlece malûmdur ki, bolşevik ilkeleri değildir ve bolşevik
ilkelerini milletimize kabul ettirmek için de şimdiye kadar hiç düşünmedik ve
teşebbüste bulunmadık. Bizim inanışımıza göre,
milletimizin hayatının temini ve yükselmesi, kendi hazım kabiliyetiyle
mütenasip olan görüşlerdir. Fakat esas itibariyle tetkik olunursa bizim
görüşlerimiz -ki halkçılıktır- kuvvetin, kudretin, egemenliğin, idarenin
doğrudan doğruya halka verilmesidir, halkın elinde bulundurulmasıdır. Yine
şüphe yok ki bu, dünyanın en kuvvetli bir esası, bir ilkesidir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 97-98)
Kendi elyazısıyla yazılmış “Demokrasi’ye karşıt çağdaş akımlar” adlı
yazı dizisinden :
Bolşevik kuramının Rusya’da tatbik olunmuş şekline
bakalım: Bütün Rus milleti içinden amele, deniz ve kara kuvvetlerinden ibaret
bir azınlık ekonomik esaslara dayanan, komünist partisi namı altında
birleşerek, bir diktatörlük meydana getirmişlerdir. Gayelerinde, millî
değildirler. Şahsî hürriyet ve eşitlik tanımazlar. Halk egemenliğine riayetleri
yoktur. Dahilde ekseriyeti, zorlama ve tazyik ile görüş noktalarına itaate
mecbur tutarlar; hariçte propaganda ve ihtilâl teşkilâtı ile, bütün dünya
milletlerine kendi ilkelerini yaymaya çalışırlar. Halbuki, hükûmet kurmaktan
gaye, evvelâ, ferdî hürriyetin teminidir. Bolşevik tarzı hükûmetinde istibdat
mahiyeti görülmektedir. Bir toplumu, bir kısım insanların görüşlerinin, zorla,
esiri ve zebunu yaşatmak şekline, tabiî ve mâkul bir hükûmet sistemi gözüyle
bakılamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 420 -422)
Hâkimiyeti Milliye muhabirine verdiği demeçten:
Komünizm toplumsal bir meseledir. Memleketimizin
hali, memleketimizin toplumsal şartları, dinî ve millî ananelerinin kuvveti
Rusya’daki komünizmin bizce tatbikine müsait olmadığı kanaatini doğrular bir
mahiyettedir. Son zamanlarda memleketimizde komünizm esasları üzerine teşekkül
eden partiler de bu hakikati tecrübe ile kavrayarak faaliyetlerini durdurma
lüzumuna kani olmuşlardır. Hattâ bizzat Rusların düşünürleri dahi, bizim için
bu hakikatin meydana çıkmasına boyun eğmiş bulunuyorlar.
1921 (Atatürk’ün S.D. III, s. 20)
Petit Parisien muhabirine Bursa’da verdikleri demeçten:
Biz ne bolşevikiz, ne de komünist; ne biri, ne
diğeri olamayız. Çünkü, biz milliyetperver ve dinimize hürmetkârız. Özetle,
bizim hükûmet şeklimiz tam bir demokrat hükûmetidir ve dilimizde bu hükûmet,
“halk hükûmeti” diye anılır. Bu hükûmet, doğrudan doğruya milletin arzularını
tatmine hizmet eder ve millet ve memleketin idaresine bizzat sahiptir. Bu
itibarla kendi mukadderatını kendisi tâyin eder. İdarî teşkilâtlarımızın
hepsinde tatbik edilecek olan usul de budur.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 51-52)
Amerikalı kadın gazeteci Gladys Baker’e verdiği demeçten:
Türkiye’de bolşeviklik olmayacaktır. Çünkü Tük
hükûmetinin ilk gayesi, halka hürriyet ve saadet vermek, askerlerimize olduğu
kadar, sivil halkımıza da iyi bakmaktır.
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935)
5. 8. 1929 gecesi Eskişehir garında Sakarya gazetesi başmuharririne
verdikleri demeçten:
Türk milletinin toplumsal düzenini bozmaya yönelen
didinmeler, boğulmaya mahkûmdur. Türk milleti, kendinin ve memleketin yüksek
menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu, alçak, vatansız ve milliyetsiz
beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlayamayacak ve onlara
müsamaha edecek bir topluluk değildir. O, şimdiye kadar olduğu gibi doğru yolu
görür. Onu yolundan saptırmak isteyenler ezilmeye, kahredilmeye mahkûmdur. Bu
hususta köylü, işçi ve bihassa kahraman ordumuz candan beraberdir. Bunda
kimsenin şüphesi olmasın!
1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı : 65, s. 4791)
Memleket ve millet hizmetlerinde baş olmak
isteyenlerin ilham kaynağı, milletin hakikî hisleri ve emelleridir. Bizim
anılmaya değer bir hareketimiz varsa, o da milletin duygu ve eğilimlerinde
varlığına temas etmeye çalışmaktan ibarettir. Her türlü muvaffakiyet sırrının,
her nevi kuvvetin, kudretin hakiki kaynağının, milletin kendisi olduğuna
kanaatimiz tamdır.
1925 (M.E.İ.S.D.I, s. 26)
1924 Eylül ayında Samsun TicaretMektebi’nde öğretmenler tarafından şereflerine
verilen çaydaki konuşmasından :
Söz söyleyen arkadaşlarımızdan biri bana, nereden
ilham ve kuvvet aldığımı sordu. Arkadaşlarımızın sorduğu ilham ve kuvvet
kaynağı, milletin kendisidir. Milletin müşterek eğilimi, umumî fikri olduğunu
inkâr edenler de vardır. Bu gibileri hepiniz çok işitmişsinizdir.Bu gibiler
memleket ve milletle alâkasız, gafil insanlardır. Memleketimizin ve
milletimizin başına gelmiş olan bunca felâketler hiç şüphe etmemelidir ki, bu
gafil insanların memleketin talihini ve iradesini ellerinde tutmuş olmalarından
ileri gelmiştir.
Bir topluluğun mutlaka ortaklaşa bir fikri vardır.
Eğer bu, her zaman dile getirilemiyor ve belirtilemiyorsa onun yokluğuna karar
verilmemelidir. O, yapılan işlerde mutlaka mevcuttur. Varlığımızı, bağımsızlığımızı
kurtaran bütün işler ve hareketler, milletin müşterek fikrinin, arzusunun,
azminin yüksek belirtisinden başka bir şey değildir.
1924 (Atatürk’ün M.A.D., s. 21-22)
Biz, ilhamlarımızı, gökten ve görünmez âlemden
değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz. Bizim yolumuzu çizen,
içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler
tarihinin binbir facia ve ıstırap kaydeden yapraklarından çıkardığımız
neticelerdir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 389)
Ben, ne düşündüklerinizi bilen, ne hissettiklerinizi
duyan, ne dertleriniz olduğunu anlayan bir arkadaşınız, bir kardeşiniz olmakla
iftihar etmekteyim. Bildiğim, duyduğum, anladığım bu şeylerin esası sizlerde,
büyük kalplerinizde mevcut olan cevherdir. Bu kıymetli cevherdir ki, bu milleti
kazadan belâdan, yok olmanın felâketinden kurtardı ve milletin en kuvvetli
dayanak temeli oldu. Sizler için, memleket için, her taraftan çiğnenen vatanı
kurtarmak için, diğer arkadaşlarla beraber hizmete atılmaklığım, bana
başarımıza güvenmek cesaretini veren, hep sizlerin kalp ve vicdanlarınızdaki
duyguları bilmemdendi.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 130)
Bu millet, gerçek eğilimine zıt düşünceye sapanlara
iltifat etmemektedir. Bununla bugün çok övünüyorum. Bundaki isabetin sırrını
izah için derhal söylemeliyim ki, bizim ilham kaynağımız doğrudan doğruya büyük
Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima olacaktır. Bütün sıcaklığı, verimi,
kuvveti millî vicdandan aldıkça, bütün teşebbüslerimizde milletin sağduyusunu
rehber saydıkça şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da milleti doğru
hedeflere eriştireceğimize imanımız tamdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, S. 214)
Giriştiğiniz büyük işlerde, milletimizin yüksek
kabiliyet ve yüksek sağduyusu başlıca rehberimiz ve başarı kaynağımız olmuştur.
Bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek kendisine zarar verenlere
karşı kırgınlığı derin olan milletimizin, kendi uğrunda esaslı ve hayırlı
çalışma gösterenlere karşı da nihayetsiz bağlılığı ve değerbilirliği söz
götürmez. Bu büyük millet, arzu ve istidadının yöneldiği istikametleri görmeye
çalışan ve görebilen evlâdını daima takdir ve himaye etmiştir.
1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 337)
Şahsınıza ait bir buluşun
başkaları tarafından kullanılmasından ve mesut neticelerin isminize değil,
mensup olduğunuz cemiyete ve millete mal edilmesinden endişeniz olmasın; millet
bunun kadrini bilir. Millet sevgisi kadar büyük mükâfat yoktur. İstiklâl
Harbi’nde benim de milletime ettiğim birtakım hizmetler olmuştur, zannederim.
Fakat, bunlardan hiçbirini kendime mal etmedim; yapılanın hepsi milletin
eseridir, dedim. Aranacak olursa, doğrusu da budur. Mazide sayısız medeniyet
kurmuş bir ırkın ve milletin çocukları olduğumuzu ispat etmek için, yapmamız
lâzım gelen şeylerin hepsini yaptığımızı ileri süremeyiz; bugüne ve yarına bırakılmış
daha birçok büyük işlerimiz vardır. İlmî çalışmalar da bunlar arasındadır. Beni
seven arkadaşlarıma tavsiyem şudur: Şahsınız için değil, fakat mensup olduğunuz
millet için elbirliği ile çalışalım; çalışmaların en yükseği budur!
(Muzaffer Göker, T.T.K. Belleten,
Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, s. 388)
Memleketimizde, gidebildiğim
her yerde, uğradığım her beldede muhterem halkımızın çok samimî, çok sıcak, çok
kalpten gösterilerini, büyük ruhlu milletimizin her yerde sevgi, güven ve
itimadını görmekle mesut ve bahtiyarım. Fakat, milletimin bu sevgisine, bu
güven ve itimadına liyakat kazandığımı iddia edemem. Bu güven ve itimada, ancak
bundan sonra da tarihe, millete, vatanıma karşı üzerime düşen namus vazifesini
en son hadde kadar yapmakla liyakat kazanmaya gayret edeceğim.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 134)
Milletimizi, şimdiye kadar söylediğim sözlerle ve
hareketlerimle aldatmamış olmakla övünç duyuyorum. “Yapacağım! Yapacağız!
Yapabiliriz!” dediğim zaman onların gerçekten yapılabileceğine
inanmıştım.Nitekim SakaryaMuharebesi başlamadan evvel “Düşmanı memleketimiz
içinde boğacağız!” demiştim.Bana, bazı mühim sayılan yerlerden müracaatlar vâki
olarak “Milleti beyhude yere kırdırmayınız” demişler; Romenlerden,
Bulgarlardan, Yunanlılardan bahsederek kurtuluşumuzu geleceğe bırakmanın uygun
olacağını söylemişlerdi. Fakat milletin kabiliyetini, imanını göz önüne alarak
onlara “Hayır, yapacağız!” demiştim. Şimdi de milleti refaha, ilerlemeye,
memleketi mutluluğa sevk etmek için mevcut kabiliyetimizi göz önüne alarak “Bunu da yapacağız!” diyorum.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 70)
Hiçbir sözümde milletime karşı geri alma durumunda
kalmadım. Onları söylerken bir hayal peşinde koşan gibi, hayal şakıyan bir şair
gibi değil, onları söylemekliğim bu milletteki kabiliyet unsurlarını
bilmekliğimden idi.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 123)
Türk milleti kahramanlıkta olduğu kadar istidat ve
liyakatte de bütün milletlerden üstündür.
(Yusuf Ziya Özer, T.T.K. Belleten,
Cilt: 3, Sayı: 10, 1939, s. 287)
Türk kuvvet ve zekâsının yenmediği ve yenemeyeceği
müşkül yoktur.
1931 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 13. 12. 1931)
Arkadaşlarından birinin “Allah sana çok ömürler versin; yoksa vah bu
milletin haline!” demesi üzerine verdiği cevap:
- Bu sözünüz beni çok
müteessir etti! Düşmanlarımız da böyle söylüyor, onlar da “Ölsün de kurduğu
eser mahvolsun” demiyorlar mı? Ve bunu beklemiyorlar mı? Niçin böyle
düşünüyorsunuz? Her şeyi niçin bana mal etmek istiyorsunuz? Ben bir eser vücuda
getirdimse milletimin kudret ve kuvvetine ve ondan aldığım ilhama dayanarak
yaptım. Sizleri konuşturdum, sizleri koşturdum, yaptım!
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 118)
Mühim bir vazifenin yapılışında benden evvel işe
girişen, millet olmuştur. Benim şu veya bu sebeple tehir ettiğim mühim vazifeyi
millet bana ihtar etmiş ve yaptırmıştır. Bunu, milletin müşterek ruhundaki
yükseklik ve erginliğe parlak bir misal olarak anmalıyım.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ. S., s.44)
Halkımız yüksek bilinçlidir, her türlü ilerlemeye
yetenekli ve lâyıktır, fedakardır, hürmete değerdir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 191)
Benim için en büyük korunma noktası ve şefaat
kaynağı, milletimin sinesidir.
1919 (Reşit Paşa’nın Hatıraları, s. 86)
Büyük hâdiseleri, yapılan işleri bir ferde mal
etmek, milletin hakkına saygısızlık ifade eden bir görüş tarzı olur.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hu-
susiyetleri, 1955, s. 51)
Bu millet, kılı kıpırdamadan dava uğruna ve benim
uğruma, canını vermeye hazır olmasaydı ben, hiçbir şey yapamazdım.
(Behçet Kemal Çağlar, Yücel Mec,
Cilt: XIII, Sayı: 78, 1941, s. 268)
Ben, binbir müşkül karşısında yılacak bir insan olsa
idim büyük işlerin rehberliğinde, milletim beni yaya bırakırdı. Milletimin iyi
niyetine daima minnettarım.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B. s.21)
DİN VE İSLAM DİNİ
Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına
imkân yoktur. Yalnız şurası var ki, din Allah ile kul arasındaki bağlılıktır.
1930
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955 s. 116)
Din vardır ve lâzımdır.
(Asaf
İlbay, Tan gazetesi, 13. 7. 1949)
Din, bir vicdan meselesidir.Herkes vicdanının emrine uymakta
serbesttir, hürdür. Biz dine saygı gösteririz. Düşünüşe ve düşünceye muhalif
değiliz. Biz, din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor,
kaste ve fiile dayanan bağnaz hareketlerden sakınıyoruz ve buna asla meydan
vermeyeceğiz.
(Asaf
İlbay, Tan gazetesi, 13.7.1949)
Ey arkadaşlar! Tanrı birdir, büyüktür; tanrısal inanışların
belirtisine bakarak diyebiliriz ki: İnsanlar iki sınıfta, iki devirde mütalâa
olunabilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir,
beşeriyetin erginlik ve olgunluk devridir.
İnsanlık birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir
genç gibi yakından ve maddî vasıtalarla kendisiyle meşgul olunmayı gerektirir.
Allah, kullarının lâzım olan olgunlaşma noktasına erişinceye kadar içlerinden
vasıtalarla dahi kullarıyla meşgul olmayı tanrılık özelliğinin gereklerinden
saymıştır. Onlara Hazreti Âdem Aleyhisselâm’dan itibaren bilinen ve bilinmeyen
sayısız denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve elçiler göndermiştir. Fakat
Peygamberimiz vasıtasıyla en son dini, medenî gerçekleri verdikten sonra artık
insanlıkla aracı ile temasta bulunmaya lüzum görmemiştir. İnsanlığın kavrayış,
aydınlanış ve olgunlaşma derecesi, her kulun doğrudan doğruya, tanrısal
ilhamlarla temas kabiliyetine eriştiğini kabul buyurmuştur ve bu sebepledir ki,
Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en eksiksiz
kitaptır.
1922
(Nutuk III, s. 1241)
Muhammed Mustafa, peygamber olmadan evvel kavminin sevgisine,
hürmetine, itimadına erişti. Ondan sonra ancak kırk yaşında nübüvvet ve kırküç
yaşında risalet geldi. Fahriâlem Efendimiz, sonsuz tehlikeler içinde, tükenmez
mihmetler ve meşakkatler karşısında yirmi sene çalıştı ve İslâm dinini tesise
ait peygamberlik vazifesini yapmaya muvaffak olduktan sonra gökyüzünün ve
cennetin en yüksek katına erişti.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 262-263)
1923
yılında Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde minberden söylemiştir:
Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara
dinî gerçekleri bildirmeye memur ve elçi olmuştur. Ana kanunu, hepimizce
malûmdur ki, şanı büyük olan yüce Kuran’daki naslardır. İnsanlara feyz nuru
vermiş olan dinimiz, son dindir, en eksiksiz dindir; çünkü dinimiz akla,
mantığa, gerçeğe tamamen uyuyor ve uygun düşüyor. Eğer akla, mantığa ve gerçeğe
uymasaydı, bununla diğer ilâhî tabiat kanunları arasında tezat olması
gerekirdi; çünkü bütün evren kanunlarını yapan Cenab-ı Haktır.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 94)
Hz.
Muhammed’i, yüksek kişiliğine yaraşır şekilde belirtemeyen bir eser hakkında
söylemiştir:
Muhammed’i bana, cezbeye tutulmuş sönük bir derviş gibi
tanıttırmak gayretine kapılan bu gibi cahil adamlar, onun yüksek şahsiyetini ve
başarılarını asla kavrayamamışlardır. Anlamaktan da çok uzak görünüyorlar.
Cezbeye tutulmuş bir derviş, Uhud Muharebesi’nde en büyük bir komutanın
yapabileceği bir plânı nasıl düşünür ve tatbik edebilir? Tarih, gerçekleri
değiştiren bir sanat değil, belirten bir ilim olmalıdır. Bu küçük harpte bile
askerî dehâsı kadar siyasî görüşüyle de yükselen bir insanı, cezbeli bir derviş
gibi tasvire yeltenen cahil serseriler, bizim tarih çalışmamıza katılamazlar.
Muhammed, bu harp sonunda çevresindekilerin direnmelerini yenerek ve kendisinin
yaralı olmasına bakmayarak, galip düşmanı takibe kalkışmamış olsaydı, bugün
yeryüzünde Müslümanlık diye bir varlık görülemezdi.
1930 (fiemsettin Günaltay, Ülkü Der-
gisi, Cilt : 9, Sayı: 100, 1945, s. 3)
O, Allahın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde bugün
milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonuca kadar O,
ölümsüzdür.
1926
(Ali Rıza Ünal, Atatürk Hakkındaki Anılarım, Türki-
ye
Harb Malûlü Gaziler Dergisi, Sayı: 158, 1969, s.23)
Musa, cahiliyet devrinde “Evâmir-i aşere”*siyle insanlığa
fazilet dersleri vermiştir. Musa ile Muhammed’in arasını asırlar doldurmuştur.
İnsanlık son bedeviyet devrinde, ne de olsa ilerlemiştir. Hazret-i Muhammed,
Musa devrinin din telâkkilerindeki hurafeleri kısmen atmaya muvaffak olmuştur.
(Asaf
İlbay, Tan gazetesi 13. 7. 1949)
Büyük bir inkılâp yaratan Muhammed’e karşı beslenilen sevgi,
ancak onun ortaya koyduğu fikirleri, esasları korumakla tecelli etmek gerekti.
Peygamber ölür ölmez düşünülecek şey, onu bir an evvel toprağa tevdi etmek
değil, yaratmış olduğu inkılâbı emniyet altına almaktı. Bu da, yerine evvelâ
inkılâbı kavramış en yakın bir arkadaşını geçirerek baş gösterecek tehlikeleri
önlemekle olurdu. İnkılâbı kavramış ve ona bütün varlığıyla bağlanmış böyle bir
halef seçtikten sonradır ki onun defni düşünülebilirdi. O zaman, beş on akraba
ile değil, bütün kendisine bağlananların iştirakiyle ve şanına lâyık bir
törenle fâni nâşı ebedî istirahat yerine tevdi olunurdu... Ne Ali, ne de diğer
Hâşimoğulları bunu düşünemediler. Bu hakikati o zaman ancak üç büyük insan
kavramıştır: Ebubekir, Ömer ve Ebu Ubeyde. Tarih olaylarının gelişimi,
Müslümanlığın bu üç büyük insanın teşebbüsleri ve azimleriyle kurtulmuş
olduğunu meydana koymuştur. İnkılâbın bu üç siması, yaratıcısı kadar büyük
insanlardır.
1930 (fiemsettin Günaltay, Ülkü Der-
gisi, Cilt: 9, Sayı: 100, 1945, s. 4)
Bizim dinimiz, en mâkul ve en tabiî bir dindir. Ve ancak
bundan dolayıdır ki son din olmuştur. Bir dinin tabiî olması için akla, fenne,
ilme ve mantığa uyması lâzımdır. Bizim dinimiz bunlara tamamen uygundur.
Müslümanların toplumsal hayatında, hiç kimsenin özel bir sınıf halinde
mevcudiyetini muhafazaya hakkı yoktur. Kendilerinde böyle bir hak görenler,
dinî emirlere uygun harekette bulunmuş olmazlar. Bizde ruhbanlık yoktur,
hepimiz eşitiz ve dinimizin hükümlerini eşit olarak öğrenmeye mecburuz. Her
fert dinini, din duygusunu, imanını öğrenmek için bir yere muhtaçtır; orası da
mekteptir.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 90)
Müslümanlık, aslında en geniş mânasıyla müsamahalı ve çağdaş
bir dindir.
(Atatürk’ten
B.H., s. 70)
Kendisine,
1923 yılında armağan olarak küçük boyda bir Kuran gönderilmesi üzerine
teşekkürü:
Bence kıymetini takdire imkân olmayan bu hediyeyi, en derin
ve hürmetkâr din duygularımla muhafaza edeceğim.
1923
(Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 480-481)
Büyük dinimiz, çalışmayanın insanlıkla alâkası olmadığını
bildiriyor. Bazı kimseler zamanın yeniliklerine uymayı kâfir olmak sanıyorlar.
Asıl küfür, onların bu zannıdır. Bu yanlış yorumu yapanların amacı, İslâmların
kâfirlere esir olmasını istemek değil de nedir? Her sarıklıyı hoca sanmayın,
hoca olmak sarıkla değil, beyinledir.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 128)
Allahın emri çok çalışmaktır. İtiraf ederim ki,
düşmanlarımız çok çalışıyor. Biz de onlardan ziyade çalışmaya mecburuz.
Çalışmak demek, boşuna yorulmak, terlemek değildir. Zamanın icaplarına göre
ilim ve fen ve her türlü medeniyet buluşlarından azamî derecede istifade etmek
zorunludur. Hepimiz itirafa mecburuz ki, bu husustaki hatalarımız çok büyüktür.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 92)
Bizim dinimiz, milletimize değersiz, miskin ve aşağı olmayı
tavsiye etmez. Aksine Allah da, Peygamber de insanların ve milletlerin değer ve
şerefini muhafaza etmelerini emrediyor.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 92)
Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır.
Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir
edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa, halkın menfaatine uygundur; biliniz
ki o, bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine,
İslâmın menfaatine uygunsa kimseye sormayın; o şey dinîdir. Eğer bizim dinimiz
aklın, mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 127)
Türk milleti daha dindar olmalıdır, yani bütün sadeliği ile
dindar olmalıdır demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam,
buna da öyle inanıyorum. Bilince aykırı, ilerlemeye mâni hiçbir şey içermiyor.
Halbuki Türkiye’ye bağımsızlığını veren bu Asya milletinin içinde daha karışık,
sun’i, bâtıl itikatlardan ibaret bir din daha vardır. Fakat bu konuda yeterli
bilgisi olmayanlar, bu âcizler sırası gelince, aydınlanacaklardır. Onlar ışığa
yaklaşamazlarsa, kendilerini yitirmiş ve mahkûm etmişler demektir; onları
kurtaracağız.
1923
(Atatürk’ün S.D.III, s. 70)
Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete maliktir.
Bu faziletleri hiçbir kuvvet, milletimizin kalp ve vicdanından çekip
alamamıştır ve alamaz.
1922
(Atatürk’ün S.D.II, s. 66-67)
Hutbe demek halka hitap etmek, yani söz söylemek demektir.
Hutbenin mânası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım kavram ve mânalar
çıkarılmamalıdır. Halkı, genel durumdan haberdar etmek son derecede
ehemmiyetlidir. Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın beyni çalışma
halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri
reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Hutbelerin halkın
anlayamayacağı bir dilde olması ve onların da bugünkü gerek ve ihtiyaçlarımıza
temas etmemesi, Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle
gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat, ahalinin aydınlanması ve
doğru yolun gösterilmesidir; başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hattâ bin sene
evvelki hutbeleri okumak, insanları bilgisizlik ve gaflet içinde bırakmak
demektir. Hutbe okuyanların herhalde halkın kullandığı dille görüşmesi gereklidir.
Geçen sene Millet Meclisi’nde söylediğim bir nutukta demiştim ki “Minberler,
halkın beyinleri, vicdanları için bir verim kaynağı, bir nur kaynağı olmuştur”.
Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması,
fen ve ilim gerçeklerine uygun olması lâzımdır. Hutbe okuyanların, siyasî
durumu, toplumsal ve medenî durumu her gün takip etmeleri zorunludur. Bunlar
bilinmediği takdirde halka yanlış öğretilmiş olur. Bundan ötürü hutbeler
tamamen Türkçe ve zamanın gereklerine uygun olmalıdır ve olacaktır.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 95-96)
Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhî, ahlâkî gıdalarına
en yüksek, en verimli kaynaklardır. Minberlerden halkın anlayabileceği dille
ruh ve beyne hitap olunmakla Müslümanların vücudu canlanır, beyni temizlenir,
imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur. Fakat buna karşılık hutbe okuyanların
taşımaları gereken ilmî özellikler, özel liyakat ve dünya durumunu anlayıp
bilme, önemlidir.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 225)
Camiler, birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için
yapılmamıştır. Camiler, itaat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler
yapılmak lâzım geldiğini düşünmek, yani danışmak için yapılmıştır.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 94)
Ezan ve Kuran’ı Türklerden başka hiçbir Müslüman milleti bu
kadar güzel okuyamaz. Bunlara muhteşem müzik ahengi veren Türk sanatkârlarıdır.
1933
(Abdülkadir, İnan, İki Hatıra, Türk
Dili
Dergisi, TDK, sayı: 74, 1957, s. 66)
Kuran’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa olarak
Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın tercüme
edilmesi için de emir verdim. Halk, tekrarlanmakta bulunan bir şey mevcut
olduğunu ve din işleriyle ilgili kimselerin derdi ancak kendi karınlarını
doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsinler.
1930 (Atatürk’ün S.D. III, s. 85;
Ayın Tarihi, N: 73, 1930)
Her şeyden evvel şunu, en basit bir dinî gerçek olarak
bilelim ki, bizim dinimizde bir özel sınıf yoktur. Ruhbaniyeti reddeden bu din,
inhisarı kabul etmez. Meselâ din âlimleri; mutlaka aydınlatmak vazifesi bu bilginlere
ait olmadıktan başka dinimiz de bunu kat’iyetle meneder. O halde biz diyemeyiz
ki, bizde bir özel sınıf vardır; diğerleri dinen aydınlatmak hakkından
mahrumdur. Böyle düşünürsek kabahat bizde, bizim bilgisizliğimizdedir. Hoca
olmak için yani dinî gerçekleri halka öğretmek için, mutlaka ilmî kıyafet şart
değildir. Bizim yüce dinimiz, her Müslüman erkek ve kadına araştırmayı farz
kılıyor ve her Müslüman, bu dine bağlananları aydınlatmakla vazifelidir.
Bir fikri daha düzeltmek isterim.Milletimizin içinde gerçek
din âlimleri, âlimlerimiz içinde milletimizin gerçekten iftihar edebileceği din
bilginlerimiz vardır. Fakat bunlara mukabil, ilmî kıyafet altında ilim
gerçeğinden uzak, gereği kadar okuyup öğrenmemiş, ilim yolunda yeteri kadar
ilerleyememiş hoca kıyafetli cahiller de vardır. Bunların ikisini birbirine
karıştırmamalıyız.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 144)
Nasıl ki her hususta yüksek meslek ve ihtisas sahipleri
yetiştirmek lâzım ise, dinimizin felsefî gerçeğini inceleme, araştırma ve
telkin bakımından ilmî ve fennî kudrete sahip olacak seçkin ve hakikî din
bilginleri de yetiştirecek yüksek müesseselere malik olmalıyız.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 90)
Cumhuriyet Hükûmeti’mizin bir Diyanet İşleri Başkanlığı
makamı vardır. Bu makama bağlı müftü, hatip, imam gibi görevli birçok memurları
bulunmaktadır. Bu vazifeli kişilerin ilimleri, faziletleri derecesi malûmdur.
Ancak burada* vazifeli olmayan birçok insanlar da görüyorum ki, aynı kıyafeti
giymekte devam etmektedirler. Bu gibiler içinde çok cahil, hatta okuma yazması
olmayanlara tesadüf ettim. Bilhassa bu gibi bilgisizler, bazı yerlerde halkın
mümessilleri imiş gibi onların önüne düşüyorlar. Halkla doğrudan doğruya temasa
âdeta bir mâni teşkil etmek sevdasında bulunuyorlar. Bu gibilere sormak istiyorum:
“Bu vaziyet ve yetkiyi kimden, nereden almışlardır?” Millete hatırlatmak
isterim ki, bu lâubaliliğe müsaade etmek asla doğru değildir. Herhalde yetki
sahibi olmayan bu gibi kişilerin, görevli olan kimselerle aynı kıyafeti
taşımalarındaki mahzur bakımından hükûmetin dikkatini çekeceğim.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, S. 215-216)
Tekkeler mutlaka kapanmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti, her
şubede doğru yolu gösterecek kudrete sahiptir. Hiçbirimiz tekkelerin uyarmasına
muhtaç değiliz. Biz medeniyetten, ilim ve fenden kuvvet alıyoruz ve ona göre
yürüyoruz. Başka bir şey tanımayız. Doğru yoldan sapmışların gayesi, halkı
kendinden geçmiş ve abdal yapmaktır. Halbuki halkımız, abdal ve kendinden
geçmiş olmamaya karar vermiştir.Bunlar basit bir iş görünür; fakat ehemmiyeti vardır.
Biz dünya ailesi içinde medenîyiz. Her görüş noktasından medeniyetin
gereklerini tatbik edeceğiz.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün fi.D.K. ve İ.S.s.68)
Ölülerden yardım istemek, medenî bir toplum için ayıptır.
Mevcut tarikatların gayesi kendilerine bağlı olan kimseleri dünyevî ve manevî
olan hayatta saadete eriştirmekten başka ne olabilir? Bugün ilmin, fennin,
bütün genişliğiyle medeniyetin alevi karşısında filân veya falan şeyhin yol
göstermesiyle maddî ve manevî mutluluk arayacak kadar ilkel insanların Türkiye
topluluğunda varlığını asla kabul etmiyorum. Efendiler ve ey millet, iyi
biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, mensuplar
memleketi olamaz. En doğru ve en gerçek tarikat, medeniyet tarikatıdır.
1925
(Atatürk’ün S.D.II, S. 215)
Bizi yanlış yola sevk eden habisler bilirsiniz ki, çok kere
din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep şeriat sözleriyle aldata
gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti
mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar hep din kisvesi altındaki küfür ve
kötülükten gelmiştir. Onlar her türlü hareketi dinle karıştırırlar. Halbuki,
elhamdülillah hepimiz Müslümanız, hepimiz dindarız; artık bizim, dinin
gereklerini öğrenmek için şundan bundan derse ve akıl hocalığına ihtiyacımız
yoktur. Analarımızın, babalarımızın kucaklarında verdikleri dersler bile, bize
dinimizin esaslarını anlatmaya kâfidirler.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 127)
“Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır” kuralını
bayrak olarak eline alan kimselerden, iyi niyet beklenebilir miydi? Bu bayrak,
asırlardan beri, cahil ve bağnazları, hurafelere inananları aldatarak hususî
maksatlar teminine kalkışmış olanların taşıdıkları bayrak değil miydi? Türk
milleti, asırlardan beri nihayetsiz felâketlere, içinden çıkabilmek için büyük
fedakârlıklar gerektiren pis bataklıklara hep bu bayrak gösterilerek
yöneltilmemiş miydi?
Cumhuriyetçi ve ilerici olduklarını zannettirmek
isteyenlerin, aynı bayrakla ortaya atılmaları, dinî bağnazlığı coşturarak,
milleti, cumhuriyetin, ilerleme ve yeniliğin tamamen aleyhine teşvik etmek
değil miydi? Yeni parti, dinî düşünce ve inançlara saygı perdesi altında: Biz
hilâfeti tekrar isteriz; biz yeni kanunlar istemeyiz; bizce Mecelle kâfidir;
medreseler, tekkeler, cahil softalar, şeyhler, müritler, biz sizi himaye
edeceğiz; bizimle beraber olunuz. Çünkü, Mustafa Kemal’in partisi hilâfeti
kaldırdı. İslâmiyeti bozuyor. Sizi gavur yapacak, size şapka giydirecektir diye
bağırmıyor muydu! Yeni partinin kullandığı formül, bu gerici feryatlarla dolu
değildir denilebilir mi?
1927
(Nutuk II, s. 889-890)
Bunca asırlarda olduğu gibi, bugün de, milletlerin
bilgisizliğinden ve bağnazlığından istifade ederek binbir türlü siyasî ve şahsî
maksat ve menfaat temini için, dini âlet ve vasıta olarak kullanmak
teşebbüsünde bulunanların, içerde ve dışarda varlığı, bizi bu konuda söz
söylemekten, ne yazık ki, henüz uzak bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki
bilgi ve anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak gerçek bilim ve fen
ışıklarıyla arınmış ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her
yerde tesadüf olunacaktır.
1927
(Nutuk II, s. 708)
Adî ve alçak hilelerle hükümdarlık yapan halifeler ve onlara
dini âlet yapmaya tenezzül eden sahte ve imansız âlimler, tarihte daima rezil
olmuşlar, rezil edilmişler ve daima cezalarını
görmüşlerdir. Dini kendi ihtiraslarına âlet yapan hükümdarlar ve onlara
yol gösteren hoca namlı hainler, hep bu sonuca sürüklenmişlerdir. Böyle yapan
halife ve din bilginlerinin arzularına kavuşamadıklarını, tarih bize sonsuz misallerle izah ve ispat
etmektedir. Artık bu milletin ne öyle hükümdarlar, ne öyle âlimler görmeye
tahammülü ve imkânı yoktur. Artık kimse, öyle hoca kıyafetli sahte âlimlerin
yalan dolanına ehemmiyet verecek değildir. En cahil olanlar bile o gibi adamların
mahiyetini gerektiği gibi anlamaktadır. Fakat bu konuda tam bir güven sahibi
olmaklığımız için bu uyanıklığı, bu dikkati, onlara karşı bu nefreti, hakikî
kurtuluş anına kadar bütün kuvvetiyle, hattâ artan bir kararlılıkla muhafaza ve
devam ettirmeliyiz. Eğer onlara karşı, benim şahsımdan bir şey anlamak
isterseniz, derim ki, ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi yönde
atacakları bir adım, yalnız benim şahsî imanıma değil, yalnız benim gayeme
değil, o adım benim milletimin hayatıyla ilgili, o adım milletimin hayatına
karşı bir kasıt, o adım milletimin kalbine yöneltilmiş zehirli bir hançerdir.
Benim ve benimle aynı fikirde arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka ve mutlaka o
adımı atanı tepelemektir.
fiüphe yok ki, millet birçok fedakârlık, birçok kan pahasına,
en sonunda elde ettiği hayatî ilkesine kimseyi tecavüz ettirmeyecektir. Bugünkü
hükûmetin, meclisin, kanunların, Anayasa’nın nitelik ve sebebi hep bundan
ibarettir. Sizlere bunun da üstünde bir söz söyleyeyim. Farzımuhal eğer bunu
temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek meclis olmasa, öyle menfi adım
atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine
tepeler ve yine öldürürüm.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 146)
FERT TOPLUM VE MİLLET YAŞAMI
Her şeyin koruyucusu, insan cemiyetidir. Bizi koruyan, refah
içinde yaşatan, toplumdur. Bu sebeple topluma ehemmiyet vermek, onu
kuvvetlendirmek ve yaşatmak lâzımdır. Bunun için her türlü gelişme, huzur ve
güven kaynağı toplumdur.
1932 (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk
ve Millî Mücadele Tarihi, s. 305)
Bir toplulukta kıymet ve kuvvet, onu kuran fertlerin
kendilerini kıymet ve kuvvet saymalarındadır. Ancak bu gibi fertlerden kurulmuş
olan toplumlardır ki, yekpare kıymet, kudret manzarası gösterebilirler.
İnsanlar, dünya yüzünde insan sıfatını aldıkları, tarihten
önceki zamandan bugüne kadar, yalnız yaşayamayan ve mutlaka topluluk halinde
yaşamak doğal kaderinde yaratılmış
olduklarını bilmelidirler. İşte bu itibarla hepimiz söyleriz, hepimiz şerefleniriz,
hepimiz bu şerefi kendimize bağlayabiliriz; fakat hakikat şudur ki her ferdî
şeref ve haysiyet ve kahramanlık hiçbir ferdin değildir, bütün bu fertlerden
meydana gelen toplumundur.
Bu toplum içinde bilhassa şeref kademeleri yapmak hatadır.
Kuvvet kademeleri yapmak; bu ise o toplumun yapabileceği şey değildir, o
toplumun bilinci dışında onun doğurabileceğinde ve doğurabileceklerinde
belirirse, toplum kendinden doğmuş olan bu vaziyetlere karşı yadırgamaz.
1937
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B. s. 88-90)
Milleti uzun asırlar dalgın bırakan çeşitli sebepler
arasında hakikî noktayı, bir kelime ile ifade etmiş olmak için diyebilirim ki,
bütün yoksulluklarımızın kesin sebebi, zihniyet meselesidir. İnsanlar ve
insanlardan meydana gelen topluluklar her şeyden evvel bütün fertleriyle doğru
bir zihniyete sahip olmalıdırlar. Zihniyeti zayıf, çürük, hasta olan bir
toplumun bütün çalışması boşadır.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 138)
Uzun asırların uyuşturucu idare ve eğitiminin, bir toplumu,
bir günde, bir senede serbest bırakabileceğini düşünmek ve kabul etmek doğru
değildir. Bu sebeple, tabiat ve hakikati bilenler, elinden geldiği kadar,
mensup olduğu milleti aydınlatıp doğru yolu göstererek, onlara, kurtuluş
hedefine yürümekte rehberlik yapmayı en büyük insanlık vazifesi bilmelidirler.
1927
(Nutuk I, s. 359-360)
Bir millet, bir memleket için kurtuluş, esenlik ve
muvaffakiyet istiyorsak bunu yalnız bir şahıstan hiçbir vakit istememeliyiz.
Umumî kurtuluşu, gene umumî gayret temin eder ve bir millet, bir toplum yalnız
bir ferdin gayretiyle bir adım bile atamaz.
(M. Turhan Tan, Ata Sözü, En
Büyük Kaybımız, s. 93 - 94)
En iyi fertler, kendinden ziyade mensup olduğu toplumu
düşünen, onun varlığının ve mutluluğunun korunmasına hayatını veren
insanlardır.
1930
(Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı:82-83, 1931)
Hakların en birincisi, yaşamak hakkıdır. Diğer bütün haklar
ve bu haklara mukabil vazifeler, hep yaşamak hakkına dayanır. Bugünkü hukuk,
insanları, her kim olursa olsun, herhangi memlekette bulunursa bulunsun,
yaşamak hakkına sahip sayar. Şüphe yok, bir insanın yaşamak hakkı, onu
diğerlerinin yaşamak hakkına saygı göstermek vazifesiyle bağlar. Bu fikri daha
açık ifade edelim: Bir insanın hakkı, diğer bir insan için vazife olur ve yine
bir insanın vazifesi de diğer insanın hakkı demektir. Hak, salâhiyet dediğimiz
zaman hemen aynı şeyleri anladığımız gibi vazife, mecburiyet, yükümlülük,
vecibe, borç da birbirinden ayrılmayan şeylerdir. Anlıyoruz ki, hakkın
bulunduğu yerde vazife ve vazifenin bulunduğu yerde hak vardır. Yani, her insan
aynı zamanda hem kendine ait birtakım haklara sahiptir, hem de başkalarına ait
hakların kendine yüklediği birtakım vazifelere sahiptir.
İnsanlar, toplumsal hayatta haklardan ve vazifelerden
örülmüş bir şebeke içinde tasavvur olunabilir. İnsanlar, insan kaldıkça bu
şebekeden çıkamazlar. Şunu da bilmelidir ki, bu söylediğimiz esas, insaniyetin
tarihine nispetle yenidir ve hatta denilebilir ki, bu esas istenildiği derecede
tam, kesin, mutlak olarak bütün insaniyetin ruhuna henüz girmemiştir.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 43)
Bütün insanlar, bir toplumsal vücudun azalarıdır ve bu
sebeple birbirine bağlıdır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları,s. 522)
Başkasına olan bir iyilik bize de iyiliktir; başkasına olan
kötülük bize de kötülüktür. Bu sebeple iyiliği sevmek ve kötülükten kaçınmak
lâzımdır. Yaptığımız işler, etrafımızda sevinçler veya acılar halinde akisler
uyandırır; bu hal bize vicdan vazifeleri duyurur. Bağlılık, bizi başkaları için
hoşgörülü yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek ekseriya
beraber suçlu olduğumuzu gösterir. Özetle, bağlılık, “herkes, kendi için”
yerine “herkes, herkes için” düşüncesini koyar. Bu düşünce toplumsaldır,
millîdir, geniş ve yüksek mânasıyla insanîdir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları,s. 73; 529-531)
Muhtelif inanışlı kimseler, birbirlerine kin, nefret
besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlara ve hatta sadece birbirlerine
acıyorlarsa, bu gibi kimselerde hoşgörü yoktur; bunlar bağnazdırlar. Hoşgörü o
kimsede vardır ki, vatandaşının veya herhangi bir insanın vicdanî inanışlarına
karşı, hiçbir kin duymaz; bilâkis hürmet eder. Hiç olmazsa, başkalarının,
kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. Hoşgörü
budur. Fakat, hakikati söylemek lâzım gelirse diyebiliriz ki, hürriyeti
hürriyet için sevenler, hoşgörü kelimesinin ne demek olduğunu anlayanlar, bütün
dünyada pek azdır. Her yerde umumî olarak geçerli olan bağnazlıktır. Her yerde
görülebilen barış manzarasının temeli, bağnazlık ile hür fikrin, birbirine
karşı kin ve nefreti üstündedir. Temelin
devrilmemesi, kin ve nefret zeminindeki dengeyi tutan fazla kuvvet
sayesindedir. Bu söylediklerimizden şu netice çıkar ki, aramızda, hürriyet
engellerinin ortadan kalktığına, bizim gibi düşünen ve hissedenlerle birlikte
yaşadığımıza hüküm vermek müşküldür. O halde görülen, hoşgörü değil, zaafın
dermansız bıraktığı bağnazlıktır.
Şüphesiz, fikirlerin, inançların başka başka olmasından,
şikayet etmemek lâzımdır. Çünkü, bütün fikirler ve inançlar, bir noktada birleştiği
takdirde, bu hareketsizlik belirtisidir, ölüm işaretidir. Böyle bir hal elbette
arzu edilmez. Bunun içindir ki gerçek hürriyetçiler, hoşgörünün umumî bir
haslet olmasını temenni ederler.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları s. 509-512)
Unutmamalıdır ki, bazı insanlar geleceği, mazinin arasından
görmekte direnirler. Bunlar, alâkamızı kestiğimiz an’anelere karşı mutlaka,
bağlılığın iadesini isterler. Bu gibi insanlar, kendi inandığı gibi inanmayan
kimseleri istedikleri gibi ezemezlerse, kendilerini cenderede hissederler.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları s. 514-515)
Hoşgörünün arzu edildiği gibi, umumîleşmesi, huy haline
gelmesi fikrî terbiyenin yüksek olmasına bağlıdır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 515)
Kamuoyu, milletin içinden taşan bir, değişik fikirler
denizidir. O denizde muhtelif cereyanlar, muhtelif münakaşa dalgaları vücuda
getirir. Kamuoyu, ruhî bir âlemdir. Orada seyreden fikir mücadelesi, dikkatli
gözlerden gizli kalamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 59; 479-480)
Gerçek kamuoyu, hariçten kimsenin tesiri olmaksızın tabiî
olarak mevcut olan fikir ve duyguların, yine tabiî olarak yarattığı bir
havadır. Halbuki insan daima tesir altında kalır. Yalnız yeter ki bu tesir,
toplumu meydana getiren insanların hakikaten onları düşünen ve bütün varlığını
onlara veren ve adayanları tarafından yaratılsın. Bu suretle yaratılacak olan
kamuoyu, bu memleketin geleceğini temin edebilir. Yoksa, herhangi esen bir hava
ile değişebilecek bir kamuoyu içinde yaşarsak yarına itimat mümkün olmaz. Türk
milletinin sağlam bir fikre sahip olmasını temin etmek gayemizdir. Yürüdüğümüz
gerçek yolunun, milleti mutluluğa eriştiren biricik yol olduğunu anlatmak
lâzımdır. Her şeyin yapılmasına çalışırken bütün çalışmanın, bütün
teşebbüslerin üstünde Türk kamuoyunu gerçeği kavrama ve sezmeye alıştırmak, bu
hali ona tabiî hal yapmak, şuradan ve buradan gelecek günlük fikirlere ve
sahtekâr ve aldatıcı telkinlere asla ehemmiyet vermeyecek bir olgunlukta
yaratmaktır.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 24,
Sayı : 82-83, 1931)
Kamuoyu gibi gösterilmek istenilen yapay fikirler, en
nihayet, hususî fikirler gibi mütalâa olunabilir. Kıymetli ve menfaati
gerektirir görülürse göz önüne alınır; fakat, devlet idaresinde uyulması
gerekli kurallar mahiyetinde telâkki edilemezler. Umumî kıymeti olmayan
fikirlerin ve mütalâaların lüzumundan fazla ehemmiyetle karşılanmaması, o
fikirler ve mütalâalar sahiplerini üzmemelidir. Dargın hislerine mağlup olarak
serzenişlerde bulunanları mazur görsek bile, haklı bulamayız.
1925
(Atatürk’ün S.D.V, s.210)
Bu memleketin içinden ve bu memleketin evlâdından
-bilmiyorum evlâdından mıdır?- bazı insanların bütün hakikatlere göz yumarak
kamuoyuna yanlış fikirler ve istikametler göstermesi hakikaten üzüntü
vericidir. Bunu yapanlar ya çevrelerini göremeyecek kadar cahil ve ahmak, yahut
gerçeğe temas etmekten korkacak kadar alçak ruhlu kimselerdir. Her iki halde de
bu gibiler, Türk milletinin yüksek kamuoyu karşısında, hiç olmazsa utanç
duymalıdırlar.
1931
(Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 1.2.1931)
Hükûmet, tavır ve hareketlerini tanzim için, kamuoyuna
ehemmiyet verince, kamuoyu teşkilâtlanır. Kamuoyunun daima istifade
olunabilecek, hazır bir halde bulunabilmesi, onun bir teşkilâta malik olmasıyla
mümkündür. Bu teşkilât, serbest tenkit ve münakaşa sahasıdır. Bu saha daima
açık olmalı ve daima çeşitli fikirlerle beslenmelidir. Bu ise, basının gayreti
ve umumun menfaatinin her gün yeniden yeniye münakaşa edilmesiyle olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 60; 485)
Millî egemenlik esasına dayanan temsilî bir hükûmette,
kamuoyu büyük rol oynar. Basın ve toplantı hürriyetleri olmadan ve umuma ait
işler hakkında geniş bir tenkit sahası bırakılmadan, kamuoyu vazifesini yapamaz.
Millî egemenlik ve temsilî hükûmet fikrinin yayılması ve yükselmesi, ancak
kamoyunun faaliyeti ile mümkündür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün
El Yazıları, s. 59; 477-478)
Hürriyet, insanın düşündüğünü ve dilediğini mutlak olarak
yapabilmesidir. Bu tarif, hürriyet kelimesinin en geniş mânasıdır. İnsanlar, bu
mânada hürriyete, hiçbir zaman sahip olamamışlardır ve olamazlar. Çünkü
malûmdur ki insan, tabiatın mahlûkudur. Tabiatın kendisi dahi, mutlak hür
değildir; kâinatın kanunlarına tâbidir. Bu sebeple, insan ilk önce, tabiat
içinde, tabiatın kanunlarına, şartlarına, sebeplerine, âmillerine bağlıdır.
Meselâ, dünyaya gelmek veya gelmemek insanın elinde olmamıştır ve değildir.
İnsan, dünyaya geldikten sonra da, daha ilk anda, tabiatın ve birçok mahlûkların
esiridir. Himaye edilmeye, beslenmeye, bakılmaya, büyütülmeye muhtaçtır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 450)
Hürriyet olmayan bir memlekette ölüm ve çöküntü vardır. Her
ilerlemenin ve kurtuluşun anası hürriyettir.
1906
(Atatürk’ün S.D.II, s. 1)
Hürriyetten doğan buhranlar ne kadar büyük olursa olsun,
hiçbir zaman fazla baskının temin ettiği sahte güvenlikten daha tehlikeli
değildir.
1930
(Asım Us, Hatıra Notları, s.21)
Hürriyet, Türk’ün hayatıdır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s.464)
Mukadderatını, kendini zincire vuran kişilere terk eden
milletler, o kişilerin keyif ve arzularına oyuncak olmaya karar vermiş, razı
olmuş sayılırlar. Bu türlü milletler, talihlerini ellerine bıraktığı insanlar
başarı kazandıkça o insanların daha kuvvetli baskısı altında kalırlar. Başarı
kazanmazlarsa felâket, yok olma yalnız o insanlara değil, onlara tâbi olan
topluma gelir. O halde her iki ihtimalde de böyle bir millet, felâkete maruz ve
mahkûmdur.
1922
(Atatürk’ün S.D.II, s. 27)
Varlığını anlamış olan, hürriyet ile esaret farkını takdir
eden, ölümü esarete tercih eden ve bunu her gün fiilen ispat etmekte olan bir
milleti, mutlaka imha zalim arzusuna düşmek kadar dünyada vahşet düşünülebilir
mi?
1922
(Atatürk’ün S.D.II, s. 36)
Diyorsunuz ki, baskı fikri ve gericilik bir daha yer
bulamayacaktır. Ben de aynı kanaatteyim. Bunu, sizin gibi gençlerden işitmek
şeref vericidir.
1922
(Atatürk’ün S.D.II, s. 48)
Vicdan hürriyeti mutlak ve taarruz edilmez, ferdin tabiî
haklarının en mühimlerinden tanınmalıdır. Medeniyetin geri olduğu cehalet
devirlerinde, fikir ve vicdan hürriyeti tahakküm ve baskı altında idi. İnsanlık
bundan çok zarar görmüştür. Bilhassa din muhafızlığı kisvesine bürünenlerin,
gerçeği düşünebilenler, söyleyebilenler hakkında reva gördükleri zulüm ve
işkenceler, insanlık tarihinde daima kirli facialar olarak kalacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’nde, her reşit dinini seçmekte hür
olduğu gibi, muayyen bir dinin merasimi de serbesttir; yani âyin hürriyeti
korunmuştur. Tabiatıyla, âyinler asayiş ve umumî adaba aykırı olamaz; siyasî
nümayiş şeklinde de yapılamaz. Mazide çok görülmüş olan bu gibi hallere, artık,
Türkiye Cumhuriyeti asla tahammül edemez. Bir de, Türkiye Cumhuriyeti
dahilinde, bütün tekkeler ve zaviyeler ve türbeler kanunla kapatılmıştır.
Tarikatlar kaldırılmıştır. Şeyhlik, dervişlik, çelebilik, halifelik, falcılık,
büyücülük, türbedarlık vb. yasaktır. Çünkü bunlar gericilik kaynakları ve
cehalet damgalarıdır. Türk milleti, böyle müesseselere ve onların mensuplarına
tahammül edemezdi ve etmedi.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 471-472)
Çağdaş demokraside ferdî hürriyetler, hususî bir kıymet ve
ehemmiyet almıştır; artık ferdî hürriyetlere devletin ve hiç kimsenin
müdahalesi söz konusu değildir. Ancak, bu kadar yüksek ve kıymetli olan ferdî
hürriyetin, medenî ve demokrat bir millette, neyi ifade ettiği, hürriyet
kelimesinin mutlak surette düşünülebilen mânasıyla anlaşılmaz. Söz konusu olan
hürriyet, toplumsal ve medenî insan hürriyetidir. Bu sebeple ferdî hürriyeti
düşünürken, her ferdin ve nihayet bütün milletin müşterek menfaati ve devlet
mevcudiyeti göz önünde bulundurulmak lâzımdır. Diğerinin hak ve hürriyeti ve
milletin müşterek menfaati, ferdî hürriyeti sınırlar.
Ferdî hürriyeti sınırlama, devletin de âdeta esası ve
vazifesidir. Çünkü, devlet ferdî hürriyeti temin eden bir teşkilât olmakla
beraber, aynı zamanda bütün hususî faaliyetleri, umumî ve millî maksatlar için
birleştirmekle vazifelidir. “Hürriyet, başkasına zararı dokunmayacak her türlü
tasarrufta bulunmaktır” denildiği zaman vatandaş hürriyetinin, yalnız bunun
gaye olduğu, devletin bu gayeyi temin için bir vasıta sayıldığı ifade edilmiş
olur. Fakat bu vasıtadır ki, milletin umumî menfaat ve gayesini muhafaza
edecektir.
1930
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B.,s.278)
Vatandaşlar bilmelidir ki, vicdanî ve fikrî hürriyet vardır;
fakat nihayet bunlar sınırsız değildir. Ferdî hürriyet karşısında fertlerin
hepsinin kurduğu, dayandığı bir devlet, devletin de idaresi, hâkimiyeti vardır.
Fertlerin hürriyetini korumakla vazifeli olan insanların, diğer taraftan
devletin de irade ve hâkimiyetinin felçli bir hale gelmemesine çok dikkat
etmeleri lâzımdır. Fertlerin hürriyeti, devletin hâkimiyet ve iradesinin
korunmasına bağlıdır. Devlet iradesi felç olursa fertlerin hürriyetini muhafaza
edecek hiçbir kuvvet ve vasıta kalmaz. Bundan ötürü hürriyeti yalnız bir
taraflı değil, her iki taraflı düşünmek lâzımdır.
Ferdî hürriyetler mukaddestir. Bunların korunması için daima
çalışılır. Fakat bu çalışmada devletin kuvveti, otoritesi hiçe sayılırsa
-farzımuhal olarak belki bu hiçe indirilebilir- ancak bu takdirde bu gibi
insanların nihayet mutlaka başka bir devletin otoritesi altına girmek
aşağılığına düşeceklerini, yabancı bir devletin otoritesinin esaret
zincirlerini kendi elleriyle boyunlarına takmaya mecbur olacaklarını hatırdan
çıkarmamak lâzımdır.
1931 (Vakit gazetesi, 19. 2. 1931; Taha
Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 37)
Ferdî hürriyetin ne kadarından feragat edilmesi lâzım
geleceği, içinde bulunulan zamana ve memlekete göre değişir. Müstesna zamanlar,
müstesna tedbirler icap ettirebilir. Bir de hürriyetin kötüye kullanılması,
hürriyetin geçici, lâkin geniş miktarda sınırlanmasını gerektirebilir. Bütün bu
tedbirleri ve sınırlamaları tanımak lüzumu, devlet fikir ve kavramını ifade
eder. Bu hususlardaki tedbirlerin şiddetini ve hudutların genişliğini ölçmek,
büyük bir sanattır. Devlet sanatı, işte budur. Vatandaşların umumî hürriyet ve
saadeti için, fertlerden, ancak devlet için zarurî olan bir kısım
hürriyetlerinin bırakılması istenebilir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 462-463)
Biz yurt emniyeti içinde fertlerin emniyetini de, lâyık
olduğu derecede göz önünde tutarız. Bu emniyet, Türk Cumhuriyeti kanunlarının,
Türk hâkimlerinin teminatı altında, en ileri şekilde mevcuttur.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 378)
Vatanın her köşesinde, kamu huzurunu bozan hâdisenin, yalnız
oradaki vatandaşları değil, en uzak yerlerdeki vatandaşların rahatını,
mutluluğunu ve çalışma hayatını ve ekonomik durumunu ve üretimini etkilediği ve
zarar verdiği açıktır. Bundan dolayı, her saadetin ve her faaliyetin ve
bilhassa iktisadî ve ticarî gelişimin ilk şartı, huzur ve sükûn ile emniyet ve
asayişin, bozulması mümkün olmayan bir emniyet ve kuvvette bulunmasıyla
kabildir. Bu sebeple de Cumhuriyet polis ve jandarmasının ve Cumhuriyet
ordusunun şeref ve itibarı, her düşüncenin üstündedir. Bu şeref ve itibara
saygı için vatandaşlarımın dikkat ve uyanıklığını isterim.
1925
(Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 520)
Cumhuriyetin iç siyaseti, vatandaşın yaşayışını hiçbir nüfuz
ve sataşmanın tesirinde bırakmaksızın temin etmektir. Bu siyaset dikkatle takip
olunmaktadır.
1929
(Ayın Tarihi, sayı: 68, 1929, s. 5024)
Bir toplumun müşterek ve umumî hisleri ve fikirleri
vardır. Toplumların kıymetleri, medenileşme seviyeleri, arzu ve eğilimleri
ancak bu umumî his ve fikirlerin belirme ve görünme derecesiyle anlaşılır. Bir
toplumu sevk ve idare eden insanlar için, toplumun talihi üzerinde hüküm vermek
mevkiinde bulunan dostlar ve düşmanlar için ölçü, bu topluluğun kamuoyundan
anlaşılan kabiliyet ve kıymettir. Bundan ötürü
milletler, kamuoyunu dünyaya tanıtmak mecburiyetindedir. Bütün dünya
kamuoyu hakkında bilgi sahibi olma ise, yaşam gereklerinin düzenlenmesi için
şüphesiz lâzımdır. Bu hususta ise mevcut vasıtaların birincisi ve en mühimi
basındır. Basın, milletin umumî sesidir. Bir milleti aydınlatma ve uyarmada,
bir millete muhtaç olduğu fikrî gıdayı vermekte, özet olarak bir milletin
mutluluk hedefi olan müşterek istikamette yürümesini teminde, basın başlı
başına bir kuvvet, bir mektep, bir rehberdir.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 224-225)
Basın, kötüye kullanmalara mâni olur ve hükûmet
vasıtalarını, vazifelerini doğru yapmaya mecbur eder. Yayın, en etkili kontrol
vasıtalarındandır. Bu noktada, tenkidin kolay ve fakat yapmanın güç olduğu
gerçeği, unutulmamak lâzımdır. Onun için, umumun iyiliği fikri her türlü
tenkitlere ve münakaşalara daima hâkim ve esas tutulmalıdır. Gerekli görülen
fikirler, umumun iyiliği için ortaya atılmalıdır. Bu fikir hareket noktası
olunca, tenkit ve münakaşa devletin de iyiliği için yapılmış ve vatandaşların
toplumsal ve siyasî eğitimlerini yükseltmeye hizmet etmiş olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 60; 482-483)
Basın, hükûmetlerin siyaseti üzerinde geniş ölçüde
tesir yapan büyük bir kuvvettir.
1930 (Cumhuriyet gazetesi., 31. 10. 1930)
Türkiye basını, milletin gerçek ses ve iradesinin
belirme yeri olan Cumhuriyet’in etrafında çelikten bir kale meydana
getirecektir. Bir fikir kalesi, düşünüş kalesi! Basınla ilgili kişilerden bunu
istemek, Cumhuriyet’in hakkıdır. Bugün, milletin samimî olarak birlik ve
dayanışma içinde bulunması zarurîdir. Umumun kurtuluşu ve saadeti bundadır.
Mücadele bitmemiştir. Bu gerçeği milletin kulağına, milletin vicdanına gereği
gibi eriştirmede basının vazifesi çok ve çok mühimdir.
1924 (Atatürk’ün S.D. II, s. 166)
Cumhuriyet devrinin kendi zihniyet ve ahlâkıyla
donanmış basınını, yine ancak Cumhuriyet’in kendisi yetiştirir.
1925 (Atatürk’ün S.D.I, s. 326)
Cumhuriyet’in sağlamlaştırılması ve yükseltilmesi
hususunda kalem ve fikir sahiplerinin yapacağı hizmet, şüphesiz pek geniş ve
etkili olur. Bu yoldaki çalışmaların daima beğeni ve takdir ile karşılanacağı
da şüphesizdir.
1924 (Florinalı Nazım’ın yazısına verdiği cevaptan)
Basının, umumî hayatta ve Cumhuriyet’in ilerleme ve
gelişmesinde sahip olduğu vazifeler yüksektir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 62; 492)
Basının tam ve geniş hürriyeti iyi kullanmasının, ne
derecede nazik bir vaziyet olduğunu söylemeye lüzum görmem. Her türlü kanunî
kayıtlardan evvel bir kalem sahibinin ilme, ihtiyaca ve kendi siyasî
görüşlerine olduğu kadar, vatandaşların hukukuna ve memleketin, her türlü
hususî görüşlerin üstünde olan yüksek menfaatlerine de dikkat ve hürmet etmek
manevî zorunluluğu, asıl bu mecburiyettir ki umumî düzeni temin edebilir.
Bununla beraber bu yolda yanılma ve kusur olsa bile, bu kusuru düzeltecek etken
ve vasıta, asla mazide zannolunduğu gibi, basın hürriyetini kısıtlayan bağlar
değildir; aksine, basın hürriyetinden doğan mahzurların giderilme vasıtası,
yine basın hürriyetidir.
1924 (Atatürk’ün S.D.I, s. 317-318)
Gazetelerden korkmamak icap eder. Gazetelere
gelince: Onlar, mevcut kanunlar dairesinde hürdür. Kanunun haricine çıkarlarsa
kanunî sorumluluğa maruz kalırlar. Basın da, kanun dairesinde hürriyetinin
saklı olduğuna emin olunca şu veya bu zatın veya memurun bir gazeteyi mahkemeye
vermesinden korkmamalı. İlmî ve toplumsal tenkitler için kimsenin bir şey
demeye hakkı yoktur. Şahsî tenkitler de haklı noktalara yöneltilmiş olmalı.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 4. 12. 1929)
Basın, hiçbir sebeple baskı ve nüfuza tâbi
tutulamaz.
1923 (Atatürk’ün S.D. III, s. 65)
Gazeteciler, gördüklerini, düşündüklerini,
bildiklerini samimiyetle yazmalıdırlar.
1929 (Ayın Tarihi, Cilt: 20, Sayı: 65, 1929)
Gazeteler, kanunun ve umumun menfaatlerinin aksine
muamelelere şahit ve vakıf oldukları takdirde gerekli yayında bulunmalıdırlar.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.51)
Basın hürriyetinin mahzurlarının giderilmesinin yine
basın hürriyetiyle mümkün olduğuna dair bu Büyük Meclis’in yol gösterme ve
düzenleme sahasında güzel karşılanan esaslar, eğer cumhuriyetin ruhu olan
faziletten mahrum kendini bilmezlere, basının sinesinde haydutluk fırsatını
verirse, eğer halkı aldatan ve doğru yoldan çıkaranların fikriyat sahasındaki
uğursuz tesirleri, tarlasında çalışan suçsuz vatandaşların kanlarını
akıtmasına, yuvalarının dağılmasına sebep olursa ve eğer en nihayet haydutluğun
en kötüsünü göze alan bu gibi kimseler, kanunların özel müsaadelerinden
istifade imkânını bulurlarsa Büyük Millet Meclisi’nin eğitici ve ezici
kudretinin müdahale ve uyarması elbette gerekli olur.
1925 (Atatürk’ün S.D.I, s. 325-326)
Özel maksatla yayın yapan bazı gazetelerin, halkın
ekseriyeti üzerinde yaptığı tesir, her memlekette olduğu gibi o gazetelerin
lehinde değildir.
1924 (Atatürk’ün S.D.III, s. 78)
Aşağı insanların para ile yaptırdıkları basın
mücadeleleri vardır. En adî yalanları yaymada basının kullanıldığı görülmüştür.
Basın ve fikir hürriyetinin maruz kaldığı başka tehlikeler de vardır. Basının
ve hatta fikir cemiyetlerinin, millî hükûmetin tesirinden kurtularak, siyasî ve
iktisadî gizli maksatlara âlet olmasından korkulur. Basının para ile satın alınabilmesi,
milletlerarası yüksek para âleminin basın üzerinde gizli tesiri veyahut sadece
ecnebi devletlerin örtülü ödeneklerinin tesiri, işte bunların kamuoyunu aldatma
ve yanıltmasından gerçekten korkulur. Fakat, hürriyetten çıkacak bu fenalıklar,
asla çaresiz değildir. Evvelâ, basın hürriyetine yasal bir sınır çizilir.
İkinci olarak, gazeteler, hususî bir teşkilât yaparak, bununla kendi
üzerlerinde ahlâkî bir tesir icra ederler. İlk zamanlarda bir kazanç işinden
başka bir şey olmayan gazetecilik, toplumsal bir kurum haline gelebilir. Bundan
başka, halkın fikrî ve siyasî eğitimi de bir teminattır. Halk, birçok
gazeteleri okumaya ve onları birbirleriyle kontrol etmeye ve gazetecilik
yalanlarına inanmamaya alışırlar. Bütün bunların üstünde, her şeyin açık olması
sayesinde, iyi niyetin gelişeceğini ve hayatî meseleler üzerinde iyi niyet
sahibi insanların daima ekseriyeti teşkil edeceklerini kabul etmek uygun olur.
Çünkü, her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak
mümkündür. Fakat, bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir. Tecrübe
göstermiştir ki, her şeyi söylemekten insanları menetmek, asla mümkün değildir.
Fakat, millî terbiye ve büyük manevî kuvvetlere karşı hükûmetin münasip hareket
tarzı sayesinde, isyankâr fikirlerin yayılmasına müsaade etmeyecek toplumsal
bir ortam yaratmak mümkündür. Fakat herhalde, her şeyin söylenmesine müsaade
etmek ve bunun karşısında söyleyenlerin fiile geçmesini bekleyerek tedbir
almakla yetinmek de mânasızdır. Bütün halkın fiile geçtiği gün, onları durduracak
kuvvet yoktur. Tıbbî bir hıfzıssıhha olduğu gibi, toplumsal bir hıfzıssıhha da
vardır. Her ikisi aynı ilkeye dayanır. Maddî mikropları yok etmek mümkün
olmadığı gibi manevî mikropları da yok etmek mümkün değildir. Fakat, şahsın
vücudunda maddî bir sağlamlık yaratmak mümkün olduğu gibi, toplumsal bünyede de
manevî bir sağlamlık yaratmak ve bu suretle bir karşı koyma zemini hazırlamak
mümkündür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 61-62; 488-492)
Bilerek veya bilmeyerek yabancı kaynakların ilhamına
kapılanlar vardır. Bunlar fikirleriyle, sözleriyle toplumsal bütünlüğümüzü
zaafa düşürebilecek faaliyette bulunuyorlar. Vatandaşlar, bu gibileri tanımalı
ve onların sözlerindeki gerçek mânayı bulmaya çalışmalıdırlar.
1925 (Atatürk’ün S.D.V., s. 211)
Başkomutanlık Kanunu’nun uzatılması vesilesiyle bir milletvekilinin,
kendisine “Meclis’in hakkını elinden aldığı, elinden almak istediğini”
söylemesi üzerine 6 Mayıs 1922 günü Meclis’in gizli oturumundaki konuşmasından:
Efendiler, açık ifade edeceğim, beni mazur görünüz!
Her birinizin fevkalâde salâhiyet ile seçilmesine ve fevkalâde salâhiyete malik
bir Meclis’in teşekkülüne ve bu Meclis’in, memleketin mukadderatına el
koyan bir mahiyet kazanmasına çalışan,
benim! Bunda muvaffak olmak için en yakın arkadaşlarımla fikir mücadelesi
yaptım. Bütün hayatımı, mevcudiyetimi, bütün şeref ve haysiyetimi tehlikeye
attım. Bu sebeple bu, benim eserimdir. Ben eserimi küçültmek ile değil,
yükseltmek ile görevliyim. Bu düşünceden sonra Meclis’in hakkını zorla almak
sözünü, tamamen ...Efendiye ret ve iade ederim. Böyle bir şey söz konusu
değildir ve olamaz!
1922 (Nutuk II, s. 655)
Geniş yetkilerle Başkomutanlık verilişinden ve Sakarya Zaferi’nden
sonra bir kısım milletvekillerinin endişe duyduğu ve Meclis’in dağıtılacağı
kuşkusuna düştükleri, kendisine hatırlatıldığı zaman söylemiştir:
Ben asla böyle birşey düşünmedim ve düşünmem. Millet
Meclis’inde bana ne kadar karşı koyan ve itiraz eden olursa olsun o, büyük Türk
milletinin mümessili oldukça benim başımdır. Şüphem yoktur ki, onlara iş ve
hareketlerim ve onun neticeleri ile yapabildiğim ve yapabileceğim hizmetlerin
kıymetini izah edebileceğim. Bunu anlamakta Millet Meclisi tereddüt etse bile
asil olan Türk milleti, yüksek sağduyusu ile bunu anlayacaktır. Bu taktirde
meselenin halli benim şahsıma değil, tanıdığım Türk milletine yönelecektir;
çünkü ben millet adamıyım, milletsever adamım. Onun sağduyusu haricinde hareket
eder adam vaziyetine düşmem. Biricik emelim, bütün vatanseverlerin, bütün
devlet ve ordu başlarının başını millete bağlamaktır. Millet, lâyık olduğu
büyük efendiliği bugün değilse yarın bütün mâna ve genişliği ile anlayacaktır;
buna eminim. İşte o zaman, her millet ferdinin hakikî özellikleri millet
tarafından belirtilecek ve tespit olunacaktır. Ben, o güne muvaffakiyetle
yetişeceğimi ve milletten onun büyüklüğü ile orantılı mükâfatı alacağımı
kuvvetle ümit ediyorum.
1921 (Asım Us, G.D.D. s. 111-112)
Ben istese idim derhal askerî bir diktatörlük kurar
ve memleketi öyle idareye kalkışırdım. Fakat ben istedim ki, milletim için
modern bir devlet kurayım ve onu yaptım.
(Yusuf Ziya Özer, T.T.K. Belleten,Cilt: 3, Sayı: 10, s. 287)
1932 yılında toplanan I. Türk Tarih Kongresi’nin sonunda Marmara
Köşkü’nde verilen çay’da, öğretmenlerden birinin Atatürk’e “Paşam! Birçok
Avrupalı muharrirler yazdıklarında, eserlerinde sizi diktatör diye
nitelendiriyorlar. Buna ne buyurursunuz?” sorusuna verdiği cevap:
- Ben diktatör değilim ve heveslisi de olmadım.
Benim diktatör olmadığıma şuradan hüküm veriniz, ben diktatör olsaydım siz bana
bu suali soramazdınız!
1932 (Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s.116)
Cumhuriyet Halk Partisi’nin daimî başkanlığının teklif edilmesi
münasebetiyle söylediği söz:
- Milletin sevgi ve güvenini kaybetmediğim müddetçe
tekrar seçilirim; milletin reyi esastır.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 72)
Kendisine “Atatürk” diye hitap edilmesi üzerine söylemiştir:
Kendisine yalnız adıyla hitap ettiren, benim kadar
demokrat devlet başkanı biliyor musunuz?
(M. Şükrü Akkaya, Ülkü Dergisi
Cilt: 2, Sayı: 24, 1948, s. 5)
Ömür boyu Cumhurbaşkanlığı teklifi söylentileri üzerine gazetecilere
söyledikleri:
Bana öteden beri bu ve buna benzer tekliflerde
bulunanlar çok olmuştur. Siz ve kamuoyu bilmelisiniz ki bu yoldaki teklifler
hoşuma gitmemiştir ve gitmez. Benim gayem Türkiye’de, yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nde millet egemenliğini takviye etmek ve ebedileştirmektir.
Dediğiniz gibi bir teklifi, benim idealimi cidden rencide eden bir mânada
telâkki ederim. Bu noktada şu veya bu tefsirlere giden sözlerin mânasını, beni
iyi tanımış olan Türk milleti benden daha iyi takdir eder.
1930 (Cumhuriyet gazetesi, 26. 9. 1930)
İzmir’de, halkla yaptığı bir toplantıda söylemiştir:
Efendiler, ben şimdi burada hazırlanmış bir nutuk
verecek değilim. Maksadım halkla, kardeşçe sohbet yapmaktır. Bu dakikadaki
muhatabınız, Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan değildir; sade
bir milletvekili ve sizi çok seven bir hemşeriniz Mustafa Kemal’dir. Bu sebeple
benden neler öğrenmek istiyorsanız, serbest olarak sormanızı rica ederim.
1923 (Atatürk’ün S.D., II, s. 84)
Konya’da esnaf ve tüccarlar tarafından tertip edilen ziyafette, bir
tüccarın “Hükûmetin, ticaretimizi geliştirmek için ne gibi düşüncelere sahip
olduğunu” sorması üzerine verdiği cevap:
- Evvelâ şunu söyleyim ki, bendeniz içinizde hükûmet
adına değil, meclis adına değil, ordu adına değil, sadece bir milletvekili
gibi, belki de yalnız bir arkadaşımız, bir kardeşimiz gibi bulunuyorum. Onun
için sualinize hükûmet adına cevap vermeye yetkim yoktur. Eğer sualinizi ‘Sen
ne diyorsun? Senin ticaretimiz hakkındaki fikrin nedir?” diye soraydınız o
zaman cevap vermekte sakınca görmezdim ve kabul ediyorum ki asıl maksadınız da
budur.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 135-136)
Dolmabahçe Sarayı’nda İstanbul halkı temsilcileriyle yaptığı konuşma
esnasında söylemiştir:
Artık bu saray, Allahın gölgelerinin değil, gölge
olmayan, gerçek olan milletin sarayıdır. Ve ben burada milletin bir ferdi, bir
misafiri olarak bulunmakla bahtiyarım.
1927 (Atatürk’ün S.D. II, s.247)
Kendisine “Büyük Atatürk” diye hitap ettikleri vakit söylediği söz:
- İsmime böyle riyakâr kelimeleri karıştırmayınız.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 117)
Ben esasen saraylardan hoşlanmam. Devlet Reisi olmak
mecburiyetiyle İstanbul’a geldiğim zaman, Dolmabahçe denilen soğuk bir yerde
otururum. Ben orada rahatsız otururum. Ben bir evde oturmaktan, daha rahat
ederim.
(Hasan Cemil Çambel, Dünya gazetesi, 30. 8. 1952)
Annesi için yaptırılan mermer
sandukalı ve uzun kitabeli kabrin fotoğrafını gördükten ve kitabede “Türkiye
Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’nin valide-i
muhteremeleri Zübeyde Hanımefendi’nin...” diye başlıyan cümleyi okuduktan sonra
Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak’a söyledikleri:
- İlk fırsatta İzmir’e
gidersin, bu sandukayı ve kitabeyi kaldırtırsın; dağdan iki büyük ve uzun taş
getirtirsin, birini olduğu gibi bir temel üzerine tespit ettirir, diğerini baş
tarafına diktirirsin ve bunun bir yerini biraz düzelttirerek “Atatürk’ün anası
Zübeyde burada gömülüdür” diye yazdırırsın, altına da ölüm tarihini
koydurursun, yeter.*
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 10)
Ben diktatör değilim. Benim kuvvetim olduğunu
söylüyorlar; evet, bu doğrudur. Benim arzu edip de yapamayacağım hiçbir şey
yoktur. Çünkü, ben zoraki ve insafsızca hareket etmek bilmem. Bence diktatör,
diğerlerini iradesine boyun eğdirendir. Ben, kalpleri kırarak değil, kalpleri
kazanarak hükmetmek isterim.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)
Ben de yüzbinlerce insanı idare ettim; onları ölüme
giden yola, seve seve sevk ettim. Fakat bir tanesine kamçı kullanmadım.
1923 (Latife Uşaklıgil, Ta-
rih Dünyası,Sayı : 2, 1950)
Ben bir diktatörüm; fakat benim hayatımı tetkik
edenler görürler ki, ben Mısır firavunları gibi şahsıma mezar yaptırmak için
kırbaçlar altında insanları sürmedim. Ben, memlekette tatbik etmek istediğim
herhangi bir fikri evvelâ kongreler toplayarak, onlarla konuşarak bu fikirleri
onlardan aldığım salâhiyete dayanarak tatbik ettim. İşte Erzurum, Sivas
kongreleri, işte Büyük Millet Meclisi bunun en canlı ifadeleridir.
1932 (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk
ve Millî Mücadele Tarihi, s. 304)
Kapıda duran nöbetçi bile benden korkmaz. İsterseniz
kendisinden sorunuz. Korku üzerine hâkimiyet kurulamaz. Toplara dayanan
hâkimiyet devamlı olmaz. Böyle bir hâkimiyet ve hattâ diktatörlük, ancak
ihtilâl olursa geçici bir zaman için lâzım olur.
1930 (Ayın Tarihi, II, 73, 1930)
Benim her emrim yapılır; çünkü benden, yapılmayacak emirler
çıkmaz.
(Asaf İlbay, Tan gazetesi, 17. 7. 1949)
Benim kendi kuvvet ve kudretim, halkın bana
gösterdiği inan ve güvenden ibarettir. Bu güven devam ettikçe, ben de bu güvene
liyakat kazanmakta devam edecek ve geleceğe bu karşılıklı güvenle hep beraber
yürüyerek inşallah pek az zamanda millete refah ve mutluluk verecek olan büyük
amacımıza ulaşacağız!
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.163)
Biz keyfî hareket etmeyiz. Müstebit asla değiliz.
Hayatımız, bütün faaliyetimiz, memleket işlerinde keyfî ve müstebitçe hareket
edenlere karşı mücadele ile geçmiştir. Bizim akıl, mantık, zekâ ile hareket
etmek belli özelliğimizdir. Bütün hayatımızı dolduran vak’alar, bu gerçeğin
delilidirler. Memleket ve millet işlerinde şahıslarıyla, yaptıklarıyla,
fikirleriyle zararlı olmak vaziyetine düşenlere karşı, zaman zaman direndiğimiz
olmuştur. Milleti gerçek düzelme yolunda yürümekten mene çalışmak isteyenlere
sert ve amansız olmak istidadındayız. Toplumsal düzenimizi, bilerek veya
bilmeyerek, bozucu kimselere müsaade edemeyiz; bunlar doğrudur. Bizden bu
hususta sessiz kalma ve tarafsızlık isteyenleri tatmin edemiyorsak, bunun
sebebi, memleket ve millet menfaatini her şeyin üstünde gördüğümüzdür.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 211)
Efendiler, kendimizi cihanın hâkimi zannetmek
gafleti, artık hiçbir kafada yer bulmamalıdır. Gerçek vaziyeti tanımaktaki
gafletle, gafillere uymakla, zavallı milletimizi sürüklediğimiz felâketler
yetişir. Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 1. 2. 1930)
Artık millet, yalnız bir şeyi için silâha
sarılacaktır: Millî sınırlarımız içinde hayatını, bağımsızlığını ve
egemenliğini müdafaa için! Artık bizim saldırgan bir askerî siyasetimiz
olmayacaktır. Cihangirlik sevdasında, fütuhat peşinde bulunmayacağız. O
zihniyeti takip yüzünden en ağır cezaları hâlâ çekmekteyiz.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 8. 1. 1930)
İngiliz yazarı Armstrong’un “Bozkurt Mustafa Kemal” adlı kitabındaki
görüşleri üzerine söylemiştir :
Bu İngiliz subayı bana bir “cihangir” gözüyle
bakıyor. Ben, “cihangir” değilim; olmak da istemem! Biz Türk ordusuyla
“cihangirlik”e karşı koymuşuzdur.
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, T.T.K.
Belleten, Cilt XX, Sayı : 80, s. 531-532)
İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere
yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki insan olanın vicdanını, dimağını ve
bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar büyük
fedakârlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur. Çünkü
alnı açık, dimağı açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından idare
olunabilen toplumlar, ancak bu mânada hareketlerin izleyicisi olabilirler.
Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar
uygulamaya girişenler, mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın
haricinde hareket edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu, ergeç
acıdır.
1926 (Atatürk’ün S.D. III, s. 80-81)
Bizim yüzümüz, her zaman temiz ve lekesiz idi ve
daima temiz ve lekesiz kalacaktır. Yüzü çirkin, vicdanı çirkinliklerle dolu
olanlar, bizim vatanseverce, vicdanlıca ve namusluca hareketlerimizi, küçük ve
çirkin ihtirasları yüzünden çirkin göstermeye kalkışanlardır.
1927 (Nutuk II, s. 882)
Milletin sinesinde serbest bir fert olmak kadar
dünyada bahtiyarlık var mıdır? Gerçekleri bilen kalp ve vicdanında manevî ve
kutsal hazlardan başka zevk taşımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa
olsun, maddî makamların hiçbir kıymeti yoktur.
1922 (Nutuk II, s. 663)
Milletin şahıslara, kendini unutacak ve kendini kaptıracak
kadar tutkun olması, iyi netice vermez. Bunun tarihte misalleri çoktur.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 265)
Şu ve bu tarzda, birtakım kuş beyinli kimselere
kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz, bunun hiçbir kıymeti ve ehemmiyeti yoktur.
Eğer şunun, bunun teveccühünden kuvvet almaya tenezzül ederseniz, halinizi
bilmem, fakat geleceğiniz çürük olur.
1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)
İnsan yaşadığı, bulunduğu ve çalıştığı ortam içinde,
o devri sevk ve idare edenlerle beraber ve bir görüşte olursa aynı ortam ve
devrin adamı olmaktan çıkamaz.
1918 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 67)
Benim havarîlerim yoktur. Memleket ve millete kimler
hizmet eder ve hizmet liyakat ve kudretini gösterirse havarî onlardır.
1923 (Nutuk II, s. 794)
Herkes millî vazife ve mesuliyetini bilmeli,
memleket meseleleri üzerinde o zihniyetle, düşünüp çalışmayı itiyat
edinmelidir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 67)
Millet işlerinde her ferdin zihninin, başlı başına
faaliyette bulunması lâzımdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 95)
Milletimiz her güçlük ve zorluk karşısında, durmadan
ilerlemekte ve yükselmektedir. Büyük Türk milletinin bu yoldaki hızını, her
vasıta ile artırmaya çalışmak, bizim, hepimizin en kutlu vazifemizdir.
1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 358)
Yemin mukaddes bir sözleşme demektir. Namus sahibi
olan bir kimse, verdiği sözden dönmez.
1919 (Atatürk’ün S.D. III, s. 7-8)
Asla hatırdan çıkarmamalısınız: Bizim en büyük
kuvvetimizi, bugün de yarın da dürüst, açık bir siyaset ve sözlerimize bağlılık
teşkil edecektir.
(Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 18)
Her zaman suçsuz insanları baştan çıkarmak için
uğraşanlar olmuştur. Böylelerinin sözlerine kulak asmamak, onlara tertip
olunacak en iyi cezadır.
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 71)
Hakikaten memlekete hizmet etmek istiyenlerin kalbi
açık olmalıdır; açık söylemelidirler. Millet ile, milleti sevk ve idare edenler
çok açık görüşmelidirler. Olan şeyler ve yapılacak şeyler olduğu gibi ifade
olunmalıdır. Yoksa, safsatalar ile milleti aldatmak, onu birbirine düşürmek
demektir. Kuralımız, daima millete karşı hakikatleri ifade olmalıdır. Milleti
aydınlatma, bu demektir. Millete hakikati izan edenler, kendilerinin de
aldanmadığına emin olmalıdır. Arkadaşlar, benim bütün hayatımda takip ettiğim
meslek budur!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 8. 12. 1929)
İmzasız ihbar mektubu gönderenler hakkında söylediği söz:
Samimî ve dürüst insanlar, aynı zamanda medenî
cesaret sahibi olur, imzalarını saklamaya tenezzül etmezler. Belli ki bunu
yazan ahlâksız yalancının biridir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri 1965, s. 26-27)
Gerçeği konuşmaktan korkmayınız.
1918 (Atatürk’ün S.D.V, s. 110)
Birbirimize daima gerçeği söyleyeceğiz. Felâket ve
saadet getirsin, iyi ve fena olsun, daima gerçekten ayrılmayacağız.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 226)
Bir toplantıda, kendi partisinden bir bucak başkanının çekinmeden
tenkitlerde bulunması üzerine söyledikleri:
- Bu genç doğru söylüyor, tebrik ederim. Biz, her
yaptığımızı methedenlerden değil, gerçekleri olduğu gibi görenlerden fayda
göreceğimize inanmalıyız. Bu genç, doğru düşünüyor; söylediklerinde, ben de
dahil olduğum halde hepimiz için ibret alınacak şeyler mevcuttur.
1930 (Atatürk’ten B.H., s. 54)
Hayatta en fena şey riyakârlıktır. Hakikat ne olursa
olsun riyakârlar, onu temizlik ve saflık kisvesine bürünerek saklamaya
çalışırlar ki, bu büyük bir tehlikedir.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 118)
Çok namuskâr olmalıdır! Şimdiye kadar işlenen
hataların en büyüğü, müteşebbislerimizin, aydınlarımızın, özellikle
âlimlerimizin en büyük günahı namuskâr olmamaktır. Milletin karşısında namuskâr
olmak ve namuskârane hareket etmek lâzımdır. Milleti aldatmayacağız! Millete,
daima ve daima gerçeği söyleyeceğiz. Belki hata ederiz, yanlış şeyleri gerçek
zannederiz; fakat millet onu düzeltsin. Kendimizi kimsenin üstünde görmeye de
hakkımız yoktur Efendiler!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi 13. 1. 1930)
Gizli iş gizli kalamaz; er geç meydana çıkar. İyisi
mi başından açık olun, açık açık!
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk, T. ve D.K.H., s. 48)
Gerçekte başkalarını aldatmak zannedildiği kadar
kolay değildir. Hiçbir vakit, uygarlık dünyasını aldatabileceğimizi
düşünmemeliyiz. Böyle bir zan, dünyanın en büyük gafleti içinde bulunduğumuzu
göstermekten başka bir neticeye varamaz.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 13. 1. 1930)
Birtakım hususî ve saklı maksatları gizleyerek,
kalbinde, vicdanında tutarak, sebep diye bilir bilmez şeyleri söylemek doğru
değildir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 110)
Bir kurumun muhasebesi, namusudur.
(Uluğ İğdemir, 1954 VII. Türk Dil Kurultayı, s. 138)
Her an tarihe karşı, cihana karşı hareketimizin
hesabını verebilecek bir vaziyette bulunmak lâzımdır.
1930 (Atatürk’ün S.D.II, s. 257)
Mesuliyet yükü her şeyden, ölümden de ağırdır.
1915 (Mustafa Kemal,Anafartalar M.A.T., s. 24)
Yapmamıza imkân bulunan işleri yapmazsak, tarih bizi
tenkit eder.
1928 (Hakkı Tarık Us, Ayın Tarihi,
Atatürk’ün Vefatları, No: 60, 1938, s. 150)
Yaptığını bilen ve hizmet yolunda tedbirlerine
inanan ülkücüler olarak kendimizi tenkide muhatap kılmayı lüzumlu görüyoruz.
1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s.548)
Millî egemenlik esası
üzerinde idare edilen medenî devletlerde kabul edilmiş ve fiilen geçerli
bulunan esas, milletin genel isteklerini en çok temsil eden ve bu isteklerin
bağlı olduğu menfaat ve gerekleri, en yüksek kudretle ve salâhiyetle
yapabilecek siyasî grubun, devlet işlerinin idaresini üzerine alması ve bu
mesuliyeti en yüksek liderinin omuzuna bırakması ilkesinden ibarettir. Zaten bu
şartları kazanamayan bir hükûmet vazife yapamaz. Hükûmetin, kuvvetli grup
üyeleri arasından ve fakat birinci derecede olmayanlarından zayıf bir hükûmet
yapmak ve onu partinin birinci liderlerinin emir ve öğütleriyle yürütmeye
kalkışmak fikri, elbette doğru değildir. Bunun feci neticeleri bilhassa Osmanlı
Devleti’nin son günlerinde görülmüştür. İttihat ve Terakki liderlerinin elinde
oyuncak olan sadrazamlardan ve onların hükûmetlerinden millete gelen zararlar,
sayılamayacak kadar çok değil midir? Mecliste, hâkim olan partinin, hükûmet
kurmayı, muhalif ve azınlıkta bulunan bir partiye terk etmesi ise asla söz
konusu olamaz.
Kural ve usul olarak
milletin ekseriyetini temsil eden ve kendi amacı belli olan parti, hükûmeti
kurma mesuliyetini üzerine alır ve kendi amaç ve prensiplerini memlekette
uygular.
1927 (Nutuk I, s. 221-222)
Bir milleti teşkil eden fertlerin o millet içinde,
her nevi hürriyeti, yaşamak hürriyeti, çalışmak hürriyeti, fikir ve vicdan
hürriyeti emniyet altında bulunmak lâzımdır. Keza, bir milletin tümünün her
nevi hürriyeti, yani kendi topraklarında, haricin hiçbir müdahale ve
sınırlaması olmaksızın hür ve bağımsız yaşaması ve çalışması lâzımdır. İşte,
devlet, gerek fertlerin hürriyetini temin için millet üzerinde bir nüfuza ve
gerek millet ve memleketin bağımsızlığını muhafaza edebilmek için kendine has
bir nüfuz ve kuvvete sahip olmalıdır.
Devleti teşkil eden milletin sinesinde nüfuz icra
eden kuvvet, ferden hiç kimse tarafından verilmiş değildir. O, bir siyasî
nüfuzdur ki, devlet kavramında kendiliğinden mevcuttur ve devlet, onu halk
üzerinde tatbik etmek ve milleti haricen diğer milletlere karşı müdafaa eylemek
salâhiyetine maliktir. Bu siyasî nüfuz ve kudrete “irade” veya “egemenlik”
denir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 26-27; 386 - 389)
Bizim telâkkimize göre, siyasî kuvvet, millî irade
ve egemenlik, milletin bütün halinde müşterek şahsiyetine aittir; birdir,
taksim edilemez, ayrılamaz ve başkasına bırakılamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 418)
Yurda hizmet, inkılâba inan ve Cumhuriyet ülküsüne
bağlılık gibi yüksek ve yaratıcı kavramlarla beslenen bilinçli sevgi, bugünün
ve yarının en muvaffakiyetli vazife erlerini yetiştirecek bir öz kaynaktır.
Bunun Mülkiye Mektebi ve Mülkiyeliler arasında belirmesini görmek, beni pek
sevindirdi.
1933 (Milliyet gazetesi, 8. 12. 1933)
Mülkiyelilerin bağlılık ve saygı telgrafına cevabından:
Bana içten sevgilerini haykıranlar, yarım asırdan beri büyük Türk
ulusunun tam anlamıyla millet olmasına çalışan, onunla en modern bir Türk
Devleti kurmak için insanlık fedakârlıklarının hiçbirini kendilerinden
esirgemeyen, kültür, idare, intizam, devlet anlamlarını en son ilmî telâkkilere
göre billûrlaştırmaya çalışmış ve çalışan yüksek arkadaşlarımdır.
1935 (Ulus gazetesi, 12. 12. 1935)
İnsaf ve merhamet dilenmekle millet işleri, devlet
işleri görülemez; millet ve devlet şeref ve bağımsızlığı temin edilemez. İnsaf
ve merhamet dilenmek gibi bir ilke yoktur. Türk milleti, Türkiye’nin gelecek
çocukları, bunu, bir an hatırdan çıkarmamalıdırlar.
1927 (Nutuk I, s. 355)
Bir hükûmet iyi midir, fena mıdır? Hangi hükûmetin
iyi veya fena olduğunu anlamak için, “Hükûmetten gaye nedir?” bunu düşünmek
lâzımdır. Hükûmetin iki hedefi vardır. Biri milletin korunması, ikincisi
milletin refahını temin etmek. Bu iki şeyi temin eden hükûmet iyi, edemeyen
fenadır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 121)
Hükûmetin varlığının sebebi, memleketin asayişini,
milletin huzur ve rahatını temin eylemektir. Bütün memlekette gerçek bir asayiş
hâkim olmalıdır. Millet, büyük bir huzur ve emniyet içinde içi rahat
bulunmalıdır. Memleketimizin herhangi bir köşesinde halkın emniyetini, devletin
bütünlük ve asayişini bozmaya kalkışanlar, devletin bütün kuvvetlerini
karşılarında bulmalıdırlar.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 307)
Asırlardan beri Türkiye’yi idare edenler çok şeyler
düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şey düşünmemişlerdir: Türkiyeyi! Bu
düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak
bir şekilde telâfi edebiliriz. O da, Türkiye’den başka bir şey düşünmemek!
Ancak bu zihniyetle hareket ederek her türlü kurtuluş ve saadet hedeflerine
erişebiliriz.
1924 (Atatürk’ün B.N., s. 84)
Şimdiye kadar halkımız kendi memleketini, kendi
hayatını, kendi menfaatini düşünmek için serbest bırakılmamıştır. Kendi benliği
kendisine unutturularak şunun ve bunun herhangi bir keyif ve emelini elde
etmekle vakit geçirmiştir. Yani toplumsal ve idarî kuruluşlarımızdaki bozukluk,
bu sonuçları bize vermektedir. Bundan sonra şüphe yok ki halk bütün benliğini
duyacak ve yaşama kabiliyetini azamî derecede geliştirecektir.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 31. 1. 1930)
Yeni Türkiye Devleti kesinlikle emin olasınız ki,
eski muazzam Osmanlı İmparatorluğu’ndan daha çok kuvvetlidir. Bunun böyle
olduğunu ispat için, yakın olaylara müracaat etmeye de hacet yoktur; akıl,
mantık bize gerçeği gösterebilir. Efendiler! Gerçi gayet geniş bir sınıra ve o
sınır içinde muazzam bir imparatorluğa sahip bulunuyorduk. Fakat o sonu gelmez
sınır içindeki insan kütleleri, hiçbir vakit temel unsurun lehine bir
mevcudiyet değillerdi; belki aleyhine! Bu küçük
unsur, geniş bir sahaya dağılmaya ve hepsinin üzerinde bir baskı gibi
bulunmaya, onları ve sınırları muhafazaya mecburdu; yani, bekçilik ediyordu.
Herhangi bir maddeyi gayet geniş bir sahada dağıttığımız zaman o madde
yoğunluktan, kuvvetten mahrum olur. Fakat aynı unsuru kendisiyle,
mevcudiyetiyle orantılı boyutlarda bir tabiî çevreye koyarsanız elbette daha
yoğun ve kuvvetli olur. Bundan başka asıl, milleti ve memleketi kudretli yapan
bir şey daha vardır ki, o da idare tarzıdır. Görülüyor ki Yeni Türkiye
Devleti’nin teşekkülünden evvel, millet hiçbir vakit kendi tarihine, kendi
hayatına, kendi refah ve saadet araçlarına malik olamamıştı. Hatta bu,
kendisine düşündürülmemişti bile.. Sanki milletin vazifesi, herhangi bir
padişahın hırs ve hevesini, herhangi bir serdarın geniş ve şaşaalı hayatını
temin için sürüler halinde şuraya buraya gitmekten ibaretti. Fakat bugün böyle
değildir! Bugün bütün halk, hepimiz benliğimizi anlamış bulunuyoruz.
Mukadderatımıza hâkim bulunuyoruz. Tekrar Viyana’ya gitmek, Mısır’ı fethetmek,
Hindistan’da imparatorluk kurmak gibi hayallere kapılacak kimse kalmamıştır.
Bütün dimağımızı, çalışmalarımızı bu memleketin bayındırlığına, refahına
ayıracağız. Gayemiz budur ve bu gaye için mevcudiyetimizi bile ortaya atmaya
hazırız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 4. 2. 1930)
Gerçi, asıl olan millettir, toplumdur. Onun da umumî
iradesi, Meclis’te belirir; bu her yerde böyledir. Fakat, fertler de vardır.
Meclis, memleket ve devlet işlerini fertlerle, şahıslarla yapmaktadır. Her
devletin işlerini yöneten şahıs ve şahıslar meydandadır. Hakikati, mânasız
görüşlerle inkâra yer yoktur.
1922 (Nutuk II,s. 659)
Her işi, bütün idarî karakterler ve şahsî
faziletlerle mükemmelen yetişmiş adamlara bırakmak, pek kıymetli ve tatlı bir
temenni olmakla beraber, muhitimiz için değil, hattâ dünyanın en ileri gitmiş
milletleri için bile her yer, her bölge, her meslek sahibi tarafından hürmete
değer sayılacak bu kadar çok adam bulmak mümkün değildir.
1921 (Nutuk II, s. 599)
Benim istediğim, sadece memleket işlerinin Büyük
Millet Meclisi’nde açıkça münakaşa edilmesidir. Büyük Millet Meclisi’nde Türk
milletinin gözü önünde açıkça konuşulamayacak hiçbir iş yoktur.
1930 (Asım Us, G.D.D., s. 132)
Milletin rey ve iradesine dayanan her işin neticesi,
millet için hayır ve saadet olduğu bellidir.
1922 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 450)
Mutluluk ve güvenliğin bütün gereklerini, Büyük
Millet Meclisi kanunlarının itibar ve yürürlüğünde görmek, anlayışımızın esas
noktasıdır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 536)
Memleketin mukadderatında yegâne salâhiyet ve kudret
sahibi olan Büyük Millet Meclisi, bu memleketin düzeni için, iç ve dış
güvenliği ve dokunulmazlığı için en büyük teminattır. Büyük millî dertler,
şimdiye kadar ancak Büyük Millet Meclisi’nde şifa buldu. Gelecekte de yalnız
orada kesin tedbirlerini bulabilecektir. Türk milletinin sevgi ve bağlılığı
daima Büyük Millet Meclisi’ne yöneldi ve daima oraya yönelecektir.
1930 (Atatürk’ün S.D. I, s. 352)
Millete efendilik yoktur; hizmet etme vardır. Bu
millete hizmet eden, onun efendisi olur.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 195)
Tarih, “geleneksel boyun kırmaktan üzüntü duymayan
millet, biz yürüyelim, arkamızdan gelsin!” fikir ve görüşünde bulunanların
uğradıkları akıbetler ve cezalarla doludur. İdare adamlarının, bilhassa millet
adamlarının böyle yanlış ve reddolunmuş zihniyetlere asla kapılmamaları
lâzımdır.
1919 (Nutuk I, s. 56)
Elimizdeki programın ruhu, bizi yalnız bir kısım
vatandaşla alâkalı kalmaktan meneder. Biz, bütün Türk milletinin hizmetindeyiz.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, S. 389)
Vatandaşlara,
kamuoyuna daima gerçeği söylemek vazifemiz olsun. Herkese, arzularının tamamen
yerine getirilebilir olduğuna dair fikir vermek bizim için fayda vermez.
Partimizin maksadı, böyle gün kazanmak değildir; bütün hayatımızı gerçek
hedeflere sevk etmek ve en nihayet millete bir gün eliyle tutacağı gerçek ve
maddî eserler vermektir. Partimizin sözleri herkesin hoşuna gidecek sözler
değil, fakat milleti yükseltecek gerçekler olacaktır.
1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 29. 1. 1931)
İzlediğimiz yol demek, içimizden herhangi birimizin
çizdiği herhangi bir yol değildir. bütün düşüncelerin bileşkesinin çizdiği
büyük yol demektir; onun için doğrudur, isabetlidir.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 219)
Yapmak gücünde olmadığımız işleri uyuşturucu,
oyalayıcı sözlerle yaparız diyerek millete karşı gündelik siyaset takip etmek,
ilkemiz değildir.
1931 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 552)
Her temenninin uygulanabilir olup olmadığını
düşünmek lüzumunu, bütün vatandaşlara anlatmalıdır.
1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 29. 1. 1931)
Memleket işlerinde, millet işlerinde, hakikî işlerde
duygulara, hatıra, dostluğa bakılmaz.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 213)
İlkemiz, hiç kimseyi hâdiselerin sivrilttiği fertler
etrafında eli göğsünde durdurmak gayesini amaç edinmez.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hussusiyetleri, s. 64)
Memleket, dayanışma isteyen bir birliğe muhtaçtır.
Alelâde politikacılıkla milleti parçalamak, hıyanettir.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 224)
Memleket ve millet işlerinde, kesin hareket etmek ve
açık olmak lâzımdır.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 109)
Bizim bugünkü kuvvetimizin ruhu, aslı yeni
şeklimizdedir. Biz bugün, doğrudan doğruya milletin ruhuna, vicdanına,
eğilimlerine uygun olan maddî ve esaslı noktalara dayanıyoruz. Hükûmetimiz,
yalnız bir şahsın görüşüne bağlı olmaktan uzaktır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 6. 12. 1929)
Milleti idarede ilkemiz, milletin müşterek ve umumî
fikir ve eğilimlerine uymaktır. Bu fikir ve eğilimlerin hakikî ve ciddî
olabilmesi, milletin maddî ve manevî ihtiyaç kaynaklarından gelmesine bağlıdır.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 210)
Milletin müşterek arzu ve eğilimine temas etmek ve
onun gereklerine hayatını vermeyi hareket kuralı bilmek, gerçek yolda
yürüyebilmek için yegâne esastır. Bir milletin fertlerinde hâkim olması,
uyulması gerekli olan, milletin müşterek arzusu, maşerî fikridir. Bir insan,
memleketine ve milletine faydalı bir iş yaparken göz önünden bir an uzak
bulundurmamaya mecbur olduğu kural, milletin gerçek eğilimidir.
1925 (M.E.İ.S.D.I, s. 23)
Milleti, aklımızın ermediği, yapmak kudret ve
kabiliyetini kendimizde görmediğimiz hususlar hakkında kandırarak geçici
teveccühler elde etmeye tenezzül etmeyiz. Millete, adî politikacılar gibi
yalancı vaatlerde bulunmaktan nefret ederiz.
1925 (Atatürk’ün S.D.V, s. 209)
Son günlerinde söylediği bir söz :
- Şayet ölecek olursam, memlekete ait söyleyecek
hiçbir şeyim yoktur. Zira mevcut Cumhuriyet kanunları bu işleri temine kâfidir.
1938 (Kurun gazetesi, 16. 12. 1938)
Bir milletin siyasî alınyazısında mevki sahibi
olabilmek için onun ihtiyacını görebilme ve onun kudretini takdirde ehliyet
sahibi olmak birinci şarttır.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 531)
Millet tarafından, millet adına devleti idareye
yetkili kılınanlar için gerektiği zaman, millete hesap vermek mecburiyeti,
lâubalilik ve keyfî hareketle uzlaşamaz.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 415)
Milletvekili olarak vazife ve mesuliyet mevkiinde
beraber çalışacağımız arkadaşlarımızın, geçen tecrübelerden de istifade ederek
vazifelerini iyi yapacaklarını ve bilhassa milletvekilliğinin, her düşünceden
önce bir millet vekâleti olduğunu ve bunun resmî ve hususî hayatta dahi birçok
mânevî ve sağduyuyu gerektirici külfetleri bulunduğunu gözden uzak
düşürmeyeceklerini kuvvetle ümit ederim.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 532)
Birinci T.B.M.M.’nin 6 Mayıs 1922 günkü gizli birleşiminde, çekimser
rey kullanan milletvekilleri hakkında söylemiştir :
... Sonra herhangi bir meselede rey verilmiyor,
çekiniliyor. Halbuki, milletvekillerinin en birinci vazifesi her şeyden evvel
reyini belirtmektir. Neden reyinizi vermekten çekiniyorsunuz? Menfi belirtiniz!
Efendiler, kimden çekiniyorsunuz? Belirtilmeyince müspet veya menfi bir netice
ortaya çıkmaz. Halbuki netice lâzımdır. Bir memleket, bir ordu, bir millet
duramaz, tereddüt içerisinde duramaz. Şu veya bu diye rey göstermek lâzımdır.
1922 (G.C.Z., Cilt: III, s. 341)
Ben düşündüklerimi, önce milletimin arzusunda,
ihtiyaç ve iradesinde görmeyi şart sayan ve bunu gördükten sonra ancak,
uygulaması ile kendimi vazifeli bilen bir adamım. Her insanın mensup olduğu
toplum için düşündüğü binbir fikir olabilir. Fakat sağını solunu dinlemeden
söylenmiş sözler, benim telâkkime göre, uzun uzun ve derin denemelerle
incelenmedikçe iş sahasına çıkmazlar. Her toplumsal işde, şahsî düşünüşün umumî
ihtiyaç ve iradeye uygun olduğunu hissetmemiş olanlar, mutlaka başarısızlığa
mahkûmdurlar.
1928 (Ahmet Cevat Emre,
İki Neslin Tarihi, s. 316)
Birçok âlimler, düşünürler, girişimciler zaman
zaman, asır asır bu vatanı bayındır hale getirmeye, gerçek kurtuluşa
eriştirmeye çalışmışlardır. Bazıları bütün kalpleriyle, vicdanlarıyla
çalışmışlardır. Halbuki netice, bir muvaffakiyet göstermiyor. Acaba bunun
sebebi nedir? Efendiler, bunun sebebi, şimdiye kadar memlekette bir devlet siyaseti,
devlet programı değil, şahsî siyaset, fikirlere göre değişen programlar takip
olunmasıdır. Onun için her şeyden evvel, bu millet ve memleket için bir hareket
ve çalışma ilkesi oluşturmak lâzımdır. Bundan sonra yapacağımız şey, bu
olacaktır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 11. 1. 1930)
Bu memlekette çalışmak isteyenler, bu memleketi
idare etmek isteyenler memleketin içine girmeli, bu milletle aynı şartlar
içinde yaşamalı ki, ne yapmak lâzım geleceğini ciddî surette hissedebilsinler.
1923 (İsmail Arar, Atatürk’ün
İzmit Basın Toplantısı, s. 32)
Tarihin bazı korkunç kayıtlarını, tam uyanıklık ile
hatırlatmayı faydalı buluyorum. Bir millette, özellikle bir milletin idaresinin
başında bulunan kimselerde ihtiraslar ve şahsî münakaşalar, millî ve vatanî
vazifenin gerektirdiği yüksek duygulara galip gelme derecesini bulduğu
memleketlerde dağılma ve yok olma, sakınılması mümkün olmayan bir neticedir.
1921 (Atatürk’ün S.D.I, s. 165)
Her ne suretle olursa olsun, hizmet edenler milletten
büyük mükâfatlar bekliyorlarsa katiyen doğru bir harekette bulunmuş olmazlar.
Milletten çok şey istememeliyiz. Hizmet edenler, namus vazifelerini yerine
getirmiş olmaktan başka bir şey yapmamışlardır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 91)
Devletin, içine düştüğü yok olma tehlikesinin
korkunç derinliğini görmekten âciz olan zavallılar, elbette ciddî ve gerçek
çareyi görmemek için gözlerini yumarlar. Çünkü, o ciddî ve gerçek çare,
kendilerini daha çok ürkütür.
1927 (Nutuk I, s. 225)
Bir memleketin, bir memleket halkının düşmandan
zarar görmesi acıdır. Fakat, kendi ırkından, büyük tanıdığı ve başlarında
taşıdığı insanlardan vefasızlık, felâket görmesi ondan daha acıdır. Bu, kalp ve
vicdanlar için onulmaz yaradır.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 183-184)
Muhterem milletime şunu tavsiye ederim ki, sinesinde
yetişerek başının üstüne kadar çıkaracağı adamların kanındaki, vicdanındaki öz
cevheri, çok iyi incelemek dikkatinden, bir an vazgeçmesin!
1925 (Nutuk II, s. 607)
Millete dost görünüp de ilk fırsatta iktidar mevkiine
geçtikten sonra onun hakikî ihtiyaçlarını düşünecek yerde memleketi kendi
istediği yolda götüren, lâf anlamayan, yetkili kimselerin yol göstermesine
kulak asmayan, millette mevcut kuvvetleri şahsına bağlamaya çalışan kahraman
yüzlü insanlardan oldukça çok zarar çekildi.
1919 (Atatürk’ün S.D.III. s. 8)
Vatandaşın en büyük vazifesi, aynı zamanda en
mukaddes hakkı, seçme hakkıdır. Devlet binasının temeli olan, Büyük Millet
Meclisi halinde toplanan milletvekillerini, vatandaşlar seçer ve bu suretle
devlet kurmakta yetkili olduğu irade ve egemenliğinin sahibi olduğunu gösterir.
1930 (Afetinan M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)
Sultanlarla, halifelerle idare olunmuş ve olunan
memleketlerde vatan için, millet için en büyük tehlike, sultanların ve halifelerin
düşmanlar tarafından satın alınmalarıdır. Bu ekseriya kolaylıkla
sağlanagelmiştir. Meclislerle idare olunan memleketlerde de, en öldürücü taraf,
bazı mebusların yabancılar ad ve hesabına çalınmış ve satın alınmış
olmalarıdır. Millet Meclislerine kadar dahil olmak yolunu bulabilen
vatansızlara tesadüf etmenin uzak bir ihtimal olmayacağına, tarihin bu konudaki
misalleriyle karar vermek zarurîdir. Bunun için millet, vekillerini seçerken,
çok dikkatli ve kıskanç olmalıdır. Milletin hatadan korunması için tek
güvenilir çare, düşünce ve hareketleriyle milletin itimadını kazanmış siyasî
bir partinin seçimde millete rehberlik etmesidir. Genellikle millet
fertlerinin, adaylıklarını ortaya atan
her şahıs hakkında karar vermeye yarayacak güvenilir bilgi ve isabetli görüşe
malik bulunacağını kabul etmek, teorik olarak tasarlansa bile, bunun tamamen
doğru olmadığı, tecrübelerin tecrübeleriyle inkâr edilmez bir gerçek olmuştur.
1927 (Nutuk II, s. 501-502)
İçinizde memleketi ve milleti en çok seven, aklına,
anlayışına, vicdanına en çok güvendiğiniz insanları seçiniz. Ancak bu sayede
Meclis sizin arzularınızı yapmaya, lâyık olduğunuz refahı temin kudretine malik
olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 124)
Vatandaşlar! Vatanınızda herhangi bir şahsı,
istediğinizi sevebilirsiniz; kardeşiniz gibi, arkadaşınız gibi, babanız gibi,
evlâdınız gibi, sevgiliniz gibi sevebilirsiniz. Fakat bu sevgi sizi, millî
mevcudiyetinizi bütün sevgilerinize rağmen herhangi bir şahsa, herhangi bir
sevdiğinize vermeye sebep olmamalıdır. Bunun aksine hareket kadar büyük hata
olamaz.
1925 (Atatürk’ün M.A.D. s. 20)
Sebep ne olursa olsun vatandaşın derdine çare
bulmak, yardım etmek ve destek olmak, Cumhuriyet hükûmetinin koşacağı bir
vazifedir. Fakat hükûmetin yardımını isterken ona karşı, gerçek ahlâk sahibi
olarak çıkmak tek çaredir. Yoksa birtakım küçük, adî menfaatlerini gizlemeye
çalışmak, bu ferdî ıstırapları bütün milleti kapsayan ıstırap gibi göstermek ve
bu suretle Cumhuriyet hükûmetini yanıltmak isteyenler bilsinler ki, daima
aldanacaklardır.
1931 (Taha Toros, Atatürk’ün
Adana Seyahatleri, s. 36)
İleri hükûmetçiliğin ayırıcı özelliği, halkı
kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir.Büyük, küçük
bütün cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin, en geniş ölçüde gelişmesine önem
vermek, çok yerinde olur.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, . 378)
Herhalde millet, hükümetin gözcüsü olmak lâzım
gelir. Çünkü hükûmetlerin icraatı olumsuz olup da millet itiraz etmez ve
düşürmezse, bütün kusur ve kabahatlere iştirak etmiş demektir.
1920 (Nutuk III, s. 1188)
Devlet ve hükûmeti, kendi malı ve koruyucusu
tanımak, bir millet için büyük nimet ve şereftir.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 372)
Bence muhalefet, hürmete değerdir. Çünkü o da bir
araştırma, bir görüş sonucudur. Fakat edilecek itirazlar anlayışlı ve uygun ve
meşru sebeplere dayanmazsa muhalefet değersiz olur.
1919 (Atatürk’ün S.D. III, s. 7)
Cumhuriyetçi ve milliyetçi olmakla beraber partimiz
programından başka bir programla ve partili olmanın tabiî kayıtları dışında
serbest çalışacak samimî yurttaşların ulus kürsüsünden yapacakları tenkitler ve
söyleyecekleri düşüncelerle millî çalışmanın kuvvetleneceği kanaatinde
bulunuyoruz.
1925 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 570)
Bağımsız
seçilmiş milletvekillerinin tenkitlerinden şikâyet edilmesi üzerine
söyledikleri:
Elbette konuşacaklar, elbette tenkit edecekler! Biz,
bu arkadaşların Meclis’e girmelerini neden teşvik ve arzu ettik, bir oyun olsun
diye mi? Hayır efendim; bilâkis biz onları gayet ciddî bir düşünce ile,
işlerimiz hakkındaki fikir ve kanaatlerini açıkça söylesinler, yaptıklarımızı
tenkit etsinler, yani yeri boş kalan muhalefetin, bir dereceye kadar olsun,
vazifesini görsünler diye Meclis’e getirdik, öyle değil mi? O halde niçin
sinirleniyorsunuz, neden şikâyet ediyorsunuz? Yoksa kendinizden emin değil
misiniz; yaptıklarınızda savunamayacağınız noktalar mı var? Şunu açıkça
söyleyeyim ki, benim kesinlikle böyle bir endişem yoktur, bütün yaptıklarımı
her zaman, her yerde savunabilirim.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 60)
Serbest Cumhuriyet Partisi denemesine hazırlık günlerinde söylemiştir:
Tek partili bir mecliste, özellikle o parti, hadise
ve vak’aların ululaştırdığı bir başkanın kurduğu teşekkül olunca, o teşekküle dayanan hükûmeti
mesuliyet esasına dayanan ciddî bir denetleme imkânsız olur. Ben inkılâp
yapmışım, bir devlet kurmuşum. Hadiseler ismimi, şahsımı, kanunlarla,
Meclis’le, olaylarla karıştırmış. Milletin itimadı var. Böylece devam edip
gidiyor. Fakat bu doğru bir gidiş değildir. Benden sonrası ne olacak? Samimî
bir denetleme kurulmadıkça hükûmet de ve iş başında bulunanlar da
bilinçaltlarında saklı, gizli ve hususî emel ve heveslerini, devletin gerçek
ihtiyaçlarından ayıramazlar. Hükûmetî ve hükûmet adamlarını hatadan ve bu
hatalar yüzünden devleti zararlardan korumak için bir muhalif partiye ihtiyaç
açıktır. Başladığımız inkılâbı tamamlayalım. En büyük emelim, Devlet
Başkanlığı’ndan çekilip partinin başına geçmek ve orada milletin selâmet ve
yükselmesi namına fikir ve ilke mücadelesi yapmaktır.
1930 (Kılıç Ali, Atatürk ve Cumhu-
riyet, Milliyet gazetesi 2.11.1970)
Hükûmeti ve Meclis’i dikkatli bulunduran, tenkit
hürriyetidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazıları, s. 60; 481)
Serbest Cumhuriyet Partisi Lideri Fethi Okyar’a verdiği cevaptan :
Büyük Millet Meclisi’nde ve millet karşısında ulus
işlerinin serbest münakaşası ve iyi niyet sahibi kişilerin ve partilerin özel
görüşlerini ortaya koyarak milletin yüksek menfaatlerini aramaları, benim
gençliğimden beri âşık ve taraftar olduğum bir sistemdir. Memnuniyetle
görüyorum ki, lâik cumhuriyet esasında beraberiz. Zaten benim siyasî hayatta
bir taraflı olarak daima aradığım ve arayacağım temel budur. Bundan ötürü büyük
Meclis’te aynı temele dayanan yeni bir partinin faaliyete geçerek millet
işlerini serbest münakaşa etmesini, cumhuriyetin esaslarından sayarım.
1930 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 544)
Demokrasi ilkesi, egemenliğin millette olduğunu,
başka yerde olamayacağını gerektirir. Bu suretle demokrasi ilkesi, siyasî
kuvvetin, egemenliğin kaynağına ve meşruiyetine temas etmektedir. Demokrasinin
tam ve en belirgin hükûmet şekli Cumhuriyettir.
1930 (Afetinan M.B.ve M.K. Ata-
türk’ün El Yazılar, s. 29; 397-398)
Bugün demokrasi fikri, daima yükselen bir denizi
andırmaktadır. Yirminci asır, birçok müstebit hükûmetlerin, bu denizde
boğulduğunu görmüştür.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 399)
Fransa İhtilâli bütün cihana hürriyet fikrini
yaymıştır ve bu fikrin, hâlen esas ve kaynağı bulunmaktadır. Fakat o tarihten
beri insanlık ilerlemiştir. Türk demokrasisi Fransız İhtilâli’nin açtığı yolu
takip etmiş, lâkin kendisine has ayırıcı özellikle gelişmiştir. Zira her
millet, inkılâbını toplumsal ortamının baskı ve ihtiyacına tâbi olan hal ve
vaziyetine ve bu ihtilâl ve inkılâbın meydana geliş zamanına göre yapar. Her
zaman ve yerde aynı hâdisenin tekrarına şahit değil miyiz? Her ne kadar
milletlerin ve demokrasilerin işbirliği etmeleri lâzım ve mümkünse de
işbirliği, ancak bir tek gayeye, yani barışa yönelmiş ise mümkün ve faydalı
olur. Bu noktayı kavrayıp anlamayanlar, meydana getirdiğimiz eser hakkında bir
fikir ve hüküm elde edemezler.
1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 81)
Bizim milletimiz esasen demokrattır. Kültürünün,
geleneklerinin en derin maziye ait dönemleri bunu doğrular. Bizim
yapabileceğimiz bir şey varsa, bu fıtrî karakterin gereklerini yapay bir
şekilde menetmek isteyenleri ortadan kaldırmaktır.
(Vasfi Raşid Sevig, Türkiye Cumhuriyeti Esas
Teşkilât Hukuku, 1938, Cilt: I, s. 329)
Türk milleti, en eski tarihlerinde meşhur
kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet reislerini seçmeleriyle demokrasi
fikrine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde,
Türklerin teşkil ettikleri devletlerde başlarına geçen padişahlar, bu usulden
ayrılarak müstebit olmuşlardır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 402)
Yenileşme çalışmalarında ve halkçı demokratik
kuruluşlara yönelik gelişmelerinde genç Türkiye Cumhuriyeti, Fransız
demokrasisini doğurmuş olup o zamandan beri her milletin gelişimine ve kendi
teşkilâtına uydurduğu inkılâpçı büyük hak ve adalet ilkelerinde sağlam bir
dayanak bulmuştur.
1928 (Atatürk’ün S.D.V, s. 50)
Millî egemenlik esasına dayanan ve bilhassa
cumhuriyet idaresine malik bulunan memleketlerde siyasî partilerin mevcudiyeti
tabiîdir. Türkiye Cumhuriyeti’nde de, birbirini denetleyen partilerin
doğacağına şüphe yoktur.
1924 (Atatürk’ün S.D.III. s. 77)
Halk Partisi’nin kuruluş hazırlıkları günlerinde verdiği bir demeçten:
Ben öyle bir parti kurmayı tasavvur ediyorum ki, bu
parti milletin bütün sınıflarının refah ve saadetini temine yönelmiş bir
programa sahip olsun. Milletimizin şartları buna müsaittir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 50)
İsmi parti olan halk teşekkülünden maksat, millet
evlâdından bir kısmının, halk sınıflarından bazılarının, diğer evlât ve
sınıfların zararına menfaatlerini temin etmek değildir. Belki, birbirinden ayrı
ve hariç olmayıp halk namı altında bulunan bütün milleti birlik ve beraberlik
halinde ortak ve umumî olan gerçek refaha eriştirmek için faaliyete
getirmektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.III, s. 60)
Bu milletin siyasî partilerden çok canı yanmıştır.
Şunu söyleyeyim ki, diğer memleketlerde partiler mutlaka ekonomik amaçlar
üzerine kurulmuş ve kurulmaktadır. Çünkü, o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır.
Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasî bir partiye mukabil
diğer bir sınıfın menfaatini muhafaza amacıyla bir parti teşekkül eder; bu pek
tabiîdir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi kurulan
siyasî partiler yüzünden şahit olduğumuz neticeler malûmdur. Halbuki Halk
Partisi dediğimiz zaman bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 97)
Herkesçe bilinir ki siyasî partiler, belirli
amaçlarla kurulurlar. Meselâ, İzmir tüccarları yalnız kendi menfaatlerini
tatmin edebilecek bir parti yapabilirler; yahut yalnız çiftçilerden ibaret bir
parti olabilir. Halbuki bizim partimiz, böyle sınırlı bir görüşü izleyen
kuruluş değildir. Tersine, her sınıf halkın menfaatlerini eşit bir surette,
biri diğerini zedelemeden temin etmeyi amaç edinen bir kuruluştur. Bunu
davranış şeklimiz ispat etmektedir. Bundan sonra da böyle olacaktır.Diğer
memleketlerde bu kuruluşun bir benzerini aramaya lüzum yoktur.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 24, Sayı: 82-83, 1931)
Bizim milletimiz, birbirinden çok farklı menfaatler
izleyecek ve bu itibarla birbiriyle mücadele halinde bulunacak çeşitli
sınıflara malik değildir. Mevcut sınıflar, birbirleri için gerekli olma
niteliğindedir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 82)
Siyaset sahasında karşılıklı faaliyetin verimli
gelişmeleri, ancak vatandaşlar arasında düşmanlık meydana gelmesine yer
verilmemesiyle temin olunabilir. Bunun çareleri: Partilerin içine girebilecek
samimiyetten uzak ve gizli maksatlı unsurların, kanun dışında netice isteyen
emel sahiplerinin bütün milletçe iğrenç görülmesi ve bir de cumhuriyet esası
üzerinde çalışan partilerce bu gibilerin faaliyetlerinden daima uzak
kalınmasıdır.
1930 (Atatürk’ün S.D.I.s. 352)
Millet ve memleketten kaynak ve dayanak almayan ve
onun gerçek menfaatleriyle hiç münasebeti olmayacak surette ya sırf teorik veya
hissî ve şahsî programlar etrafında parti kurmaya kalkışacak insanların, millet
tarafından benimsenme şerefine erişeceklerini zannetmiyorum. Benim, bütün
hazırlıklarda ve yapılan işlerde hareket kuralı saydığım bir şey vardır; o da
meydana getirilen kurum ve kuruluşların şahısla değil, gerçekle
yaşayacağıdır.Bundan ötürü herhangi bir program, filânın programı olarak değil,
fakat millet ve memleket ihtiyaçlarına cevap verecek düşünce ve tedbirleri
içine alması sebebiyle kıymet ve saygı kazanabilir.
1922 (Mustafa Baydar, Atatürk’le Konuşmalar, s. 42-43)
Uzağı görücü olduğu kadar milletimizin âcil
ihtiyaçlarına çare bulacak bir programa dayanmayan yenileşme teşebbüsleri,
şahsî ve keyfî olmaktan kurtulamaz. Bu gibi teşebbüsler, sahipleri olan
şahısların değişmesi ile, hatta şahsî nüfuzunun azalması ile söner gider. Diğer
yönden herhangi bir programın uzun bir çalışma devresine rehber olması için
memlekette bütün vatanseverlerin ona yardımcı olması gerekir. Hakikaten büyük
bir kütlenin gelişme emellerini kapsamayan bir programın, başarılı ve devamlı
olması ümit olunamaz.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 47)
Ekonomi demek, her şey demektir. Yaşamak için, mesut
olmak için, insan varlığı için ne lâzımsa onların hepsi demektir. Ziraat
demektir, ticaret demektir, çalışma demektir, her şey demektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 110-111)
Güzel vatanımızı fakirliğe, memleketimizi haraplığa
sürükleyen çeşitli sebepler içinde en kuvvetli ve en önemlisi, ekonomimizde
bağımsızlıktan mahrumiyetimizdir. Memnunluk ve övünmeye değer ki, bu
bağımsızlığı bugün fiilen elde etmiş bir durumda bulunuyoruz. Ancak, fiilen
sahip olduğumuz bu bağımsızlığı, düşmanlarımıza şeklen ve resmen de onaylatmak
gerekmektedir. Devletin ve milletin son hedefi, işte bu noktayı temine
yönelmiştir. Kuvvetle ümit ediyoruz ki, bu noktayı teminde başarı
kazanılacaktır. Bu nokta o kadar önemli ki, onu mutlaka elde edeceğiz!
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 119)
Ben, ekonomik hayat denince ziraat, ticaret, sanayi
faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi
doğru olmayan bir bütün sayarım. Bu vesile ile şunu da hatırlatmalıyım ki, bir
millete bağımsız hüviyet ve kıymet veren siyasî varlık makinesinde, devlet, fikir
ve ekonomik hayat mekanizmaları, birbirine bağlı ve birbirine tâbidirler; o
kadar ki, bu cihazlar birbirine uyarak aynı ahenkte çalıştırılmazsa, hükûmet
makinesinin motris kuvveti israf edilmiş olur, ondan beklenen tam verim elde
edilemez. Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi üç sahada, devlet,
fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları neticelerinin
kazançlarıyla ölçülür.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 379)
Tarih, milletlerin yükseliş ve çöküş sebeplerini
ararken birçok siyasî, askerî, toplumsal sebepler bulmakta ve saymaktadır.
Şüphe yok, bütün bu sebepler, toplumsal hâdiselerde rol oynarlar. Fakat bir
milletin doğrudan doğruya hayatıyla, yükselişiyle, çöküşüyle ilişkili ve ilgili
olan, milletin ekonomisidir. Tarihin ve tecrübenin tespit ettiği bu gerçek,
bizim millî hayatımızda ve millî tarihimizde de tamamen belirmiş bulunmaktadır.
Hakikaten Türk tarihi tetkik olunursa bütün yükseliş ve çöküş sebeplerinin bir
ekonomi meselesinden başka bir şey olmadığı anlaşılır. Tarihimizi dolduran bunca
muvaffakiyetler,zaferler veyahut mağlubiyetler, yokluk ve felâketler, bunların
hepsi meydana geldikleri devirlerdeki ekonomik durumumuzla ilgili ve
ilişkilidir. Yeni Türkiyemizi lâyık olduğu seviyeye eriştirebilmek için,
mutlaka ekonomimize birinci derecede ehemmiyet vermek mecburiyetindeyiz. Çünkü
zamanımız tamamen bir ekonomi devresinden başka bir şey değildir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 100)
Bence, yeni devletimizin, yeni hükûmetimizin bütün
esasları, bütün programları iktisat programından çıkmalıdır; çünkü, her şey
bunun içinde bulunmaktadır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 111)
Türk milleti, bütün tarihinde harp meydanlarında
birçok zafer taçları giymiştir. Bununla övünür, daima övünecektir. Ancak, bu
övünç tacını daha çok süsleyerek milletin başında tutabilmek için, diğer bir
sahada da mutlaka muvaffak olması lâzımdır; o da iktisattır.
1923 (Vakit gazetesi, 29. 1. 1931)
Bir milletin yaşama gereklerini, refah ve
mutluluğunu teşkil eden ekonomi ile meşgul olamaması, olmaması, dikkati çeken
bir durumdur. Fakat biz itiraf etmeye mecburuz ki, ekonomik hayatımıza lüzumu
kadar ehemmiyet vermemiş bulunuyoruz. Bir milletin doğrudan doğruya yaşama
gerekleriyle meşgul olamaması, o milletin yaşadığı devirler ile ve devirleri
tespit eden tarihiyle çok ilgilidir. Bundan ötürü biz de eğer uğraşamamış isek,
gerçek sebeplerini geçirdiğimiz devirlerde ve bilhassa tarihimizde
arayabiliriz. Fakat böyle bir tetkik yaptığımız zaman, üzülerek itirafa
mecburuz ki, biz henüz şimdiye kadar gerçek, ilmî, olumlu anlamıyla millî bir
devir yaşayamadık. Bundan ötürü millî bir tarihe malik olamadık.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 100-101)
Siyasî, askerî zaferler ne kadar büyük olursa
olsunlar, ekonomik zaferlerle taçlandırılamazlarsa husule gelen zaferler
devamlı olamaz, az zamanda söner.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 107)
Bilirsiniz ki, ekonomisi zayıf bir millet fakirlik
ve yoksulluktan kurtulamaz; toplumsal ve siyasî felâketlerden yakasını
kurtaramaz. Memleketin idaresindeki muvaffakiyet de ekonomisindeki kazançların
derecesiyle orantılı olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve
donanmasından evvel ekonomisini düşünmüş olmasın. Memleket ve bağımsızlık
müdafaası için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve vasıtalar, ekonomik
hayatın açılma ve gelişmesiyle olabilir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, S. 182)
Hayat demek ekonomi demektir. Yaşayabilmek için
mutlaka kazanan olmalıdır. Bu millet şimdiye kadar imparatorluklar kurmuştur.
Cihangirler yetiştirmiştir. Halbuki bazı devirler oldu ki, ekonomi ile
uğraşmaya tenezzül etmemiştir! İktisadiyatı aşağı bir şey telâkki ederek onu
başka unsurlara bırakmıştır. Bunun neticesi olarak bugün o unsurlar, o
yabancılar esas unsurun fiilen efendisi olmuştur. Onlar, nihayet bu memleketi
müstemleke telâkki etmişler, onu bir istismar sahası yapmışlardır. Hem nasıl
müstemleke? Kendi evlâdıyla, kendi parasıyla idare olunan bir müstemleke...
Ürünleri, bütün kazancı harice gitmek şartiyle.... Efendiler! Yaşamak için,
kuvvetli bir devlet yapmak için iktisadiyat esastır. Onun için görüş noktamızı,
çalışmalarımızı mutlaka bu merkezin etrafında toplamalıyız. Her mesai şubesini,
mutlaka bu esas noktaya dayandırmalıyız. Meselâ maarif programımız ne
olacaktır? Maarif programımız şu olacak ki, onu takip eden insanlar, güzel
çiftçi, kunduracı, fabrikacı, tüccar olacak. Pratik, yararlı, verimli adam
olacak... Bunları öğreten programların, bunları öğreten memleketlerin ve
kuruluşların tümü maarif olacaktır.
1923 (Gazi ve İnkılâp Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 9. 1. 1930)
Türk tarihi zaferlerle doludur ve zaferlerden sonra
milletin umumî hayatında ve istikbalinde etkili olacak esaslı tedbirler ve
düzeltme yolunda mühim neticeler alındığı görülmüş değildir. Bunun içindir ki
mazideki zaferlerin tesirleri geçici olmuş ve millet, ondan sonra daha müşkül
şartlara ve açık söylemek mecburiyetindeyim ki, gerilemeye maruz kalmıştır. Ben
ve siyasî partim, zaferden sonra geçen dört sene zarfında bilhassa bu esas
görüş noktasından hareket ettik. Milletimiz silâhın ve siyasetin emsalsiz
zaferlerini kazandıktan sonra milletin istikbaline dikilen bakışlarımızla, bir
an hareketsizlik ve gevşeklik hissetmeksizin milletin istikbalini
ebedileştirecek esaslı hedeflere çalışmamızı yönelttik.
1927 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 530)
Nazilli Kumaş Fabrikası’nda, işleyen makineleri incelerken söylediği
söz:
- İşte, halka hayat veren gerçek musiki!
1937 (Afetinan, Ayın Tarihi, No: 47, 1937, s. 52)
Hepiniz hatırlayabilirsiniz: Kanuni Sultan Süleyman
zamanında Venediklilerle ticaret antlaşması yapılmıştı. Fakat Padişah,
Venediklilerle ticaret antlaşması yapmayı kendi şerefine ve onuruna aykırı
buldu. Zira onun zihniyetine göre antlaşma, birbiriyle eşit milletler arasında
yapılırdı. Halbuki Venedik, o zaman Osmanlı Devleti’ne eşit olmak şöyle dursun,
onun doğrudan doğruya emri altında idi. Bundan ötürü Padişah, böyle bir
hükûmetle antlaşma yapamazdı; fakat ona müsaadelerde bulunabilirdi ve
müsaadelerde bulundu. İşte bu müsaade kelimesi, kapitülâsyonlar kelimesiyle
tercüme edilmiştir. Halbuki biliyorsunuz, kapitülâsyon kelimesi, bir kale
içinde muhasara olunan, savunulacak gereç ve vasıtalarını kullandıktan sonra
teslimini bildirmeye mecbur olanlar hakkında kullanılan bir kelimedir. İşte
böyle bir kelimeyi, padişahların müsaadesini tercüme ederken kullanmış
bulundular.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 102)
Kapitülâsyonlar, bir devleti mutlaka çökertir.
Osmanlı Devleti ile Hindistan Türk ve İslâm İmparatorlukları bunun en büyük
delilidir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 97)
Biliyorsunuz ki Osmanlı Devleti “uhud-i atika”* namı
altında bir takım kapitülâsyonların esiri idi. Memleket dahilindeki Hristiyan
unsurlar birçok imtiyazlara, muafiyetlere sahip bulunuyordu. Bir devlet, kendi
memleketinde bulunan yabancılara yargı hakkını uygulayamazsa, bir millet, kendi
halkından aldığı bir vergiyi yabancılardan almaktan menedilmiş bulunursa, bir
devlet kendi hayatını kemiren kendi dahilindeki unsurlar hakkında tedbirler
almaktan menedilirse böyle bir devletin, egemenliğine sahip bağımsız bir devlet
olduğuna inanmak doğru olur mu? İşte Osmanlı Devleti böyle bir halde idi. Bu
kadar da değil... Osmanlı Devleti, kendisini tesis eden esas unsurun, milletin
insanca yaşamasını temin edecek işlere de girişmekten menedilmişti. Memleketi
imar edemez, demiryolu yaptıramaz, yaptırmaya teşebbüs ettiği zaman derhal
yabancılar müdahale eder, hatta bir mektep yapmak istediği zaman bile
müdahaleye maruz kalırdı. Kayda değer ki, bütün bu fenalıklar, milletin boynuna
geçirilmiş bütün bu zincirler, milletimizin herhangi bir hastalığından,
devletin güçsüzlüğünden ileri gelmiş değildi. Bilâkis bütün bu esaret
zincirleri devletin en güçlü, en kudretli bulunduğu bir zamanda boynumuza,
devletin boynuna geçirilmiştir.
Efendiler, bu halin hikmetini, devlet kavramını
anlayış şeklinde aramak lâzımdır. Biliyorsunuz ki tacidarlar, hükümdarlar ve
bilhassa kendilerine “Allahın Gölgesi” diyen padişahlar, memleketi kendi
mâlikânesi ve bütün aslî unsur olan milleti de yine Allah tarafından kayıtsız
şartsız emrine boyun eğen bir kütle farz ederler. Bundan başka padişahların
etrafında birtakım menfaatperestler bulunur ki, onlar da padişahın lütfuna,
himayesine erişmek için bu görüş tarzını iyi imiş gibi gösterirlerdi. Bütün bu
görüş ve yorumlar karşısında mâsum millet, hakikaten bunun doğru olduğunu,
dinin icabından bulunduğunu farz ve zanneder. İşte Osmanlı padişahları, milletin
bu telâkkisinden istifade ederek milletin hakkı olan, milletin şerefi,
haysiyeti ve bütün mevcudiyetiyle ilgili olan birçok kaynakları, hediye ve
bağış olarak yabancılara vermekte tereddüt etmemişlerdir. Biliyorsunuz ki ilk
kapitülâsyon Fatih zamanında, İstanbul’da oturan Cenevizlilere verilmiş, biraz
sonra genişletilmiş ve başka milletleri de içine almıştır. Yine pekâlâ
biliyorsunuz ki, milletin içinde yaşayan Hristiyan unsurlara imtiyaz, aynı
tarihte verilmiştir. Fakat milletin hayatî kaynaklarıyla o kadar ilgili olan bu
imtiyazlar verile verile o kadar büyüdü ki millet, sırtına yüklenen bu yükün
altında kıvranmaya başladı. Tahammül edememeye başladı. Onları, bir hediye ve
bağış olarak alanlar, sonraları bu imtiyazları bir kazanılmış hak telâkki ettiler.
Onunla da kanaat etmediler. Her vesileden istifade ile onları artırmak ve
genişletmek vasıtalarına gittiler. Hükûmeti tehdide kalkıştılar. Efendiler,
haşmet ve gösteriş içinde vakit geçirmeye alışan bu padişahlar, saray ve
erkânı, debdebeyi devam ettirmek kanaatinde bulunuyorlardı. Onun için devletin
hakikî kaynaklarını kuruttuktan sonra muhtaç oldukları parayı hariçten tedarike
kalkıştılar. Bunun için de birçok borçlanmalar yaptılar. Milletin bütün
kaynaklarını vermek ve haysiyet ve şerefini feda etmek suretiyle o
borçlanmaları yaptılar. Bir gün, o paraların faizlerini ödeyemeyecek hale
geldiler. Devlet, cihan gözünde iflâs etmiş sayıldı.
Osmanlı Devleti’nin son dakikaya kadar gösterdiği
manzara şu idi: Memleket dahilinde bütün Hristiyan unsurlar, esas unsurun çok
çok üstünde birçok istisna ve imtiyazlara sahip... Bu unsurlar, devleti
mahvetmek için her türlü hususî teşkilâta sahip ve haricin daimî teşviklerine
ve himayesine mazhar.. Devlet ve Hükûmet ise bunu menetmekten âciz.. Çünkü
bütün bu imhakâr girişimlerin dayanak noktası, dışarda birtakım kuvvetli
devletler idi. Dışardaki devletler hem bir taraftan içerdeki unsurları, devlet
ve memleketi tahrip etmeye ve bir takım istiklâller meydana getirmeye teşvik
ediyor, harekete getiriyor; bir taraftan da onların nam ve hesabına müdahale
ediyor, çalışıyor ve bu suretle bütün dünya nazarında Osmanlı Devleti’nin
hiçbir kıymet, fazilet ve haysiyeti kalmıyor, devlet haysiyeti namına hiçbir
şey kendisinde mevcut kabul edilmiyor, âdeta himaye ve vesâyet altında bir
toplum gibi farz olunuyordu. İşte bu acı darbenin son safhası olmak üzere
memleket ve millete son darbeyi indirmeye hazırlandıkları sırada, memleketin
başında bulunan Saray, Babıâli ve bütün mensupları o düşmanlarla beraber olarak
milletin başına musallat oldular; en son cinayeti işlediler.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 24-25. 12. 1929)
Kapitülâsyonların konferansta* birçok toplantıları
işgal etmiş olması sebebini bir türlü anlayamıyoruz. Bu meselenin söz konusu
edilmesi ve görüşülmesi bile millî onurumuza yöneltilmiş bir hakarettir.
Kapitülâsyonların Türk milleti için ne derece iğrenç bir şey olduğunu size
tarife gücüm yetmez. Bunları, diğer şekil ve namlar altında gizleyerek bize
kabul ettirmeye muvaffak olacaklarını tasavvur ve tahayyül edenler bu konuda
pek çok aldanıyorlar. Zira, Türkler kapitülâsyonların devamının kendilerini pek
az bir zamanda ölüme sevk edeceğini pek iyi anlamışlardır. Türkiye, esir olarak
mahvolmaktansa, son nefesine kadar mücadele etmeye ve savaşmaya karar
vermiştir.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 57)
Bugün için ticaretimiz hakkında ne düşünüyorsun diye
sorarsanız, bu suale bir tek cevap vereceğim. Bugün için düşündüğüm tek şey,
kapitülâsyonlardır. Maddeten, fiilen, kanla kaldırılmış olan kapitülâsyonların,
bir daha dirilmemek üzere yokluğa gömülmesini temin etmektir. Ticaretimizin de,
sanayimizin de, her nevi ekonomimizin de gelişme ve yükselmesi, ancak buna
bağlıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 136)
Her şeyden evvel şurası bilinmek lâzımdır ki Büyük
Millet Meclisi Hükûmeti, kapitülâsyonların bırakılmasını asla kabul
etmeyecektir. Şayet yabancı uyruklar, eskiden olduğu gibi bundan sonra da
kapitülâsyonlardan istifade etmeyi düşünüyorlarsa aldanıyorlar. Kapitülâsyonlar
bizim için mevcut değildir ve aslâ mevcut olmayacaktır. Türkiye’nin
bağımsızlığı her sahada tamamen ve toptan tasdik olunmak şartiyle kapılarımız
bütün yabancılara genişçe açık kalacaktır.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 49)
17 Şubat 1923’de İzmir’de toplanan Türkiye İktisat Kongresi’ni açılış
konuşmasından:
Efendiler; Yüksek heyetinizin bugün yapmış olduğu
Türkiye İktisat Kongresi çok önemlidir, çok tarihîdir. Nasıl ki Erzurum
Kongresi, Sivas Kongresi felâket noktasına gelmiş olan bu milleti kurtarmak
hususunda Misak-ı Millî’nin ve Anayasa’nın ilk temel taşlarını bulmada etken
olmuş, etkili olmuş, girişici olmuş ve bundan dolayı tarihimizde, millî
tarihimizde ve millî hayatımızda en kıymetli ve yüksek hatıraya erişmiş ise,
kongreniz de milletin ve memleketin hayatını ve gerçek kurtuluşunu temine aracı
olacak kuralın temel taşlarını ve esaslarını gösterip ortaya koymak suretiyle
tarihte en büyük üne ve çok kıymetli bir hatıraya erişecektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 112)
Bu vatan, çocuklarımız ve torunlarımız için cennet
yapılmaya değer bir vatandır. İşte bu memleketi böyle bayındır hale, cennet
haline getirecek olan, ekonomik etkenler ve ekonomik faaliyettir. Bu sebeple,
öyle bir ekonomi devri lâzımdır ki, artık milletimiz insanca yaşamasını bilsin,
insanca yaşamanın neye bağlı olduğunu öğrensin ve o gereklere başvursun.
Hepimizin arzusu şudur ki, bu memleketin fertleri ellerinde örnekleriyle
tarımın, ticaretin, sanatın, çalışmanın, hayatın bir temsilcisi olsun. Ve artık
bu memleket böyle fakir ve bu millet yoksul değil, belki memleketimize zengin
memleketi, zenginler memleketi, bu yeni Türkiye’nin adına da çalışkanlar diyarı
denilsin. İşte millet böyle bir devir içinde bulunuyor ve böyle bir devre
yükselecektir. Ve böyle bir devrin tarihini yazacaktır. Ve böyle bir devirde,
böyle bir tarihte en büyük yer, en büyük hak çalışkanlara ait olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 108)
Bu geniş memleketi bayındır bir hale çevirmek
lâzımdır. Bu halk, zengin olmaya mecburdur. Memleket bayındır olmazsa, bu halk
zengin olmazsa, size hâlâ yaşamak imkânından bahsederlerse inanmayınız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 2. 2. 1930)
Herkes güvenle ve bilhassa çok büyük ümitlerle
tarlalarında veya sanatları başında faaliyete geçmiş bulunuyor. Ve çalışma ve
faaliyetlerinin kendilerinden zorla alınmayacak ürünlerini toplayacaklarından
emindirler.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 55)
Muharebe meydanlarında kıymetli evlâtlarımızın süngü
ve silâhlarının zaferi kâfi değildir. Bu zafer ve başarı çok büyüktür; ancak,
gerçek refah ve mutluluğa sahip olabilmek için, asıl bundan sonra çalışmak
gerekir. Sizin için zafer ve ilerleme sahası ekonomide, ticarettedir. Bunu
takdir ediyorsanız, çok çalışmaya mecbursunuz. Aksi takdirde memleketin gerçek
sahibi olduğunuzu söyleseniz bile, kimseyi inandıramazsınız.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)
Eğer, bugüne kadar iktisadî sahada arzu ettiğimiz
derecede büyük gelişmeler görülemiyorsa, bunu tabiî bulmak lâzımdır. Bu demek
değildir ki Türk milleti iktisadiyat sahasında kabiliyetsizdir. Bunu diyenler
belki vardır.Bunlar, Türk milletinin hakikî tarihini bilmeyenler ve onu gerçek
kıymetiyle tanımamış olanlardır. Bütün insanlığa ziraatı, sanatı ilk öğreten
Türk milletidir. Türk milletinin dünyaya eğiticilik etmiş olduğuna artık,
gerçek âlimlerin şüphesi kalmamıştır. Türk milletinin, bundan sonra da lâyık
olduğu derecede iktisadiyat sahasında yükseleceğine kimsenin şüphesi
olmamalıdır. Partimizin vazifesi, bu hedefe bir an evvel erişebilmek için
millete yol göstermek ve yardım etmektir. Biz bunu bir vicdan borcu, bir insanlık
borcu biliriz. Borcumuza sadığız; daima sadık olacağız.
1931 (Vakit gazetesi, 29. 1.1931)
Memleketimizin ekonomik kaynakları, bütün dünyanın
hırslarını çekecek verim ve servete maliktir. Halkımızın çiftçi olması,
topraklarımızın dünyanın en bereketli topraklarından bulunması, maddî hayat
için hiçbir endişeye yer bırakmamaktadır.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 229)
Memleketimiz baştan nihayete kadar hazinelerle
doludur. Biz, o hazineler üstünde aç kalmış insanlar gibiyiz. Hepimiz bütün bu
hazineleri meydana çıkarmak ve servet ve refahımızın kaynaklarını bulmak
vazifesiyle yükümlüyüz. Bu vazifelerin kolaylıkla yapılabileceğini kabul etmek
doğru değildir. Eminim ki, gençler yalnız nazariyatla meşgul değillerdir.
Sanatın, ziraatın, ticaretin ne olduğunu anlayan ve bunları fiilen uygulayan
gençlerdir. Gerçek zaferlere, ancak bu gibi verimli sahalardaki faaliyetle
varacağız.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.114)
Üzerinde yaşadığımız vatanın servet kaynaklarını
işletmek ve bu suretle istikbalimizi açmak ve aydınlatmak için yapılabilecek
olan her tedbire başvurulacaktır.
1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 552)
Ekonomik kalkınma, Türkiyenin,
hür, bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin,
belkemiğidir. Türkiye bu kalkınmada, iki büyük kuvvet dizisine dayanmaktadır:
Toprağının iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına
bir servet olan coğrafî vaziyeti ve bir de, Türk milletinin, silâh kadar, makine de tutmaya yaraşan kudretli eli
ve millî olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştirir
yiğitlikle beliren, yüksek sosyal benlik duygusu...
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 383)
Bundan sonra pek mühim zaferlere kavuşacağız. Fakat
bu zafer süngü zaferleri değil, ekonomi ve ilim ve kültür zaferleri olacaktır.
Ordumuzun şimdiye kadar kazandığı zaferler, memleketimizi gerçek kurtuluşa
yöneltmiş sayılamaz. Bu zaferler, ancak gelecek zaferimiz için kıymetli bir
zemin hazırlamıştır. Askerî zaferlerimizle gururlanmayalım. Yeni ilim ve
ekonomi zaferlerine hazırlanalım.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 72)
Yeni Türkiye Devleti temellerini süngü ile değil,
süngünün de dayandığı ekonomi ile kuracaktır. Yeni Türkiye Devleti cihangir bir
devlet olmayacaktır. Fakat yeni Türkiye Devleti, bir ekonomik devlet olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 56-57)
İçinde olduğumuz halk devrinin, millî devrin millî
tarihini de yazabilmek için kalemlerimiz, sabanlar olacaktır. Bence halk devri,
“ekonomi devri” kavramı ile ifade olunur.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 108)
Biz, bu milleti bugünkü şeklinden daha yüksek
derecelere çıkarmakla yükümlü adamlarız. Bu yükseliş, yalnız meydan
muharebelerinde kazandığımız şereflerle olamaz; bu, buna kâfi değil. Asıl
yükseliş, iktisat sahasında yükseliş olacak!
(Türk Ziraat Tarihine Bir Bakış, 1938, s. 258-259)
Bütün dünyada olduğu gibi memleketimizde de en başta
bulunan mühim işimiz, iktisat işidir.
1932 (Milliyet gazetesi, 13.9.1932)
Tüccar, milletin emeği ve üretimi kıymetlendirilmek
için, eline ve zekâsına güvenilen ve bu güvene liyakat göstermesi gereken
adamdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 381)
Ticarette çok kazanmak değil, sağlam ve temiz
kazanmak kuralı hâkimdir.
1931 (Cumhuriyet gazetesi, 25. 7. 1931)
Eğer tüccarlar bizden olmazsa, millî servetin
ehemmiyetli bir kısmı şimdiye kadar olduğu gibi, yine yabancılarda kalacaktır.
Onun için millî ticaretimizi yükseltmeye mecbursunuz.
1932 (Atatürk’ün S.D.II, s. 132)
Ekonomik faaliyeti dayandıracağımız esaslar, her
türlü bilgiyle beraber bilhassa doğrudan doğruya memleketimiz topraklarını
koklayarak ve bu topraklarda bizzat çalışan insanların sözlerini işiterek
tespit olunacaktır.Sanayi ve ticaretimiz için de aynı görüş geçerli olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 56)
Paramızı, hayatımızı dış düşmanların sataşmasından
kurtarmak, bu memleketin dış düşmanlara esir olmasına müsaade etmemek ne kadar lâzımsa,
aynı zamanda ve onlardan daha fazla bir uyanıklıkla iç düşmanlara, içerdeki
zararlı adamlara da dikkatle bekçilik yapmak ve onların her hareketlerini
gözden kaçırmamak mecburiyetindeyiz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 132)
Sırtınıza giydiğiniz elbise, ayağınıza geçirdiğiniz
kunduradan en ufak şeylere kadar sanat sahiplerine muhtaçsınız. Bütün bu
ihtiyacınızı temin için paranızı düşmanlara vermemek lâzımdır. Kazancınızın
heba olmaması için, başkalarına haraçgüzar olmamak için dindaşınız olan, kendinizden
olan sanatkârlara koşacaksınız. Onlara yardım etmek hem borcunuz, hem
menfaatinizdir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.131)
Kesin zaruret olmadıkça, piyasalara karışılamaz;
bununla beraber, hiçbir piyasa da başıboş değildir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 381)
Küçük esnafa ve büyük sanayi erbabına muhtaç
oldukları kredileri kolayca ve ucuzca verecek bir teşekkül vücuda getirmek ve
kredinin, normal şartlar altında, ucuzlatılmasına çalışmak da çok lâzımdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 382)
Endüstrileşmek, en büyük millî davalarımız arasında
yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde
mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayii kuracağız ve işleteceğiz. En başta
vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan,
en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 381)
Millî ihtiyaç ve menfaatlerimizin kaçınılmaz kıldığı
sanayi şubelerinin bir an önce gerçekleştirilmesine, hassasiyetle çalışıyoruz.
1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 358)
Sanayideki girişimler de, teşvik edecek ve cesaret
verecek niteliktedir. Fakat memleketin zorunlu sanayiinin kurulması bitmedikçe,
her görüş noktasından yürek istirahati duymamıza imkân yoktur. Bu sebeple,
memleketin sanayi donanımını tamamlamak için, bütün gayret ve dikkatimizi
toplamayı yerinde bulurum.
1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 359)
Kanaatim odur ki muhakkak surette birleşmede kuvvet
vardır. Kooperatif yapmak, maddî ve mânevî kuvvetleri, zekâ ve maharetleri
birleştirmektir. Yoksa, bir zayıf ile bir kuvvetlinin birleşmesinden
bahsetmiyorum. Birleşmenin böylesi, zayıf olanın kuvvetliye esir olması
demektir. .. Türkiye’nin çalışma hayatı ve mevcudiyetini mütalâa edince
birleşmeden doğan fayda ve menfaatlerin çok büyük olacağı kanaatine
varacağımızdan şüphe etmiyorum. Böyle bir girişim olurken, birtakım
şikâyetçiler olabilir. Üreticilerin birleşmesinden şahsî menfaatleri
bozulacağını düşünenler, tabiî şikâyet edeceklerdir. Fakat, memleketimiz el
değmemiş bir sahadır. Görülecek çok iş vardır. Onları da tatmin edcek birçok
meşguliyetler bulunabilir. Gerçek ticaret erbabı için hiçbir zarar tasavvur
etmiyorum.
1931 (Vakit ve Cumhuriyet gazeteleri, 1. 1. 1931)
İş Bankası kurumu, Cumhuriyet tarihinde ekonomi
bakımından başlı başına yer alacaktır.Bu kurum, değersiz bir servetin bile,
ekonomik hayatta fert menfaatlerine kullanılmayıp ulus menfaatine
kullanılmasından çıkabilecek olan büyük neticeleri, az bir zamanda ve özellikle
yepyeni bir devlet kuruluşunun türlü inkılâp güçlükleri içinde evrensel bir
surette fiilen göstermiştir.
1936 (Türkiye İş Bankası, Kuruluşu,
Çalışmaları, Eserleri, 1942, s. 7)
Banka, memleketimizin iktisadiyatına çok yararlı
hizmetler yapmıştır. Bence, bütün bu hizmetlerin üstünde daha büyük olan bir
hizmeti de bankacılığa gençlerimizi yetiştirmiş olmasıdır. En çok bununla
iftihar ederiz.
1933 (Akşam gazetesi, 27. 8. 1933, s.2)
En güzel coğrafî vaziyette ve üç tarafı denizle
çevrili olan Türkiye, endüstrisi, ticareti ve sporu ile, en ileri denizci
millet yetiştirmek kabiliyetindedir. Bu kabiliyetten istifadeyi bilmeliyiz;
denizciliği, Türk’ün büyük millî ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda
başarmalıyız.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 382)
Adana’da Esnaf Cemiyeti’nin çayında söylemiştir:
Bir milleti yaşatmak için birtakım temeller lâzımdır
ve bilirsiniz ki, bu temellerin en mühimlerinden biri sanattır. Bir millet,
sanattan ve sanatkârdan mahrumsa tam bir hayata malik olamaz. Böyle bir millet,
bir ayağı topal, bir kolu çolak, sakat ve hastalıklı bir kimse gibidir. Hattâ kastettiğim
mânayı bu söz de ifadeye kâfi değildir. Sanatsız kalan bir milletin hayat
damarlarından biri kopmuş olur.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 125)
Sanatın önemini takdir etmeli ve bu takdirin,
bugünün gereklerine göre lâzım gelen vasıtalara başvurmakla olacağını
anlamalıyız.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 126)
Babalarımız, babalarımızın babaları sanatla, millete
hayat ve mutluluk verecek alanlarla gereği kadar uğraştırılmamış, kendi
evlerini ve kendi işlerini bırakmışlar, yabancıların bekçiliğini yapmışlardır.
Halbuki, bizi mahvetmek isteyenler sanatın her dalında ilerlemişlerdir. Bugünkü
tezgâhla Amerika ve Avrupa’ya karşı mücadelenin sonucu mağlubiyettir. Kendi
derecemizi bilelim, insaf edelim. Neyi öğrenmek lâzımsa onu öğrenelim; bize din
de Allah da bunu emrediyor.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.128)
Erişmeye mecbur bulunduğumuz seviyeye, bugüne kadar
uzak kalışımızın mühim sebeplerinden biri, sanata ve sanatkârlığa lâyık olduğu
derece ehemmiyet verilmemiş olmasıdır. Bunda kabahatin, her şeyde olduğu
gibi,sultanlarda, şahsî saltanatlarda olduğu daima hatırda tutulmalıdır.
Milleti içinde bir saraç mevcudiyetinden üzgün, kırgın olan Osmanlı Padişahı
vardı.
1923 (Maarif Vekilliği Dergisi,
Sayı : 21-22, Şubat 1939)
Memleketimizin verimli topraklarından, sonsuz özelliklerinden,
çeşitli ve zengin kaynaklarından kimseye muhtaç olmaksızın hakkıyla istifade
edebilmek için ve bundan ötürü milletimizi mesut ve müreffeh, ordumuzu tamamen
ihtiyaçtan uzak ve kuvvetli yaşatabilmek için, sanat şarttır. Sanatın en
basiti, en şereflisidir. Kunduracı, terzi, marangoz, saraç, demirci, nalbant,
sosyal hayatımızda, askerî hayatımızda hürmet ve değer mevkiine hak kazanmış
sanatkârlardır.
1922 (Atatürk’ün S.D. II, s. 32-33)
Dünyanın fen ve sanatta en son ilerlemelerini göz
önünde bulunduracağız.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 167)
Bir millet, sanatsız yaşayamaz. Mazide belki büyük
fabrikalar halinde değil, fakat her evde bir tezgâh veya birkaç tezgâh vardı.
Milletimizin gayet ince sanatları vardı. Bunların da hepsi bitti. Çünkü
yabancılara verilen imtiyazlar, bu küçük tezgâhların yaşamasına mâni oluyordu.
Yabancı mallarına rekabet etmek ihtimali yoktu. İmtiyazlı ithalât neticesinde
sanayimiz söndü. Bunları da canlandırmak lâzımdır. Artık, yeni hükûmette dış
imtiyazlar söz konusu olamaz. Ancak, küçük tezgâhlarda da umumî ihtiyaçlar
temin edilemez. Onun için memlekette fabrikalar kurmaya, sanayiin gelişmesini
kolaylaştırmaya mecburuz. Yollarımızı, demiryollarımızı yapmak için, limanlar
vücuda getirmek için ne kadar para, ne kadar uzmanlık lâzımdır! Bunu biraz
düşünmek, insanı hüzne ve umutsuzluğa sevk eder. Bununla beraber asla umutsuz
olmak lâzım gelmez. Biz, bu kadar geniş, kıymetli ve sonsuz hazinelere mâlik
olan bu memleketin sahibi oldukça ve milletimiz gayet kıskanç bir suretle millî
egemenliğini elinde tutarak mukadderatını bizzat idareye devam ettikçe sermaye
de, kurumlar da, uzmanlık da bulur, her şey bulur!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan,Milliyet gazetesi, 8. 9. 1930)
Biz Türkler, yüz sene evveline kadar her şeyi kendi
çekicimizle, kendi örsümüz üzerinde vücuda getirir, kendi çarşımızda kendi
elimizle satardık. İşte bunun için büyük bir millettik.
1923 (Atatürk’ün S.D.V, s. 203)
Türk lokantacıları tarafından şerefine verilen ziyafette söylemiştir:
Sofra düzeni, sofra hizmeti gerçekten önemlidir; en
önemli ihtiyaçlarımızdandır. Bunun için esas, sofra yöneticileri ve
garsonlardır. Üzülerek söylemek gerekir ki, memleketimizde bu tür sanatkârlar
ihtiyaç ile orantılı tarz ve miktarda yetiştirilmemiştir. Evlerimizde,
lokantalarımızda, otellerde bu hususları, medenî insanlara yakışacak biçimde
yapmaya mecburuz. Bugün burada bir defa daha gördük ki, aşçılık sanatında
yüzümüzü güldürecek sanatkârlarımız vardır; kendilerini takdir ile anıyorum.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 221)
Bizzat Anadolu içerlerinde yaptığım seyahatlerimde
gördüm ki, biz Türkler misafirlerimizi ağırlama için onlara verdikleri
ziyafetlerde çok sayıda yemek yapıyoruz. Bu ekonomiye aykırı olduğu gibi,
takdir edersiniz ki sağlığı da zararlıdır. Milletimizin misafirperverlikteki bu
geleneğini makul bir hadde çevirmeyi hepimiz vazife saymalıyız.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 221)
Halkımızın estetik kabiliyetlerini aksettiren ve her
günkü ihtiyaçlarımızın büyük bir kısmını karşılayan el ve ev küçük
sanatlarının, cumhuriyet rejiminde lâyık olduğu seviyeye yükseltilmesi gerekir.
Bunun için özendirmeler yapılmasını tavsiyeye değer bulurum.
1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 392)
Türkiye Cumhuriyeti, sanat mekteplerinin tam
gelişmesine çok muhtaçtır.
1924 (Maarif Vekilliği Dergisi,
sayı: 21-21, Şubat 1939)
Türkiye’de devlet madenciliği, millî kalkınma
hareketiyle yakından alâkalı mühim konulardan biridir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 382)
Ekonomik siyasetimizin mühim gayelerinden biri de
umumî menfaatleri doğrudan doğruya ilgilendirecek ekonomik kuruluşları ve
teşebbüsleri, malî ve teknik kudretimizin müsaadesi nispetinde
devletleştirmedir. Bu cümleden olarak topraklarımızın altında işlenilmeden
duran maden hazinelerini az zamanda işleterek milletimizin menfaatine açık
bulundurabilmek de ancak bu usul sayesinde mümkündür.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 220)
Maden işletilmesi, gelişme halindedir. Madenlerimiz,
bizim başlıca bir döviz kaynağımız olduğu için de, yüksek dikkatinizi çekmeğe
değerdir.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 374)
1935 Ağustos ayında Milletlerarası İzmir Fuarı’nın açılışına gönderdiği
mesaj :
Türkiye’nin uyguladığı devletçilik sistemi,
ondokuzuncu asırdanberi sosyalizm nazariyecilerinin ileri sürdükleri
fikirlerden alınarak tercüme edilmiş bir sistem değildir. Bu, Türkiye’nin ihtiyaçlarından
doğmuş, Türkiye’ye has bir sistemdir. Devletçiliğin bizce mânası şudur:
Fertlerin özel teşebbüslerini ve faaliyetlerini esas tutmak; fakat büyük bir
milletin bütün ihtiyaçlarını ve birçok şeylerin yapılmadığını göz önünde
tutarak, memleket ekonomisini devletin eline almak. Türkiye Cumhuriyeti
Devleti, Türk vatanında asırlardan beri ferdî ve hususî teşebbüslerle
yapılamamış olan şeyleri bir an evvel yapmak istedi ve kısa bir zamanda yapmaya
muvaffak oldu. Bizim takip ettiğimiz bu yol, görüldüğü gibi, liberalizm’den
başka bir yoldur.
1935 (Ulus gazetesi, 23.8.1935, s. 5)
Herhalde devletin, siyasî ve fikrî hususlarda olduğu
gibi bazı ekonomik işlerde de düzenleyiciliğini ilke olarak kabul etmek uygun
görülmelidir. Bu takdirde karşı karşıya kalınacak müşkülât şudur: Devlet ile
ferdin karşılıklı faaliyet sahalarını ayırmak.
Devletin bu husustaki faaliyet hududunu çizmek ve bu
hususta dayanacağı kuralları tespit etmek; diğer taraftan, vatandaşın ferdî
teşebbüs ve faaliyet hürriyetini sınırlamamış olmak, devleti idareye
salâhiyettar kılınanların düşünüp tâyin etmesi lâzım gelen meselelerdir. İlke
olarak, devlet ferdin yerine geçmemelidir. Fakat “ferdin gelişmesi için umumî
şartları göz önünde bulundurmalıdır”. Bir de ferdin şahsî faaliyeti, ekonomik
ilerlemenin esas kaynağı olarak kalmalıdır. Fertlerin gelişmesine mâni olmamak,
onların her görüş noktasından olduğu gibi, bilhassa ekonomik sahadaki hürriyet
ve teşebbüsleri önünde devlet kendi faaliyetiyle bir engel vücuda getirmemek,
demokrasi ilkesinin en mühim esasıdır. O halde diyebiliriz ki “ferdiyet
gelişiminin engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet faaliyetinin
hududunu teşkil eder”. Buna göre, “umumiyetle, zaman ve mekânda daimî bir
hususî özellik gösteren ekonomik bir işi, devlet üzerine alabilir”. Meselâ; bir
iş ki büyük ve muntazam bir idareyi gerektirir ve hususî fertler elinde
tekelleşmeye uğramak tehlikesini gösterir veyahut umumî bir ihtiyaca tekabül
eder, o işi devlet üzerine alabilir. Madenlerin, ormanların, kanalların,
demiryollarının, deniz ulaşım şirketlerinin devlet tarafından idaresi ve para
çıkaran bankaların millîleştirilmesi; yine su, gaz, elektrik vesaireye ait
işlerin yerel idareler tarafından yapılması, yukarda izah ettiğimiz türden
işlerdir.
Bu izah ettiğimiz mâna ve telâkkide, “devletçilik,
bilhassa içtimaî, ahlâkî ve millîdir”. Millî servetin dağılımında, daha
mükemmel bir adalet ve emek sarf edenlerin daha yüksek refahı, millî birliğin
muhafazası için şarttır. Bu şartı daima göz önünde tutmak, millî birliğin
mümessili olan devletin mühim vazifesidir.
Umumî menfaate hizmet eden müesseselerin
çoğaltılması, devletin ehemmiyetle göz önünde tutucağı bir meseledir. Bu sayede
sırf menfaatperest faaliyetler sınırlanır.
Bu, vatandaşlar arasında ahlâkî dayanışmanın gelişmesine yardım eden
mühim bir etkendir.
Memlekette her nevi üretimin daha fazlalaşması için,
ferdî teşebbüsün, devletçe gerekli olduğunu da ehemmiyetle kaydettikten sonra,
ifade etmeliyiz ki “Devlet ve fert birbirine karşıt değil, birbirinin
bütünleyicisidir”.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 441-445)
Cumhuriyetimiz henüz çok gençtir. Maziden kendine
miras kalan bütün hayatî işler, zamanın mecburiyetlerini tatmin edecek derecede
değildir. Siyasî ve fikrî hayatta olduğu gibi iktisadî işlerde de fertlerin
teşebbüsleri neticesini beklemek doğru olamaz. Mühim ve büyük işleri, ancak
milletin umum servetine ve devletin bütün teşkilât ve kuvvetine dayanarak,
millî egemenliğin tatbik ve icrasını düzenleme ile görevli olan hükûmetin,
mümkün olduğu kadar üzerine alıp başarması tercih olunmalıdır.
Diğer bazı devletlerin ikinci derecede görebileceği
ve fertlerin teşebbüslerine terk olunmasında sakınca görülmeyen işlerden bir
çoğu, bizim için hayatîdir ve birinci derecede mühim devlet vazifeleri arasında
sayılmalıdır.
Özet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni idare edenlerin,
demokrasi esasından ayrılmamakla beraber “ılımlı devletçilik” ilkesine uygun
yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun
olur. Bizim takibini uygun gördüğümüz “ılımlı devletçilik” ilkesi, bütün üretim
ve dağılım araçlarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar
dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm ilkesine dayalı
kollektivizm yahut komünizm gibi hususî ve ferdî iktisadî teşebbüs ve faaliyete
meydan bırakmayan bir sistem değildir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 447 - 449)
Türkiye Cumhuriyeti halkını ayrı ayrı sınıflardan
oluşmuş değil ve fakat ferdî ve toplumsal hayat için işbölümü itibariyle
muhtelif çalışma gruplarına ayrılmış bir topluluk olarak düşünmek, esas
ilkelerimizdendir.
A) Çiftçiler, B) Küçük sanat
sahipleri ve esnaf, C) Amele ve işçi, D) Serbest meslek sahipleri, E) Sanayi
sahipleri, F) Tüccar ve G) Memurlar, Türk topluluğunu teşkil eden başlıca
çalışma gruplarıdır. Bunların her birinin çalışması, diğerinin ve umumî
topluluğun hayat ve mutluluğu için zarurîdir. Partimizin bu prensiple hedef
tuttuğu gaye, sınıf mücadelesi yerine toplumsal düzen ve birliği temin etmek ve
birbirini zedelemeyecek şekilde menfaatlerde ahenk kurmaktır. Menfaatler,
kabiliyet, marifet ve çalışma derecesiyle orantılı olur.
1931 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 550)
Muhtelif meslek sahiplerinin menfaatleri diğerlerine
karışmış olduğundan, onları sınıflara ayırmak imkânı yoktur ve bütünü halktan
ibarettir.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s.97)
Biz, memleket halkı fertlerinin ve muhtelif sınıf
mensuplarının birbirlerine yardımlarını, aynı kıymet ve mahiyette görürüz;
hepsinin menfaatlerinin aynı derecede ve aynı eşitseverlik hissiyle teminine
çalışmak isteriz. Bu tarz, milletin umumî refahı, devlet yapısının
kuvvetlenmesi için, daha uygun olduğu kanaatindeyiz. Bizim nazarımızda çiftçi,
çoban, işçi, tüccar, sanatkâr, asker, doktor, kısaca, herhangi bir sosyal
müessesede faal bir vatandaşın hak, menfaat ve hürriyeti eşittir. Devlete, bu
telâkki ile azamî faydalı olmak ve milletin emniyet ve iradesini, yerine sarf
edebilmek, bizce, bizim anladığımız mânada, halk hükûmeti idaresi ile mümkün
olur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 425-427)
Bugünkü savaşımlarımızın gayesi, tam bağımsızlıktır.
Bağımsızlığın tamlığı ise ancak malî bağımsızlık ile mümkündür. Bir devletin
maliyesi bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayatî kuruluşlarında
bağımsızlık felce uğramıştır. Çünkü, her devlet organı ancak malî kuvvetle
yaşar. Malî bağımsızlığın korunması için ilk şart, bütçenin ekonomik bünye ile
orantılı ve denk olmasıdır. Bundan ötürü, devlet bünyesini yaşatmak için
dışarıya müracaat etmeksizin memleketin gelir kaynaklarıyla idareyi temin çare
ve tedbirlerini bulmak, lâzım ve mümkündür. En üst derecede tasarruf, millî
özelliğimiz olmalıdır. Mazinin ve düşmanların, memleket ve milletimizi bütün
medeniyet dünyasıyla birlikte ileriye götürmekten menetmiş olan zincirleri, bugün
bizi, az zamanda fevkalâde girişimlerde ve icraatta bulunmaya zorluyor. Ancak,
bu mecburiyetin tatmini ve kayıpların telâfisi bugünkü maliye kudretimizin
üstündedir. Bundan dolayı hükûmetimizin, her medenî devlet gibi dış
borçlanmalar yapmasına lüzum vardır. Şu kadar ki ödünç alınan yabancı
paralarını, şimdiye kadar Babıâli’nin yaptığı tarzda, ödemeye mecbur değilmişiz
gibi, maksatsız israf ve kullanma ile borçlarımızın yükünü artırarak malî
bağımsızlığımızı tehlikeye maruz bırakmaya kesin şekilde karşıyız. Biz,
memlekette bayındırlığı, üretimi ve halkın refahını temin edecek, gelir
kaynaklarımızı geliştirecek verimli borçlanmalara taraftarız.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 222-223)
Para, her türlü vasıtanın üstünde bir mevcudiyet silâhıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 47:437)
Memleketimizi bugünkü medeniyetin gerektirdiği
dereceye bir an evvel eriştirmek için yalnız milletin sermayesi, milletin ilmî
ve fennî teşebbüsleri kâfi gelmez. Haricin sermayesine, uzmanlığına da
ihtiyacımız vardır.Bu noktada dar bir milliyetperverlikten çıkıyoruz; biraz
daha geniş milliyetperver oluruz. Yabancı sermayesinden istifade edeceğiz.
Devletin bağımsızlığı, milletin egemenliği ve bütün hayatî gerekleri ve
kabiliyeti korunmuş olmak şartıyla, yalnız korunmuş olmak şartıyla değil, o
şartları pekiştirme maksadıyla yabancı sermayesinden istifade söz konusu
olabilir. Ancak, benliğimize ve mevcudiyetimize hiçbir zarar vermeksizin
haricin sermayesi memleketimize girebilir. Demek ki, memlekete yabancı sermayesinin
girmesi birtakım kayıtlara, şartlara tâbidir. Birinci derecede önemle göz
önünde tutulacak şey, bağımsızlığımızın ve dahilî vaziyetimizin düşürülmesine
yönelik herhangi siyasî bir görüşe sahip olanları memlekete sokmamak...
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 2-3. 2. 1930)
Evvelce Türkiye’de yabancı girişimlerinin, yabancı
maksatlarının bize telkin ettiği endişeler, tamamen yok olmuş değildir. Eğer
bazen ihtiyatlı hareket ediyorsak, aşırı derecede şüpheli davranıyorsak, bize
çok pahalıya mal olan hürriyetimizi kaybetmek hususundaki korkumuzdandır. Bu
hürriyetin bir küçük kısmını sakat etmektense, hepsini birden feda etmeyi
tercih ederiz.
1923 (Atatarük’ün S.D.III, s.69)
Ekonomi sahasında düşünürken ve konuşurken
zannolunmasın ki, biz yabancı sermayesine karşı bulunuyoruz. Hayır! Bizim
memleketimiz geniştir; çok çalışmaya ve sermayeye ihtiyacımız vardır. Bu
nedenle kanunlarımıza saygılı olmak şartiyle yabancı sermayelerine gereken
teminatı vermeye her zaman hazırız ve arzuya değer ki, yabancı sermayesi bizim
çalışmamıza ve sabit servetimize katılsın. Bizim için ve onlar için faydalı
neticeler versin; fakat, eskisi gibi değil! Gerçekten mazide ve bilhassa
Tanzimat devrinden sonra, yabancı sermayesi memlekette müstesna bir mevkie malik
oldu ve ilmî mânasıyla denebilir ki, devlet ve hükûmet yabancı sermayesinin
jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Artık her medenî devlet gibi,
millet gibi, yeni Türkiye de bunu uygun göremez. Burasını esir ülkesi
yaptıramaz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 109)
Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Roosevelt’in gönderdiği yazıya
verdiği cevaptan:
Ekonomik kalkınma için her memlekette yapılan
gayretlerin, makul ve iyi düşünülmüş beynelmilel toplu tedbirlere tamamlanması
zarurî olduğunda tamamiyle aynı görüşteyiz. Bu yolda milletlerarası emeklerin
her millete, kendi hususiyetlerine uygun bir gelişme imkânını verecek surette
birleştirilmesi gerektiğini ve dünyanın ekonomik refahı hususunda herkes
tarafından umumiyetle kabul olunacak fikrin, her memleketin kendine has şartlar
içinde ilerleme ve refaha erişmek hususundaki hakkına riayet etmek olduğunu her
zaman ifade ettik.
1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 556)
Biz ekonomik genişliğin temelini de, ancak her
milletin refahla yaşamaya ve ilerlemeye hakkı olduğunu kabul eden bir
zihniyetle, bütün milletlerin birlikte çalışmaları yolunun bulunmasında
görüyoruz.
1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 357)
Milletleri birbirine bağlayan ananevî bağlar
arasında iktisadî ve ticarî münasebetler, şüphesiz ki ileri gelenlerdendir.
1933 (Atatürk’ün S.D.V, s. 63)
Memleketin malî durumu, intizam, emniyet ve inzibat
üzerine kuruludur. Devletçi ve halkçı olan bir idare ve ekonomi hayatında
hazinenin kudret ve intizamı, başlıca dayanaktır.
(Onbeşinci Yıl Kitabı, 1938, s. 121)
Cumhuriyet bütçelerinin beliren ve daima
kuvvetlenmesi gereken müşterek hususiyetleri, yalnız denk oluşu değil, aynı
zamanda, koruyucu, kurucu ve verici işlere, her defasında daha fazla pay
ayırmakta olmalarıdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 384)
Herhangi bir malî karar alınırken, ilk göz önüne
getireceğimiz şey, millî faaliyet ve millî üretim, yeni verginin bizzat ana
kaynağı üzerine yapacağı tesirler olmalıdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 385)
Her nevi malî üstlenmelerimizi, günü gününe yerine
getirmek suretiyle, Devlet itibarını ve malî sermaye ve hisseleri muhafaza ve
takviye hususunda bütün tedbirleri almak ve bu mevzuda dikkatli bulunmak
ilkemizdir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 384)
Samimî bir bütçeye ve gerçek bir ödeme dengesine
dayanan paramızın fiilî istikrar vaziyetini, kesin surette muhafaza edeceğiz.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 384)
İyi usul ve iyi uygulamanın memnun edici
neticelerini vatandaş, hiçbir işte vergi mevzuu kadar hassasiyetle takdir
etmez.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s.375)
Devlet gelirlerinin artırılmasını yeni vergiler
koymaktan ziyade, devamlı bir programla mevcut vergilerin konma ve toplanma
usullerinin düzeltilmesinde aramak lâzımdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 385)
Maliyemiz denk bütçe, sağlam ödeme, vergi
sistemlerini mükellef lehine düzeltme ve hafifletme ve millî paranın
istikrarını koruma ilkelerini tam bir bağlılık ve başarıyla takip ve tatbik
etmektedir.
1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 353)
Vatandaşa hazineye karşı yükümlülüğünün, en mühim
vazifesi olduğunu anlatmak için, yorulmamak lâzımdır. Şüphe yoktur ki,
özellikle devletçi ve halkçı olan bir idare ve ekonomi hayatında, hazinenin
kudret ve düzeni, başlıca dayanaktır. Cumhuriyetin kudreti de, her sahada ve
millî savunma sahasında, ihtiyaçlarını karşılayan hazinesinin düzenindedir.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 375)
Serbest Cumhuriyet Partisi’ne mensup bazı kişilerin, vergileri
kaldıracakları şeklinde propaganda yapmaları nedeniyle söylemiştir:
Vatandaş olan bir insanın, devlet kurmuş bir topluma
mensup bir ferdin, verginin kalkabileceği hakkında fikir edinmesi ve buna sevk
edilmesi, bu toplumun çökmesini ve devletin batmasını istemekle birdir.
Askerlik nasıl vatanî bir vazife ise, vergi de vatandaşın mutlaka yerine
getirmeye mecbur olduğu bir borçtur. Vatandaşı millete karşı, milletin
gelişmesini ve ayakta durmasını temin edecek tedbirlere karşı koymak en büyük
bir ihaneti işlemektir.
1931 (Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahat-
leri, s. 36-37; Cumhuriyet gazetesi, 19.2.1931)
Hazine çıkarı düşüncesinin ve teranelerinin memleket
için felâketli bir formül olduğu bir an hatırdan çıkartılmamalıdır. Hükûmetin
hikmet-i vücudu bu gibi sözlerle halka hükmetmek, müşkülât çıkarmak, zulmetmek
değil, hizmet etmektir.
(Kılıç Ali, Atatürk’ün Hususiyetleri, 1955, s. 56)
Cumhuriyet rejiminde, hazine çıkarı demek, kanunun
hazine lehine tespit ettiği hakla, kanunun mükellefi karşılaştırdığı vazifeyi
gayet denk bir halde elde tutmak demek olduğunu bir an hatırdan uzak tutmamak,
önemli ilke-mizdir.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 385)
Maliye memurları da, İçişleri memurları gibi, halkla
daimî teması olan teşkilâttır. Bunların da, halk ile temaslarında, halk için
çalışan bir halk hükûmetinin tabiî vasfı olan azamî dikkat ve özen göstermek ve
azamî güven ve inan vermek özelliklerinin gelişmesine bilhassa itina etmeleri
lâzımdır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 385)
Milletimiz çok büyük acılar, mağlubiyetler, facialar
görmüştür. Bütün olanlardan sonra yine bu topraklarda bulunuyorsa bunun temel
sebebi şundandır: Çünkü Türk çiftçisi bir eliyle kılıcını kullanırken diğer
elindeki sabanla topraktan ayrılmadı. Eğer milletimizin büyük ekseriyeti çiftçi
olmasaydı, biz bugün dünya yüzünde bulunmayacaktık.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 117)
Adana çiftçileri tarafından şerefine verilen ziyafette söylemiştir:
Diyebilirim ki hayatımda
yaşadığım en yüce, en sade, en mesut ve samimî gece, bu gecedir. Çünkü bu gece,
çok derin hürmetlerle, sevgilerle bağlı bulunduğumuz milletimizin büyük
çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada,
onların emekleriyle meydana gelmiş ekmeği onlarla beraber yiyiyoruz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 116)
Türkiye’nin gerçek sahibi ve
efendisi, gerçek üretici olan köylüdür. O halde, herkesten daha çok refah,
mutluluk ve servete hak kazanmış ve lâyık olan köylüdür. Diyebilirim ki,
bugünkü felâket ve yoksulluğun tek sebebi bu gerçeği görememiş olmamızdır.
Gerçekten, yedi asırdan beri dünyanın muhtelif taraflarına sevk ederek
kanlarını akıttığımız, kemiklerini topraklarında bıraktığımız ve yedi asırdan
beri emeklerini ellerinden alıp israf eylediğimiz ve buna mukabil daima küçük
ve hor görerek mukabele ettiğimiz ve bunca fedakârlık ve ihsanlarına karşı
nankörlük, küstahlık, zorbalıkla uşak derecesine indirmek istediğimiz bu gerçek
sahibin huzurunda tam bir utanç ve saygı ile gerçek yerimizi alalım. Efendiler!
Milletimiz çiftçidir. Milletin çiftçilikteki çalışmasını yeni ekonomik
tedbirlerle son hadde eriştirmeliyiz. Köylünün çalışmasının neticeleri ve
verimlerini, kendi menfaati lehine son hadde çıkarmak, ekonomik siyasetimizin
temel ruhudur.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 219)
Köylü, hepimizin velinimetimizdir. Bu soylu unsurun
refahını düşüneceğiz.
1931 (Cumhuriyet gazetesi, 25.7.1931)
Türk köylüsünü “efendi” yerine getirmedikçe memleket
ve millet yükselemez.
(Mahmut Esat Bozkurt, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s.94)
Memleketimiz, şu iki şeyin memleketidir: Biri
çiftçi, diğeri asker. Biz çok iyi çiftçi ve çok iyi asker yetiştiren bir
milletiz. İyi çiftçi yetiştirdik; çünkü topraklarımız çoktur. İyi asker
yetiştirdik; çünkü o topraklara göz diken düşmanlar fazladır. O toprakları
sürenler, o toprakları koruyan, hep sizlersiniz. Bundan sonra da daha iyi
çiftçi ve daha iyi asker olacağız. Ama bundan sonra asker oluşumuz, artık
eskisi gibi başkalarının hırsı, şan ve şöhreti, keyfi için değil, yalnız ve
yalnız bu aziz topraklarımızı korumak içindir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 131)
Devlet, temel unsur olan çiftçiye ve çobanı
kuvvetlendirmek mecburiyetindedir. Bunu kuvvetlendirmek de, öyle lâfla olmaz;
kuvvetlenmesi arzuya lâyıktır, demekle de olmaz. İlmin, fennin ve asrın
gerektirdiği vasıta ve araçlara fiilen girişmek lâzımdır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 4. 2. 1930)
Çiftçilerimizin gayretiyle memleketimizin verimli
tarlaları, birer bayındırlık kaynağı olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 131)
Kılıç kullanan kol yorulur, nihayet kılıcı kınına
koyar ve belki kılıç o kında küflenmeye, paslanmaya mahkûm olur. Fakat, saban
kullanan kol, gün geçtikçe daha ziyade kuvvetlenir ve daha çok kuvvetlendikçe
daha çok toprağa sahip olur.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s.103)
Kılıç ile zafer kazananlar, sabanla zafer
kazananlara mağlup olmaya ve bunun sonucu, yerlerini onlara bırakmaya
mecburdurlar.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 102)
Ben de çiftçi olduğumdan biliyorum, makinesiz ziraat
olmaz. El emeği güçtür. Birleşiniz! Birliklerle makine alırsınız. Senede yüz
dönüm çalışır, on misli eker, yüz misli elde edersiniz. Bir de toprağa sevdiği
tohumu bulup atmalıdır. Memleketimiz, çiftçi memleketi olmaya henüz hak
kazanmamıştır. Ziraat memleketi olacağız. Bu da ancak makineli ziraatla olur.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S., s. 17)
El emeği kâfi değildir. Makinelerden istifade etmek
lâzımdır. Asırlardan beri kullanmakta olduğumuz sabanları bir tarafa
bırakacağız. Çağın ilerlemesinin gerektirdiği bütün ziraî âlet ve araçları
memlekete getireceğiz. İnsan kuvvetini makine ile telâfi etmek
mecburiyetindeyiz. Fakat, yalnız çalışmak, yalnız lâzım olan ziraî âlet ve
araçları elde etmek kâfi değildir. Çalışmanın yolunu da bilmek lâzımdır; bunun için
de ilim lâzımdır, fen lâzımdır, irfan lâzımdır. Bundan ötürü çiftçilerimizi, bu
görüş noktasından yetiştirmek icap eder. Bu yoldan gideceğiz.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 4-5. 2. 1930)
Memleketimizin genişliğini ve nüfusumuzun bu
genişlikle ne kadar orantısız olduğunu da hatırlayınız. Bu geniş ve verimli
toprakları işleyebilmek, işletebilmek için noksan olan el emeğini, mutlaka
teknik âletler ile gidermek mecburiyetindeyiz. Memleketimiz, ziraat
memleketidir. Bu itibarla halkımızın ekseriyeti çiftçidir, çobandır. Bundan
ötürü en büyük kuvveti, kudreti bu sahada gösterebiliriz ve bu sahada mühim
yarışma alanlarına atılabiliriz.
1923 (Atatürk’ün S.D. II, s. 111)
Memleketimiz çok geniştir, arazimiz çoktur, vaktimiz
de dardır. Bu geniş ve bereketli memleketi işletmek için, onun cevherlerini
milletin saadetini temin edecek bir servet haline koymak için, acele etmeye
mecburuz. Onun için makinelerden istifade edeceğiz. Artık, asırlardan beri
kullanmakta olduğumuz eski sabanlarla, bu memleketin servet hazineleri
gelişemez. Bütün çiftçilerimizin makine
sahibi olması, makine kullanmasını bilmesi, makine yapacak müesseselere
malik bulunması lâzımdır. Bu da kâfi
değildir efendiler! Eğer biz, bu faaliyetin ürününü tarlada, köyde, harmanda
çürümeye mahkûm edersek, halkın çalışması mükâfatsız kalır. Lâzımdır ki, bu
ürünler harice de iletilebilsin. Onun için de yollar lâzımdır, muhtelif taşıt
araçları lâzımdır; demiryolu, otomobil ve diğerleri... Ne hazindir, efendiler!
Konya, Eskişehir, şurası ve burası birer
hazine olduğu halde vasıtasızlık yüzünden başka taraflara iletilemiyor.
İhtiyacımız olan bir kısım buğdayı hariçten getirtiyoruz; böyle şey olur mu?
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan Milliyet gazetesi, 8. 1. 1930)
Bugüne kadar devam eden harpler, ne yazık ki
çiftçiliğimizi çok geri bırakmıştır. Bundan sonra, bu gibi sakat hareketlerden
kaçınacağız. Memleketin evlâtlarını uzun zamanlar silâh altında bulundurmak
suretiyle toprağında çalışmaktan, ailesi ile birlikte bulunup çalışmaktan
mahrum etmeyeceğiz.
(Gazinin, N.A.V., Muhit
Mec., No: 32, 1931, s. 7)
Millî ekonominin temeli ziraattır. Bunun içindir ki,
ziraatta kalkınmaya büyük önem vermekteyiz. Köylere kadar yayılacak programlı
ve pratik çalışmalar, bu maksada erişmeyi kolaylaştıracaktır. Fakat, bu hayatî
işi, isabetle amacına ulaştırabilmek için, ilk önce ciddî etütlere dayalı bir
ziraat siyaseti tespit etmek ve onun için de, her köylünün ve bütün
vatandaşların kolayca kavrayabileceği ve severek tatbik edebileceği bir ziraat
rejimi kurmak lâzımdır. Bu siyaset ve rejimde, önemli yer alabilecek noktalar
başlıca şunlar olabilir:
Bir defa, memlekette topraksız çiftçi
bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini
geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünmez bir mahiyet alması.
Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği,
arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim
derecesine göre sınırlanmak lâzımdır.
Küçük, büyük bütün çiftçilerin iş vasıtalarını
artırmak, yenileştirmek ve korumak tedbirleri, vakit geçirilmeden alınmalıdır.
Memleketi, iklim, su ve toprak verimi bakımından,
ziraat bölgelerine ayırmak icap eder. Bu bölgelerin her birinde, köylülerin
gözleriyle görebilecekleri, çalışmaları için örnek tutacakları verimli, modern,
pratik ziraat merkezleri kurulmak gerektir.
Bugün, devlet idaresinde bulunan çiftliklerin ve
bunların içindeki türlü ziraat-sanayi kurumlarının bir kısmı, ziraat hayat ve
faaliyetinin bütün sahalarında her türlü teknik ve modern tecrübelerini
tamamlamış olarak bulundukları bölgelerde, en faydalı ziraat usul ve
sanatlarını yaymaya hazır bulunmaktadırlar. Bu, Bakanlık için büyük kolaylıklar
temin edecektir. Ancak, gerek mevcut olan ve gerek bütün memleket ziraat
bölgeleri için yeniden kurulacak ziraat merkezlerinin, sekteye uğramadan tam
verimli faaliyetlerini, şimdiye kadar olduğu gibi, devlet bütçesine ağırlık
vermeksizin kendi gelirleriyle kendi varlıklarının idare ve gelişimini temin
edebilmeleri için,bütün bu kurumlar birleştirilerek geniş bir işletme kurumu
teşkil olunmalıdır.
Bir de, başta buğday olmak üzere, bütün gıda
ihtiyaçlarımızla endüstrimizin dayandığı türlü iptidaî maddeleri temin ve dış
ticaretimizin esasını teşkil eden çeşitli ürünlerimizin ayrı ayrı her birinde,
miktarını artırmak, kalitesini yükseltmek, elde etme masraflarını azaltmak,
hastalık ve düşmanlarıyla uğraşmak için gereken teknik ve kanunî her tedbir,
vakit geçirilmeden alınmalıdır.
1937 (Atatürk’ün S.D., I, s. s. 379-380)
Çiftçiye toprak vermek de, hükûmetin mütemadiyen
takip etmesi lâzım gelen bir husustur. Çalışan Türk köylüsüne işleyebileceği
kadar toprak temin etmek, memleketin üretimini zenginleştirecek başlıca
çarelerdendir.
1929 (Atatürk’ün S.D.I, s. 348)
Her Türk çiftçi ailesinin, geçineceği ve çalışacağı
toprağa malik olması, mutlaka lâzımdır. Vatanın sağlam temeli ve bayındır hale
getirilmesi, bu esastadır.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 374)
Orman servetimizin korunması lüzumuna ayrıca işaret
etmek isterim. Ancak, bunda mühim olan, koruma esaslarını, memleketin türlü
ağaç ihtiyaçlarını devamlı olarak karşılaması gereken ormanlarımızı dengeli ve
teknik bir surette işleterek istifade etmek esasıyla mâkul bir surette
uzlaştırmak mecburiyeti vardır.
1937 (Atatürk’ün S.D.1, s. 380)
Gerek ziraat ve gerek memleketin servet ve umumî
sağlığı bakımından ehemmiyeti muhakkak olan ormanlarımızı da çağdaş tedbirlerle
iyi halde bulundurmak, genişletmek ve azamî fayda temin etmek, esas
ilkelerimizden biridir.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 220)
Memleket idaresinde, çekinmeksizin, kişisel belirsiz
düşüncelerle ne yapılmak arzu ettiğini bilmeyenlere, halkın sağduyusuna
müracaatı tavsiye etmelidir. Halk, köylüler bana, her yerde iş programını şu iki kelime ile ihtar ettiler: Yol, mektep!
Hattâ yoldan bahsederlerken yol köylünün kanadıdır, demeleriyle her şeyden
evvel ona ehemmiyet verdikleri anlaşılıyor. Gerçekten, bütün ekonomi birinci
kelimenin ve her şey ikinci kelimenin içindedir.
1924 (Atatürk’ün S.D.II, s. 193-194)
Ekonomik hayatın faaliyet ve canlılığı, ancak ulaşım
vasıtalarının, yolların, trenlerin, limanların durumu ve derecesiyle
orantılıdır.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 221)
Memleketimizi, demiryolları ile ve üzerinde
otomobiller çalışır muntazam yollarla şebeke haline getirmek mecburiyetindeyiz.
Çünkü, batının ve dünyanın araçları bunlar oldukça, trenler oldukça bunlara
karşı merkepler ve kağnı ile tabiî yollar üzerinde yarışa girişmenin imkânı
yoktur.
1923 (Atatürk’ün S.D., II, s. 111)
Yolsuzluk, vasıtasızlık en mühim noksanımızdır.
Bunların temini elzemdir. Memlekette yol yoktur. Birçok yerlerde kağnı
arabalarıyla deveden başka taşıt araçları yoktur. Mevcut demiryollarının nerede
ve ne kadar az olduğunu söylemeye lüzum yoktur. Bütün bu işlerde Meclis’in ve
tabiî Hükûmetin üzerine düşen çok büyük vazifeler vardır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 8. 1. 1930)
Yollarımızı asrın, bugünkü ilerlemelerin icap
ettirdiği bir mükemmel duruma eriştirmek lâzımdır. Ancak bu suretle memlekette
hüküm süren fakirlik ve sefalete çare bulabiliriz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 50)
Az zaman içinde memleketimizin mühim merkezlerini
demiryollarıyla birbirine bağlamak lâzımdır. Memlekette gömülü olan maden
hazinelerini işletmek lâzımdır. İktisadî faaliyetin servet haline dönüşmesi
için en lüzumlu şeyler, yollardır, hızlı taşıt araçlarıdır, demiryollarıdır.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 3. 2. 1930)
Demiryolları, bir ülkeyi medeniyet ve refah
ışıklarıyla aydınlatan kutsal bir meşaledir.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, S. 383)
Türkiye hükûmetinin tespit ettiği projeler dahilinde
kararlaştırılan zamanlar içinde, vatanın bütün bölgeleri çelik raylarla
birbirine bağlanacaktır. Bütün vatan, bir demir kütle haline gelecektir.
Demiryolları, memleketin tüfekten, toptan daha mühim bir güvenlik silâhıdır.
Demiryollarını kullanacak olan Türk milleti, geçmişindeki ilk sanatkârlığının,
demirciliğinin eserini tekrar göstermiş olmakla övünç duyacaktır. Demiryolları,
Türk milletinin refah ve medeniyet yollarıdır.
1931 (Ayın Tarihi, Cilt: 25, Sayı: 84-85, 1931)
Ekonominin gelişmesinde başlıca lüzumlu olan yollar,
demiryolları, limanlar, kara ve deniz ulaştırma vasıtaları, millî mevcudiyetin
maddî ve siyasî kan damarlarıdır; refah ve kuvvet vasıtasıdır.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 266)
Bu köprüler, her biri başlı başına birer fen ve
sanat eseri olarak yeni nesillere Cumhuriyet’in armağan abideleri olacaktır.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 383)
Bir an için vatan dediğimiz kutsal varlığa genel bir
görüşle bakalım. Onun hayat adına, bayındırlık adına her şereften mahrum bir
siyah toprak sahasından ibaret bırakılmış olduğunu görürüz. O siyah toprak
sahasının altında defineler ve üstünde soylu ve kahraman bir millet yaşıyor.
İşte biz, bütün bu uzun ve tahammülü güç mücadeleleri, bu aziz ecdat mirasının
hür ve bağımsız sahibi olduğumuzu ve daima olacağımızı ispat için yapmış
bulunuyoruz. Vatanın ve millet bağımsızlığının sorumluluğu adına yapmış
bulunuyoruz. Bundan sonraki faaliyetlerimizin de temel hedefi, aynı
sorumluluğun ve huzur ve güvenliğin temini ve kuvvetlendirilmesi olacaktır.
1923 (Atatürk’ün S.D.I, s. 308)
Zaman kavramını anlamak lâzımdır. Dünyayı dümdüz
zannettikleri zaman, bu telâkkide olanlar onun beş, altı bin senede meydana
geldiğini zannetmişlerdir. Halbuki, dünyanın mahiyeti meydana çıktıktan sonra
anlaşıldı ki, dünya beş, altı bin senede değil, ancak milyonlarca sene içinde
meydana gelebilmiştir. Mükemmel bir eserin ani bir teşebbüsle oluşması o kadar
kolay değildir. Aynı zamanda düşünmek lâzımdır ki, bu eksiklikler yarım asırlık
bir gevşekliğin neticesi olsaydı, belki o kadar düşünmeye lüzum yoktu. Fakat
bütün bu eksikler, asırların biriktirdiği eksikliklerdir. Bu nesil, hattâ
bundan sonraki nesiller çok seneler çalışarak bu noksanları
giderebileceklerdir. Her vatandaşın arzu ettiğini yapmayı düşünmek hayal
peşinde koşmaktır. Yapılabilecek şey, herkesin arzuları sonucunun ortalaması
olabilir.
1931 (Vakit gazetesi, 29. 1. 1931)
1937 yılında Diyarbakır’dan ayrılırken seyahat izlenimleri:
Memleketin onbir il merkez ve çevrelerini gezdim.
Bütün bu merkez ve çevrelerdeki Türkleri, babaları, anaları ve çocukları ile
gördüm; çok sevindim. Yüksek medeniyet temeline şahit oldum. Madenlerden
kurulmuş temeller... Bu açılmış maden ocaklarında profesörleriyle,
teknisyenleriyle, işçisiyle, baştan aşağı Türk olan yüksek anlayışlı bir insan
topluluğu... Öyle memleket bölgeleri geçtik ki orada kadınlar erkeklerden daha
çok sabana yapışmış, elinde çapasıyla Türk’ün azık topraklarını
zenginleştirmeye çalışıyor, toprağını seviyor, ona gönülden bağlıdır. Bütün bu
insanlar, Türkiye Cumhuriyeti zengin, kuvvetli ve muhteşem olsun diye kendi
rızkının fazlasını seve seve, tereddütsüz, büyük bir fedakârlıkla devlet
hazinesine veriyor. Bütün gördüklerimizi bu kısa ifade içinde toplamak mümkün
değildir. Türk olsun veya olmasın, bu Türk topluluğu içinde az çok gezen,
dolaşan, tetkik eden her akıllı insanın, kendini bütün dünyaya büyüklük saçan
kuvvetli ve soylu bir varlığın içinde duymamak imkânı yoktur. Böyle duymayan
bilinçsizler bir tarafa bırakılınca, gerçek insanlık, tereddütsüz kabul eder
ki, Türkiye Cumhuriyeti ve onun bugünkü sahipleri olan Türkler, bütün dünya
medeniyet ve insanlığı için benzemeye çalışılacak bir örnektir. Yalnız bu kadar
değil, Türkler tarihin çok eski devirlerinde beşeriyete karşı yaptıkları
kültürel vazifeleri, yeniden ve fakat bu sefer daha üstün şekilde yapmaya
hazırlanan yüksek bir varlıktır.
1937 (Kadri Kemal Kop, Ata-
türk Diyarbakır’da, s. 98)
SPOR VE SAĞLIK
Her çeşit spor faaliyetlerini, Türk gençliğinin millî terbiyesinin
ana unsurlarından saymak lâzımdır.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 387)
Muvaffak olmak için her türlü yardımdan ziyade bütün
milletçe sporun niteliği, kıymeti anlaşılmak ve ona kalpten sevgi göstermek,
onu vatanî vazife saymak lâzımdır.
1926
(Atatürk’ün S.D.II, s. 245)
Dünyada spor hayatı, spor âlemi çok mühimdir. Bu kadar mühim
olan spor hayatı, bizim için daha mühimdir; çünkü ırk meselesidir, ırkın
düzelmesi ve gelişmesi meselesidir, ayıklanması meselesidir ve hatta biraz da
medeniyet meselesidir.
1926
(Atatürk’ün S.D.II, s. 244)
Bir toplum yalnız spor ile rengini ve gücünü değiştiremez.
Orada hâkim olan sıhhî, sosyal, medenî birçok gerek ve şartların teminine
yönelen teşebbüs ve tedbirlerin uygulanması lâzımdır.
1926
(Atatürk’ün S.D.II, s. 245)
Köylülerimiz, köy çocukları denilebilir ki bütün hayatlarını
tarlada, meralarda hareket ve beden çalışması içinde geçirirler. Fakat gereken
şekilde, ilim ve fen kurallarına göre olmadığı için gayenin istediği netice
beklenemez. Türk ırkında mazinin uğursuz, olumsuz, mânasız izleri kalmıştır.
Tarihlerde dünya hâkimi olmuş koskoca Türk milletine bugünkü neslimiz
mirasçı olduğu zamanda, bu koca milleti biraz zayıf, biraz hasta, biraz cılız
bulmuştur. Efendiler, gürbüz, yavuz evlâtlar isterim!
1926
(Atatürk’ün S.D.II, s. 245)
Türk sporculuğu, uluslararası alanda lâyık olduğu yerini
alacaktır. O zaman Türk sporculuğu, memleket ve millet hayatında etkili olduğu
kadar, biraz da medenîyet ve belki de benim tahminimden fazla bir medeniyet
belirtisi olacaktır.
1926
(Atatürk’ün S.D.II, s. 246)
Türk gençliğinin spor sahasında da gösterdiği kabiliyet ve
faydalı faaliyeti takdirde izliyorum.
1928
(Milliyet gazetesi, 8. 9. 1928)
Türk milleti anadan doğma sportmendir. Henüz yürümeye
başlayan köy çocuklarını bile harman yerlerinde güreşirlerken görürsünüz. Ata
en çok ve en iyi binen yalnız Türk erkekler değildir; Türk kadını da bu işi
bilir. Hangi milletin daha sportmen
olduğu ancak harp meydanlarında anlaşılır. Türk’ün muharebe meydanlarındaki
şaşırtıcı mukavemet ve kahramanlığı, ruhu kadar bünyesinin de sağlamlığına bir
delildir. Yalnız harp, sportmen milletlerin üstünlüğünü belirtmek için
kullanılması uygun görülmeyen müthiş bir vasıta olduğundan, ancak gördüğümüz,
bildiğimiz usuller tatbik olunmaktadır.
Benim en çok sevdiğim spor, serbest güreştir. Hangi Türk
askerini, köylüsünü isterseniz soyup meydana çıkarınız. Dik omuzları, iyi,
kusursuz teşekkül etmiş adaleleri, keskin yüz çizgileri, yanık tatlı renkleri,
kafa yapıları, insanın ruhuna itimat ve neşe veren bir eser olarak canlanır.
(Ferit Celâl Güven, Yücel Dergisi,
Cilt: X, Sayı: 57, 1939, s. 130)
Kuvvet ve zekâ oyunu!
(Afetinan, Atatürk’ten
Hatıralar,
1950 s. 157)
Kurtdereli
Mehmet Pehlivan’a yazdığı mektup:
Seni cihanda büyük ün almış bir Türk pehlivanı tanıdım. Parlak
başarılarının sırrını şu sözlerle izah ettiğini de öğrendim: “Ben her güreşte
arkamda Türk milletinin bulunduğunu ve millet şerefini düşünürüm!” Bu dediğini,
en az, yaptıkların kadar beğendim. Onun için senin bu değerli sözünü, Türk
sporcularına bir meslek ilkesi olarak kaydediyorum. Bununla senden ve
sözlerinden ne kadar çok memnun olduğumu anlarsın.
1931
(Tarih IV, Türkiye Cumhuriyeti, Haz: T.T.T.C., s. 268)
Spor, yalnız beden kabiliyetinin bir üstünlüğü sayılamaz.
İdrak ve zekâ, ahlâk da bu işe yardım eder. Zekâ ve kavrayışı kısa olan
kuvvetliler, zekâ ve kavrayışı yerinde olan daha az kuvvetlilerle başa
çıkamazlar. Ben, sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlâklısını severim.
(Ferit
Celâl Güven, Yücel Dergisi Sayı: 57, 1939, s. 130)
Sporda tek ve belli bir gaye gözetmek lâzımdır. Sporu ya
propaganda için yapacağız, yahut da bedenî gelişmemizi temin için yapacağız.
1923
(Atatürk’ün S.D.V, s. 98)
Türk sosyal bünyesinde spor hareketlerini düzenlemekle
görevli olanlar, Türk çocuklarının spor hayatını yükseltmeyi düşünürken, sadece
gösteriş için, herhangi bir yarışmada kazanmak emeliyle bir spor çizmezler.
Esas olan, bütün her yaştaki Türkler için beden eğitimini sağlamaktır. “Sağlam
kafa, sağlam vücutta bulunur” sözünü atalarımız boşuna söylememişlerdir.
1937
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 86)
Hava işine, onun bütün dünyada aldığı önem derecesine göre
önem vermek lâzımdı. Bunu göz önünde tutan Cumhuriyet hükûmeti, havacılığı
bütün ulusun işlevi yapmak kararında idi.
Türk, yurdun dağlarında, ormanlarında, ovalarında,
denizlerinde, her bucağında nasıl bir bilgi ve kendine güvenle yürüyor,
dolaşıyorsa, yurdun göğünde de aynı suretle dolaşabilmelidir. Bu ise, Türk’ü
çocukluğundan, vatan kuşlarıyla vatan havası içinde yarışa alıştırmakla başlar.
Türk çocuğu! Her işte olduğu gibi, havacılıkta da en yüksek düzeyde, gökte,
seni bekleyen yerini az zamanda dolduracaksın. Bundan, gerçek dostlarımız
sevinecek, Türk ulusu mutlu olacaktır!
1935
(Atatürk’ün S.D.II, s. 279-280)
Her ulus çocuklarının sıhhatli ve gürbüz olmaları için
yaşadıkları bölgenin sıhhî şartlarını temin etmek, devlet halinde bulunan
siyasî teşekküllerin en birinci ödevidir.
1937
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s.86)
Kendine, inkılâbın ve inkılâpçılığın çeşitli ve hayatî
vazifeler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman, üzerinde
dikkatle durulacak millî meselemizdir.
1937
Atatürk’ün S.D.I, s. 378)
Zamanımıza kadar genel sağlığın uğradığı ihmalin derecesi,
mücadele yoluna girildikçe daha kuvvetli kendisini göstermektedir.
1924
(Atatürk’ün S.D.I, s. 321)
Sağlık ve sosyal yardım hususlarında takip ettiğimiz gaye
şudur: Milletimizin sıhhatinin korunması ve takviyesi, ölümün azaltılması,
nüfusun artırılması, bulaşıcı ve salgın hastalıkların etkisiz hale getirilmesi,
bu suretle millet fertlerinin dinç ve çalışmaya kabiliyetli bir halde sıhhatli
vücutlar olarak yetiştirilmesi...
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 217)
Sağlık teşkilâtımızda, memleketin ihtiyaçlarına uygun isabet
ve gayret açık olarak görülmektedir. Cumhuriyet Hükûmeti’nin başlı başına bir
esas olarak muvaffakiyetle izlediği sıhhat mücadelesine, gittikçe vasıtalarını
artıran bir genişlikle devam olunmak lâzımdır ve mühimdir.
1925
(Atatürk’ün S.D.I, s. 326)
Her nevi sağlık mücadelesini, mümkün olan derecede çabuk ve
geniş bir surette takip etmek, başlıca hedeflerden olmaya lâyıktır.
1929
(Atatürk’ün S.D.I, s. 347)
Türk’e ev ve bark olan her yer, sağlığın, temizliğin,
güzelliğin, çağdaş kültürün örneği olacaktır.
1935
(Atatürk’ün S.D.I, s. 370)
Kızılay üye sayısının, memleketin toplumsal erginliği ile
orantılı bir dereceye varmasını ve bütün milletin bu orantıyı temin etmesini
temenni ederim.
1926
(Atatürk’ün S.D.I, s. 334)
21
Mart 1923 günü Konya’da, Kızılay Kadınlar Şubesi’nin düzenlediği çayda
söylemiştir:
Kızılay Derneğinin ve özellikle bu yüce dernekte pek büyük
bir faaliyet ve dirayetle özveride bulunan muhterem hanımlarımızın askerî
harekâtta, Millî Mücadele’nin başarıya ulaşmasında gösterdikleri çaba ve
yardım, orduya yapılan hizmetlerin kıymetlilerinden birini oluşturmaktadır.
Ordunun Başkomutanı sıfatıyla yüksek heyetlerine teşekkürlerimi takdim ederim.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 147)
TÜRK ORDUSU VE TÜRK ASKERİ
Ordu, Türk Ordusu!.. İşte bütün milletin göğsünü itimat,
gurur duygularıyla kabartan şanlı ad! Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve
kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir. Ordumuz, Türk
topraklarının ve Türkiye idealini gerçekleştirmek için harcamakta olduğumuz
sistemli çalışmaların yenilmesi imkânsız teminatıdır.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 387)
Zaferleri ve mazisi insanlık tarihi ile başlayan, her zaman
zaferle beraber medeniyet ışıklarını taşıyan kahraman Türk ordusu! Memleketini
en buhranlı ve müşkül anlarda zulümden, felâket ve sıkıntılardan ve düşman
saldırısından nasıl korumuş ve kurtarmış isen, Cumhuriyet’in bugünkü verimli
devrinde de askerlik tekniğinin bütün modern silâh ve vasıtaları ile donatılmış
bir şekilde vazifeni aynı bağlılıkla yapacağına hiç şüphem yoktur. Türk
vatanının ve Türklük topluluğunun şan ve şerefini, içi ve dış her türlü
tehlikelere karşı korumaktan ibaret olan vazifeni her an yapmaya hazır ve
hazırlanmış olduğuna benim ve büyük ulusumuzun tam bir inan ve itimadımız
vardır.
1938
(Ulus gazetesi, 30. 10. 1938)
Türkiye Cumhuriyeti yalnız iki şeye güvenir: Biri millet
kararı, diğeri en elim ve en güç şartlar içinde dünyanın takdirlerine hakkıyla
lâyık olma niteliği kazanan ordumuzun kahramanlığı; bu iki şeye güvenir.
Arkadaşlar! Kumandamız altında bulunan ordular, gerçekten kahramanlığına
güvenilir ordulardır. Bu ordular tarihte benzeri görülmemiş kahramanlıklar,
fedakârlıklar göstermiştir. Şanlı zaferler kazanmıştır. Millet ve memleketin
gerçekten minnet ve teşekkürüne hak kazanmıştır.
Arkadaşlar, Türkiye en zayıf zannolunduğu bir zamanda en
kuvvetli olduğunu ispat etmiştir; ordusu sayesinde! Ordumuz vatan içinde zafer
kazanmıştır. Bu hâdise Türkiye’nin fevkalâde gücüne, yüce kararlılığına ve
ölmez varlığına en belirgin delildir. Düşmanın vatan içine girmiş olması,
düşman lehine birçok durum ve sebepler doğurur. Bütün bu güçlükleri aşarak
düşmanı vatan içinde mağlûp etmek, mahvetmek başlı başına bir varlık, büyük bir
kuvvet eseridir. Vatan içerisinde mağlûbiyetin sonucu son derece fecidir,
tehlikelidir. Bu gerçeği doğrulayan yakın ve uzak tarihî örnekler çoktur.
1924
(Atatürk’ün S.D.II, s. 171)
Ordumuzun başında ölüme giden, seve seve kanını akıtan,
vücutlarını parça parça etmekten zevk alan subay ve komutanlarımızın
kahramanlığını söylemek gereksizdir. Fakat buna bir kelime ilâve ederek, söz
konusu olan bir fikri açıklığa kavuşturmak isterim: Memleketimiz ve milletimiz
her ne vakit felâketlere maruz kaldıysa, hiç şüphesiz ki bütün vatan evlâtları,
memleket evlâtları en büyük fedakârlığa katlanmaktan çekinmemiştir. Yalnız,
bütün bu memleket evlâtlarını, vatanın savunulması için ölüme sevk etmek
sorunluluğunu üzerine alan ve aynı zamanda onların ilerisinde göğsünü düşman
kurşunlarına geren subaylardır, komutanlardır.
1923
(Atatürk’ün S.D.I, s. 311)
Bu taarruz gününde*, en son kanatta bir tümenimiz -57. Tümen- taarruzlarını yöneltirken,
kuvvetlerini biraz birbirinden uzakta bulundurmuştu. Bu nedenle düşman üzerine,
etkili bir baskı yapamıyordu. O tümenin komutanı Reşat Bey adında bir zattı. Bu
zatı çok eskiden tanıyorum; Muş’ta beraber muharebe yaptık, Suriye’de çok
muharebeler yaptık. Çok kıymetli bir askerdi; şahsen bana sevgisi ve güveni
vardı. Telefonla sordum: “Niçin hedefinize ulaşamadınız?” dedim. Cevap olarak
dedi ki “Yarım saat sonra bu hedeflere ulaşacağız!” Halbuki, yazık ki yarım
saatte bu hedefler ele geçirilememişti. Tekrar sorduğum zaman, telefonda Reşat
Bey’in son vedanamesini okudular; orada diyordu ki: “Yarım saat içinde size o
mevzileri almak için söz verdiğim halde, sözümü yapamamış olduğumdan dolayı
yaşayamam!” Bu misali, Reşat Bey’in o hareketini takdir etmek için
söylemiyorum. Tabiî öyle bir muamele ve öyle bir hareket, bizce kabule değer
değildir.Yalnız, ordumuzda subayların, komutanların kendilerine verilen
vazifeyi yapmada gösterdiği, istekle ileri atılışı ve namus hissini göstermek
isterim. Gerçekten, ordumuzdaki subaylar ve komuta yüksek heyeti, birbirlerine
karşı böyle bir sevgiyle, hürmetle, inan ve güvenle bağlıdır ve üstünden aldığı emri bir namus sayarak
yaparlar.
1922
(Atatürk’ün S.D.I, s. 245-246)
Bütün tarih bize gösteriyor ki, milletler, yüksek
hedeflerine erişmek istediği zaman, bu coşkuları karşısında üniformalı
çocuklarını bulmuşlardır. Tarihin bu genelliği içinde yüksek bir ayrılık bizim
tarihimizde, Türk tarihinde görülür. Bilirsiniz ki Türk milleti, ne vakit yükselmek
için adım atmak istemişse, bu adımların önünde daima baş olarak, daima yüksek
millî ideali gerçekleştiren hareketlerin önderi olarak, kendi kahraman
çocuklarından kurulu ordusunu görmüştür. Bunun içindir ki Türk milleti,
tehlikelere karşı elinde kılıç yürümeye hazır bulunan kahraman çocuklarına
derin güven beslemiştir ve bu güveni daima besleyecektir. Bundan sonra da, Türk
milletinin yüce idealinin gerçekleşmesi için kahraman asker evlâtları hep önde
gidecektir.
Bugün Türk milleti, muvaffak olduğu her hayatî şeyin
kahramanı olarak kendi ordusunu, ordusuna komuta eden öz evlâtlarından kurulu
subaylar topluluğunu, yüksek komuta kurulunu görmektedir. Millet ve kahraman
çocuklarından meydana gelen ordu, o derece birbiriyle birleşmiştir ki, dünyada
ve tarihte bunun örneği pek seyrektir. Bu millî görünüş ile daima övünebiliriz.
1931
(Ayın Tarihi, Sayı: 84-85, 1931. s. 7291)
Yürümekte olduğumuz yenilik, gelişme ve medeniyet yolunda
sizlerden oluşan bir Türk ordusuna dayandıkça, mutlaka muvaffak olacağımıza
imanın tamdır. Şimdiye kadar olduğu gibi, birbirimize dayanarak ve hep beraber
milletin iradesine dayanarak yürümekte devam edeceğiz. Milletimizin yol almaya
mecbur olduğu aşamalar büyüktür; erişilmesi zorunlu olan hedefler çoktur.
Mutlaka bu aşamalar geçilecek, en ışıklı hedeflere varılacaktır. Onun için
birbirimize vereceğimiz işaret: İleri! İleri! Daima ileridir!
1925
(Atatürk’ün S.D.II, s. 234)
Milletimiz tam bir azimle toplumsal ve fikrî gelişimine
çalışırken, onu yolundan alıkoyacak iç ve dış engellerin karşısında kuvvetli,
kudretli, yüksek vazifesini anlamış kahraman ordumuzun hazır bulunduğunu
düşünerek gönlü rahat olabilir. Bütün millete tereddütsüz ve kalpten inanarak
söyleyebilirim ki, Cumhuriyet orduları cumhuriyeti ve mukaddes topraklarını
güvenle koruma ve savunmaya güçlü ve hazırdır.
1925
(Atatürk’ün S.D.II, s. 229)
Türk milleti ordusunu çok sever; onu kendi idealinin
koruyucusu telâkki eder.
1931
(Ayın Tarihi, Sayı: 84-85, 1931. s. 7291)
Türk milleti gerçekten büyük millet! Hüner ona lâyık kumandan
olabilmekte.
1921
(Yunus Nadi, Ayın Tarihi, Sayı: 60, 1938, s. 134)
Ben, Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim; ben, ordu
ile küçük subaylıktan beri derinden temasa gelmiş bir askerim. Ben, hâdiselerin
sevki ile ordunun içinde subay, nihayet komutan olarak iş görmüş ve zannıma
göre muvaffak olmuş bir komutanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve
bu ordu ile neler yapılabileceğini bizim kadar anlayan az olmuştur.
1918
(Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 13)
Benim için ordumuzun kıymetini ifadede ölçü şudur: Türk
ordusunun bir birliği, eşitini mutlaka mağlup eder; iki mislini durdurur ve
tespit eder. Şimdilik bundan fazlasını istemiyorum. Çünkü, fazlasını
milletimizin yaradılıştan sahip olduğu cengâverlik zaten temin etmektedir.
Fakat bu kıymeti mutlaka muhafaza etmek lâzımdır. Bunu, askerî bir esas, bir
kural olarak göz önünde tutmalıdır. Bu kıymet korundukça teşkilâtımızı, talim
ve terbiyemizi, sevk ve idaremizi bu hedef ve gayeye yürüttükçe, Türkiye’nin
her türlü taarruzdan, tecavüzden korunmuş olacağına va korunacağına kimsenin
şüphesi kalmaz.
1924
(Atatürk’ün S.D.II, s. 170)
Türk milleti ve onun küçük ve büyük yaştaki çocukları,
çelikten yapılmış heykellerdir! Onların ne olduklarını anlamak için onlarla
savaş meydanlarında boy ölçüşmek lâzımdır. İşte böyle bir teşebbüstür ki, Türk
gençliğinin binlerce sene evvelden beri tanınmış olan yüksek kıymet, kuvvet,
kudret ve yenilmez zekâsının imtihanı olur. Türk milleti her an ve her kiminle
olursa olsun böyle bir imtihana hazırdır.
1937
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 87-88)
Tarihte bütün bir vatanı, çok üstün düşman kuvvetleri
karşısında, son toprak parçasına kadar karış karış kahramanca ve namusluca
müdafaa etmiş ve yine varlığını koruyabilmiş ordular görülmüştür. Türk ordusu,
o cevherde bir ordudur. Yeter ki ona komuta edenler, komuta edebilmek
özelliklerine sahip bulunsun!
1927
(Nutuk II, s. 492)
Cumhuriyet’in kara, deniz ve hava kuvvetleri, her hususta
kıymetli takdirinize ve itimadınıza lâyıktır. Bunu, tam ve kesin kanaatle
söyleyebilirim.
1929
(Atatürk’ün S.D.I, s. 3-7)
Dünyada sevgisi benim için yegâne cömert olan şey Mehmedin,
Türk köylüsünün asaletinden gelen şeylerdir. Onun sevgisine inanmış ve kanmış
olanlar, insanların en bahtiyarıdırlar.
(Ferit
Celâl Güven, Yücel Dergisi, Sayı: 57, 1939, s. 130)
Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz,
daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir.Her zaferin mayası sendedir. Her
zaferin en büyük payı senindir. Kanaatinle, imanınla, itaatınla, hiçbir
korkunun yıldıramadığı demir gibi temiz kalbinle düşmanı sonunda alt eden büyük
gayretin için gönül borcumu ve teşekkürümü söylemeyi nefsime en aziz bir borç
bilirim.
1921
(Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 414)
Mehmetçik, o ne elmastır o! Mehmetçik, dünyanın en yiğidi
Mehmetçik...
1925
(İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 101)
Mehmetçiğimizi anmak için büyük, çok büyük abideler
yapmalıyız; fakat bu, bir zaman ve imkân meselesidir.Ancak, sizi tatmin etmek
için söyleyeyim ki, bu toprakların Türk hudutları içinde kalmasıyla, Mehmetçik
en büyük abideyi kendisi kurmuştur.
1935
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 159)
Balkan
Muharebesi komutanlarından birinin “Efendim, bu Türk neferlerinden hayır
yoktur, yalnız kaçmayı bilirler” şeklinde konuşması üzerine verdiği cevap:
Biz de askeriz, biz de bu orduyu komuta etmiş adamız. Türk
askeri kaçmaz, kaçmak nedir bilmez! Eğer Türk askerinin kaçtığını görmüşseniz,
derhal kabul etmelidir ki, onun başında bulunan en büyük komutan kaçmıştır.
Eğer siz kaçtığınız zilletini Türk askerlerine yüklemek istiyorsanız, insafsızlık
ediyorsunuz.
1918
(Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 52)
Sakarya
Meydan Muharebesi’ne ait anlattığı bir hatırası :
- Tepe, düşman ateşinin adaklaşan yoğunluğu ile âdeta
yanardağ manzarası veriyor. Oradaki yetersiz kuvveti durmaksızın takviye etmek
lâzım. Şuradan gelen beşyüz, buradan yetişen bin kişilik kuvvetlere daima
tepeyi gösteriyordum. “Asker! Bak şu tepeye; gördün mü, işte oraya!” diyordum.
Askerler bir tepeye, bir silâhlarına bakarak koşuyorlar, tepeye çıkıyorlar ve
ateşin içinde kayboluyorlardı. Bu ısrarımızın bu kadar cesur ve yılmaz bir
kahramanlıkla desteklenişi, tepeyi bizde bıraktırdı. Bu netice, o gün için
fevkalâde büyük bir önem taşıyordu.
(Yunus
Nadi, Cumhuriyet gazetesi, 13. 3. 1931)
Türk’ün bir büyüğüne, komutanına bağlılığı dünya yüzünde
emsalsizdir.
(Vasfi
Rıza Zobu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle
Atatürk
III, Der: N.A. Banoğlu, s. 46)
Askerler mert olur; Türk askeri ise mertlerden mert ve pek
civanmert olur.
1919
(Reşit Paşa’nın Hatıraları, s. 61)
MİLLİ SAVUNMA VE
ASKERLİK SANATI
Ordunun vazifesi, vatanı çiğnemek isteyen düşmana karşı
ayağa kalkmaktır. Bu kalkış, elbette yerinde durmak için değil, düşmana atılmak
için olursa kalkılmış olduğuna değer.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s.19)
Vatan savunmasına ait vazifelerden daha mühim ve yüce vazife
olamaz.
(Kadri Yaman, Yurt Müdafaasın-
da Türk Gençliği, 1938, s.3)
Millî ordu, millet birliğinin ve devlet varlığının en göze
çarpan örneğidir. Ordu, harice karşı devletin varlığını temin ve icabında
dahilde büyük asayişsizliği ortadan kaldırır. Her ferdin, devlet içinde yerine
girmek vazifesi ve her ferdin devlet için mesuliyeti, ordu hayatında fiilen
âşikâr bir surette görülür. Ordu, cumhuriyet aleyhine teşebbüslere karşı,
devlet ve hükûmetin irade ve kuvvetini belirtir. Bu suretle herkesi devlet
düzeninden, devlet emniyetinden hissedar kılmak vazifesini yapar.Devlet ve
hükûmet gibi ordu dahi kendisi için bir varlık değil, belki, milletin yaşamak
ve var olmak iradesinin bir şeklidir. Ordunun devlete karşı en birinci vazifesi,
azamî kudret ve kabiliyete malik olmaya çalışmaktır. Devletin büyüklük ve
şerefi bununla yükselir.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 116)
Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki, bir milletin
insanlık ve medeniyet âleminde yükselmesi ve muvaffak olması, yalnız ve ancak
kendi kuvvetine dayanarak, hürriyet ve bağımsızlığını dokunulmaz
bulundurmasıyla mümkündür. Bunun başka çare ve vasıtası yoktur.
Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddî, manevî
fedakârlığı göze aldırmayan bir millet,esaret zincirini kendi eliyle boynuna
geçirir.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 118)
Sağlam bir devlet hayatı için, ordunun lüzumuna delil aramak
lüzumsuzdur. Etrafındaki devletler silâhlı oldukça, hayır, dünya yüzünde bir
tek silâhlı devlet bulundukça vazifesini bilen bir devlet, bütün antlaşmalara
rağmen ve bütün antlaşmalarla beraber kendi güvenliğini her şeyden evvel kendi
kuvvetine dayandırır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 117)
Muharebe vasıtalarına malik olmayan veya muharebe vasıtası
zayıf olan milletler, kuvvetlilerin zebunu, haraçgüzarı, esiri olmuşlardır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 117)
Malûmdur ki, bir orduyu meydana getiren, umumiyetle, her
fert, canlı bir makinenin canlı uzuvları, parçalarıdır. Bu makineyi işleten,
her uzvunu, her parçasını harekete geçiren vasıta, buharla işleyen motorlar
değildir. O işletme vasıtası, ordu makinesini vücudu getiren canlı uzuvların
beyinlerindeki kuvvet ve kanlarındaki ruhtur. Bu beyinlerde ve bu kanlarda,
gereken cereyan kuvveti ve hızı bulunmazsa makine durur ve başka hiçbir kuvvet
onu işletemez. Böyle bir makinenin yeniden çalıştırılması için herhangi bir
veya birkaç makinistin sanat ustalığı da yetmez ve bu işi üzerine alamaz. Çünkü
bu uyuşuk beyinlerden ve durgun kanlardan teşekkül etmiş yığınlar taş, demir ve
odun yığınlarından daha hareketsiz ve daha ağırdır.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 26)
Temel cevherini muhafaza eden, aklını ve sezişini muhafaza eden
bir ordu için mevziin ehemmiyeti yoktur. Bir asker her yerde muharebe eder;
tepenin üstünde, tepenin altında, derenin içinde de muharebe eder.
1921
(Atatürk’ün S.D.I, s. 174)
En iyi siyasetin, her türlü mânasıyla “en çok kuvvetli
olmak”ta bulunduğunu kabul ederim. Bu sözden maksadım, yalnız silâh kuvveti
olduğunu zannetmeyiniz, bilâkis asker olmama rağmen bu, bence kuvvet toplamının
vücuda getirdiği etkenlerin sonuncusudur. Benim dilediğim mânen, ilmen, fennen,
ahlâken kuvvetli olmaktır. Çünkü bu saydığım sıfatlardan mahrum olan bir
milletin bütün fertlerinin en son silâhlarla donatıldığını varsaysak bile
kuvvetli olduğunu kabul etmek doğru olmaz.
Bugünkü milletler arasında insan olarak yer alabilmek için
silâh elde hazır olmak kâfi değildir. Benim düşünüşüme göre kuvvetli bir ordu
denildiği zaman anlaşılması lâzım gelen
mâna, her ferdi, bilhassa, subayı, kumandanı medeniyetin ve tekniğin
gereklerini kavramış ve ona göre iş ve hareketlerini uygulayan, yüksek ahlâkta
bir topluluktur. Şüphe yok ki biricik gayesi, ödevi, düşüncesi ve hazırlığı
vatan müdafaasıyla sınırlanmış olan bu topluluk, memleketin siyasetini idare
edenlerin en nihayet verecekleri kararla faaliyete geçer.
1918 (Hikmet Bayur, T.T.K. Bel-
leten, No: 128, 1968, s.488)
Teknik vasıtalara sahip olmayan bir ordu ile, teknik
vasıtalara sahip olan ordulara karşı muharebe etmek imkânı hemen kalmamıştır.
Bu sebeple ordu teşkilinde çağdaş vasıtalar ve silâhlar, mutlaka göz önüne
alınmalıdır. Bu bir mecburiyettir. Memleketin iktisat ve sanat vaziyeti ne
kadar müsait ise muharebede o kadar muvaffak olunur. Bu sebeple harp, yalnız
cephelerde muharebe eden askerlerin faaliyeti demek değildir. Bir memlekette,
bütün vatandaşların her türlü çalışma ve faaliyeti demektir. Barış zamanında da
bu umumî faaliyetin müşterek hedefe yöneltilişi mühimdir. Müşterek hedef,
bağımsızlığın dokunulmazlığını temindir.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 114)
Süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar,
başka hiçbir ilkeyle müdafaa edilemez.
1926
(Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 61-62)
Bir ordunun değeri, subay ve komuta heyetinin değeri ile
ölçülür.
1923
(M.E.İ.S.D. I, s. 18)
Gerek komutanların ve gerek erlerin, bizzat düşüncelerini
işleterek kendiliklerinden iş görebilecek meziyette yetiştirilmiş olduklarına
kanaat edilmeden, bir askerî kıtanın, bir ordunun güvenilir ve dayanılır bir
kuvvet olarak tanınması ihtiyatsızlıktır, felâkettir.
1914
(Mustafa Kemal, Z.ve K. Hasbihal, s. 22)
Zafer, “Zafer benimdir!” diyebilenindir. Muvaffakiyet,
“Muvaffak olacağım!” diye başlayanın ve “Muvaffak oldum!” diyebilenindir.
1925
(Atatürk’ün S.D.II, s. 206)
Muharebe meydanlarında düşmanlara üstün gelenler ve zafer
kazanmış olan milletler çoktur. Fakat gerçek zafer, gerçek zafere daima aday
olabilmek, zaferde lâzım gelen kuvvetlerin kaynaklarını yükseltmekle,
güçlendirmekle mümkündür.
1923
(Taha Toros, Atatürk’ün Adana Seyahatleri, s. 17)
Hiçbir zafer, gaye değildir. Zafer, ancak kendisinden daha
büyük olan bir gayeyi elde etmek için gereken en belli başlı vasıtadır. Gaye,
fikirdir. Zafer, bir fikrin elde edilişine hizmeti nispetinde kıymet ifade
eder. Bir fikrin elde edilmesine dayanmayan bir zafer devamlı olamaz; o, boş
bir gayrettir. Her büyük meydan muharebesinden, her büyük zaferin kazanılmasından
sonra yeni bir âlem doğmalıdır; doğar! Yoksa başlı başına zafer, boşa gitmiş
bir gayret olur.
1921
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, s. 44)
Komutan, yaratan demektir.
1932
(İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 85)
Komutanlar, astlarından yüksek ve bilgili olmalıdırlar.
(Afetinan,
Atatürk Hakkında H.B., s, 78)
Komutan olan kişi, tehlike zamanlarında askerleri kendi
iradesine uygun şekilde idareye mecburdur; bu cihetle insanlara beğenilmekten
ziyade onlara emir ve hüküm vermeye eğilimli bir yaradılış ve tabiata sahiptir.
Başkalarına emir ve hükmetmek, karar sahibi olmaya bağlıdır.Kararlılıkla
yapılan bir iddia veya teklif, nadiren itiraza uğrar. İnsanlar, arkasından
gidecekleri adamın, hakikaten kendilerine baş olmasını isterler; ancak bu takdirde,
kendi selâmetleri için emniyet duyabilirler. Kuvvetli bir kararlılık için nefse
güven şarttır.
Mesuliyeti üstlenmek cesaret ve hevesi, komutana en çok
lâzım olan bir hassadır; bu pek nadirdir. Birçok insanlar, mesuliyeti
başkalarına ait bildikleri zaman, düşünmeden en fena tehlikelere atılırlar;
mesuliyet kendilerine yükletildiği anda mütereddit ve çekingen olurlar. Çünkü,
mesuliyeti üstlenmek, felâketli zamanlarda kabahatli olmak demektir.
Mesuliyetten korkmak, kalbin gizli bir halidir. Halbuki, bir komutan ancak
mesuliyeti üstlenmek cesareti sayesinde büyük işler görebilir. Çünkü, tecrübe
ve bilgi noktasını tamamlayacak yardımcılar daima bulunabilir. Mesuliyeti
üstlenmek cesareti, komutana bir asalet veren yüksek kalplilikten doğar. Bu
haslet, kibirli olmamak şartiyle, komutanı herkese üstün kılar.
Komutan olan kişinin, insan tanıması lâzımdır. Çünkü, ordu
cansız bir âlet değildir. İnsanların kıymetleri, mizaçlarına ve hislerine göre
değişir.
Cesaret ve yiğitlik, her askere lâzımdır. Fakat komutan, büyük
adamlara mahsus yaradılıştan ve nadir bir cesarete malik bulunmalıdır. Bu nevi
cesaretin sahibi, onun mevcudiyetinden haberdar olmaz; ölümden korkmamak hali
kendisinde o kadar tabiîdir ki, en şiddetli bir tehlike zamanında, herkes az
çok bir şaşkınlıkla iş gördüğü halde, onun fikrinde daha ziyade kuvvet ve icat
gücü oluştuğu hayretle görülür.
Komutan olanlar için daha birçok güzel huylar sayılabilir.
Fakat, büyük komutanlara birtakım kusurlar da atfolunur. Mesalâ:
Merhametsizlik. Yüzbinlerce insanın dövüştüğü muharebe meydanları, her nevi
felâket ve sefalet yeri olabilir. Ortalık cesetlerle dolar, kan deryası haline
gelir. Böyle manzaralar karşısında herhangi bir insan acıma ve merhamete gelir,
ürker. Burada da komutanı koruyacak, hususî hassadır. Buna merhametsizlik
diyorlar; halbuki bu, lüzumlu bir katılıktır.
Bir komutanda bulunması lâzım nitelikler göz önüne
getirilince, her millete büyük komutanların nadir olarak yetiştiğinin sebebi
kolay anlaşılır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 112-113)
Komutanların en büyük cesareti, mesuliyetten
korkmamalarıdır. Gerçekten mesuliyetin ağırlığını, ben kendi nefsimde tecrübe
ettim. Namuslu ve izzetinefis sahibi bir komutan için ölüm, hiçbir vakit hatıra
gelmez; onu düşündüren, icraatının isabeti ve isabetsizliğidir. Bilâkis, geri
çekilme manevrası için komutanda pek büyük karar isabeti, görüş kudreti olmak
lâzımdır. Bizim ordumuzu felâketlere sevk eden ekseriya geri çekilme manevrası
için azim ve karar sahibi komutanlarımızın yokluğu olmuştur. Üstün düşman
taarruzu karşısında, ekseriya komutanlar askerin kendi kendine yerlerini terk
ettikleri zamana kadar karar vermekten korkup çekinirler ve sonra da geri
çekilmeyi bir kabahat ve askeri kabahatli görürler.
1918
(M. Kemal Atatürk’ün Karls-
bad
Hatıraları, Afetinan, s. 41-42)
Mükemmel bir komutanı vücuda getiren şey, mükemmel ahlâktır.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 112)
Komutanlar, emir vermiş olmak için emir vermezler. Lüzumlu
ve yapılabilme kabiliyeti olan hususları emrederler ve emir verirken, kendini,
o emri yapacak olanın yerine koymak ve emrin nasıl yapılacağını ve
uygulanacağını düşünmek ve bilmek lâzımdır.
1922
(Nutuk II, s. 744)
Komutan olan bir kimsenin, büyük bir kararlılıkla fırsatları
elden kaçırmaması gerekir. Aynı zamanda, akla uygun olan şeyleri takip etmesi
lâzım gelir. Değişikliklerin belli ve belirli vaziyetleri yoktur.
1930
(Ayın Tarihi, No: 73, 1930, s. 6051)
Komutanlık, pek
mühimdir. Bir ordu, gerçek bir komutanın emri altında, kendinden büyük
kuvvetleri mağlup edebilir. Aynı ordu herhangi bir komutanın emri altında,
sebepsiz mağlup olabilir. Mağlup bir ordu, muktedir bir komutanın emri altında
muzaffer ve galip olabilir. Büyük komutanlar pek çok defa, başkasının hükmü
altına geçmiş ve dağılmaya yüz tutmuş milletlerin harp kuvvetlerine yeniden bir
canlılık vermeye muvaffak olmuşlardır. Ekseriya bir büyük komutanın ölmesiyle
veya ordu üzerinden çekilmesiyle, milletlerin askerî şerefinin dahi yavaş yavaş
ortadan kalktığı görülmüştür.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 112)
Vatandaş bilmelidir ki, ordu ne kadar mühim ise, onun başına
geçirilecek olan millî başkomutan dahi muvaffakiyet için, en aşağı o kadar
mühimdir.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün
El Yazıları, s. 113)
Taarruzu komutan yapar, harbi idare etmek kudretindeki
komutan! Efendiler, komutan kimdir bilir misiniz? Subay vardır ki idaresine yüz
veya bin kişi verebilirsiniz. Fakat vakta ki alaylar ve tümenler, dağlar ve
dağlarla ayrılarak cepheler yüzlerce kilometre uzunluğunca gider, işte bu
gözlerin görmediği geniş sahaya komuta edecek adam, başka değerde ve başka
kudrette bir adamdır!
1922
(Yunus Nadi, Atatürk’ün Va-
sıfları,
En Büyük Kaybımız, s. 231)
Komutanlar, her hâl ve andaki duruma karşı gereken tedbirleri
tereddütsüz ve süratle almaya mecburdurlar.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 22)
Fevkalâde ve ansızın beliren hâllere ilk temas eden, bir
kıtanın en büyük komutanı değildir.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K.Hasbıhal, s. 22)
Kolordu komutanı demek, dünyanın her yerinde, her millete,
en büyük komutan demektir. Kolordu komutanından sonra başka büyük komutan
yoktur. Ancak muhtelif kolorduların hareketlerini yönetmesi için üzerine ordu
ve grup komutanı geçer. Daima askerî kuruluşta en büyük komutan, kolordu
komutanıdır ve kolordu komutanının vazifesini yapması demek, muharebelerin
içinde ve subayların içinde bulunması demek değildir ve böyle bir hareket hoş
karşılanmaz. Kolordu komutanı, maiyetindeki tümen komutanlarına emir verir ve
onu yaptırır; vazifesini bu suretle yapar.
1920
(Atatürk’ün S.D.I, s. 109)
Cephenin insan sayısıyla, gıdasıyla, giyeceğiyle, silâh ve
cephanesiyle ve diğer işleriyle alâkadar olan başkomutan, elbette bütün
bunların geride bulunan kaynaklarıyla alâkadardır. Gerç, hem cephe ile hem de
geride birçok işlerle uğraşmak güçtür. Bir adam, hem cepheye komuta edecek,
muharebe idare edecek hem de aynı zamanda arkadaki bölgelerde birçok şeylerin
yapılmasını temin edecek. Bunu bir adam nasıl yapabilir? Şüphesiz yapar. Fakat
yapar dediğim zaman Başkomutan bu an, cepheye komuta eder; sonra oradan kalkar,
filân yere gider, yiyecek işini yapar; filân yere gider, eksikleri tamamlama
işini yapar demek değildir. Büyük işler yüklenmemiş insanların, bu husustaki
tereddütlerini mazur görmelidir. Bakınız! Size bir misal söyleyeyim: Ben, çok
acemi komutanlar gördüm. Meselâ, bir alay komutanı, yeni tümen komutanı olmuş
veya bir tümen komutanı yeni kolordu komutanı olmuş; biraz da tecrübesiz!...
Henüz tecrübe kazanmaya zaman bulamadan güç vaziyetler karşısında kalmış,
hayatında bir tümene alışmış iken, düşman karşısında iki veya üç tümene birden
komuta mecburiyetinde bulununca, tereddüde düşmesi ve güçlüklere uğraması
tabiîdir. Bir tümene komuta ettiği zaman, mümkün olduğu kadar, bütün tümen
birliklerini gözü altında birleştirmek ve yönetmek imkânına malik olan bir
acemi komutan, iki üç tümenin gözünden uzak mevzilerde muharebesini idareye
mecbur olduğu zaman, kendi kendine, “Ben hangi tümenin yanında bulunayım, onun
mu, bunun mu; orada mı, burada mı?” diye sorar. Hayır! Ne orada bulunacaksın,
ne de burada! Öyle bir yerde bulunacaksın ki, hepsini idare edeceksin! “O zaman
ben herbirini gereği gibi göremem!” der. Tabiî göremezsin, elbette gözlerinle
göremezsin! Akıl ve sezişinle görmek lâzımdır.
1922
(Nutuk II, s. 660-661)
Komutanlar, askerlik vazife ve gereklerini düşünürken ve
uygularken dimağını siyasî düşüncelerin tesiri altında bulundurmaktan
sakınmalıdırlar. Siyasî yönün gereklerini düşünen başka vazifeliler olduğunu
unutmamalıdırlar.
1927
(Nutuk II, s. 492)
Komutanlar, emri altına verilen millet evlâdını, memleket
vasıtalarını, düşmana, ölüme yöneltirken tek düşüneceği nokta, milletin
kendisinden beklediği vatanî vazifeyi ateşle, süngü ile ve ölümle yapmak ve
sonuçlandırmaktır. Askerî vazife, ancak bu anlayış ve görüşle yapılabilir.
Lâfla, politika ile, düşmanın aldatıcı vaatlerine kulak vermekle, askerlik
vazifesi yapılamaz. Komutanlık vazife ve mesuliyetini yüklenecek kadar
omuzlarında ve bilhassa dimağında kuvvet bulunmayanların, feci sonuçlarla
karşılaşmasından kaçınılamaz.
1927
(Nutuk II, s. 492)
Millî Mücadele’nin sonunda bir komutanım, bana şöyle bir
telgraf çekti: “Emir ver, bir hafta sonra Matapan burnundayım*”. Derhal
kendisine “Dur!” emri verdim. Belki, dediği doğru idi. Fakat biz, ülkeleri
değil, insanların kalbini fethetmek isteriz. Eğer biz, o vakit durmasını
bilmeseydik, bugünkü dünyaya şamil prestijimiz ne olurdu! Komutanlar da
sanatkârlar gibidirler, yerinde durmasını bilmezlerse zaferleri payidar olmaz.
(Atatürk’ten
B.H., s. 39)
Bir komutanın tutsaklığı da mazur görülebilir. O zaman ki,
askerlik vazife ve gereklerini yapıp uygulamakta elindeki kuvveti sonuna kadar,
son süngü ve son nefese kadar kullandıktan sonra kanını akıtmak fırsatını
bulamaksızın düşman eline düşerse... Bütün ordusu üstün düşman ordusu
karşısında mağlup ve kendiliğinden geri çekilirken, kılıcını çekip tek başına
atını, düşman başkomutanın çadırına saldırarak ölüm arayan Türk komutanları
görülmüştür.
Bir Türk komutanının, ordusunu kullanmaksızın, herhangi kötü
tesadüf, herhangi kötü talih sonucu bile olsa, düşmana esir düşmesini biz mazur
görsek de, tarih, bunu asla affetmez ve affetmemelidir. Türk İnkılâp Tarihi’nin
gelecek kuşaklara hitap ve uyarısı işte budur!
1927
(Nutuk II, s. 492 - 493)
Mesuliyetten korkan komutanların hiçbir vakit icap eden
kararları veremediklerini, bunun neticesinde ise, acı felâketler meydana
geldiğini bizzat ben de muhtelif zamanlarda görmüşümdür.
1918
(Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-
danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 69)
Muharebe, daimî mücadele halinde bulunan gözle görülmez
kuvvetlerin göze görünür şekil ve suret almasıdır.
1925
(Atatürk’ün S.D. II, s. 206)
Harp, muharebe, nihayet meydan muharebesi, yalnız karşı
karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; milletlerin çarpışmasıdır.
Meydan muharebesi, milletlerin bütün mevcudiyetleriyle, ilim ve teknik
sahasındaki seviyeleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, özetle bütün maddî ve
manevî kudret ve faziletleriyle ve her türlü vasıtalarıyla çarpıştığı bir
imtihan sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri
ölçülür. Netice yalnız maddî güçlerin değil, bütün kuvvetlerin, bilhassa ahlâkî
ve kültürel kuvvetin üstünlüğünü görünür hale getirir. Bu sebeple meydan
muharebesinde yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî
varlığıyla mağlûp edilmiş sayılır. Böyle bir akıbetin ne kadar feci
olabileceğini tahmin edersiniz. Yok oluş, yalnız savaş alanında bulunan orduya
münhasır kalmaz. Asıl, ordunun mensup olduğu millet feci akıbetlere uğrar.
Tarih, başlarındaki tacidarların, haris politikacıların birtakım hayalî
emellerle, vasıtası durumuna düşen müstevli orduların, müstevli milletlerin
uğradığı bu nevi feci akıbetlerle doludur.
1924
(Atatürk’ün S.D.II, s. 178)
Harp ve muharebe demek, iki milletin, yalnız iki ordunun
değil, iki milletin bütün varlıklarıyla ve bütün varı yoğu ile, bütün maddî ve
manevî güçlükleriyle birbiriyle karşı karşıya gelmesi ve birbiriyle vuruşması
demektir. Bundan ötürü bütün Türk milletini, cephede bulunan ordu kadar fikren,
hissen ve fiilen ilgilendirmeliydim. Millet fertleri, yalnız düşman karşısında
bulunanlar değil, köyde, evinde, tarlasında bulunan herkes, silâhla vuruşan
savaşçı gibi, kendini vazifeli hissederek, bütün varlığını mücadeleye
verecekti. Bütün maddî ve manevî varlığını, vatan savunmasına vermekte geç
davranan ve müsamaha gösteren milletler, harp ve muharebeyi gerçekten göze
almış ve başarabileceklerine inanmış sayılamazlar.Gelecek harplerinin tek
muvaffakiyet şartı da en ziyade bu söylediğim hususta saklı olacaktır. Daha
şimdiden Avrupa’nın büyük askerî milletleri, bu hareket tarzını kanun haline
getirmeye başlamışlardır.
1927
(Nutuk II, s. 619)
Bir milletin alınyazısını müspet ve menfi olarak belirleyen,
meydan muharebeleridir. Çünkü bir harbin neticesi, ancak meydan
muharebelerindeki zafer veya mağlûbiyetle belli olur.
(Afetinan, Ülkü Dergisi,
Cilt: 2, Sayı : 22, 1948, s. 9)
Çanakkale
muharebeleri sırasında verdiği bir emrin son sözleri:
Benimle beraber burada muharebe eden
bütün askerler kesin olarak bilmelidir ki üzerimizde bulunan vatan ve namus
vazifesini tamamen yerine getirmek için bir adım geri gitmek yoktur! Uyku ve
istirahat aramanın, bu istirahatten yalnız bizim değil, bütün milletimizin
ebediyen mahrum kalmasına sebebiyet verebileceğini cümlenize hatırlatırım.
Bütün arkadaşlarımın benimle aynı düşüncede olduklarına ve düşmanı tamamen
denize dökmedikçe yorgunluk işaretleri göstermeyeceklerine şüphe yoktur!
1918
(Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-
danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 47)
Çanakkale
muharebeleri sırasında komutanlara verdiği emre ilâve ettiği bir söz:
- Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi
emrediyorum! Biz ölünceye kadar geçecek zaman esnasında yerimizi başka
kuvvetler ve komutanlar alabilir.
1918 (Ruşen Eşref Ünaydın, Anafartalar Kuman-
danı Mustafa Kemal ile Mülâkat, 1930, s. 3)
Harbin ve askerlik
sanatının öğrenilmesine vesile olan vasıtaların en mükemmeli, en gerçeği
ahlâktır. Askerî ahlâk ise, muhtelif rütbelerdeki komuta sahiplerinin iktidar
ve ehliyet kazanmalarını temin suretiyle sağlamlaştırılır. Ordularda,
subayların büyük bir kısmı harplerde bulunmuş ve mesuliyetli hizmetler ifa
etmiş olduklarından, harp ateşini bizzat kalplerinde yakmış olurlar. Bu hal,
onların meslek bakımından istifadelerini sağladıktan başka, morallerini de
herkesten fazla sağlamlaştırmaya hizmet eder.
1938 (Faik Türkmen, Atatürk’ün
Ahlâk
Düşünceleri ve Tefsiri, s. 3)
Kitaplarda, bir yerde gayet cesur olan asker, diğer bir
yerde ürkek ve tersine, bir yerde ürkeklik göstermiş bir askerî kıtanın diğer
bir yerde cesur olabileceğini okudum. Ben, daima askere özgü tabiata, ruhî ve
manevî duruma çok dikkat ederim. Hakikaten bu hali birçok defalar ben de
gördüm. Bunun muhtelif sebepleri olabiliyor. Komutanların hâl ve şanı ve kalp
kuvveti ve nefse itimat dereceleri pek büyük önem taşır.
1928
(M. Kemal Atatürk’ün Karls-
bad Hatıraları, Afetinan, s. 42)
Herhalde askerlerimizin ruhunu kazanmak bizim için bir
vazife olduğu gibi, evvelâ onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak da
Allah’tan ve Medine şehrinde yatan Cenâb-ı Peygamber’den sonra bize yöneliyor.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 18)
Mutlaka şu ve bu sebepler için, milleti harbe sürüklemek
taraftarı değilim. Harp zarurî ve hayatî olmalı. Gerçek kanaatim şudur: Milleti
harbe götürünce vicdanımda acı duymamalıyım. “Öldüreceğiz!” diyenlere karşı,
“Ölmeyeceğiz!” diye harbe girebiliriz. Lâkin, millet hayatı tehlikeye
uğramadıkça, harp bir cinayettir.
1923
(Atatürk’ün S.D. II, s. 124)
Şimdiki ülküde asker bile ölmek için değil, ölmeden harbi
kazanmaya uğraşıyor.
1930
(Ayın Tarihi, Cilt: 24, sayı: 82-83, 1931)
Ölmek, ancak öldürmek maksat ve gayesine yönelmiş olmak
lâzım gelir. Fakat öldükten sonra hiçbir gaye temin edilemeyecekse neye yarar?
1920
(Atatürk’ün S.D.I, s. 81)
Esir
alınan Yunan Generali Trikopis’e söylemiştir:
Harp, bir talih oyunudur, General! Bazen, en ustası de
yenilir. Siz, vazifenizi yaptınız. Mesuliyet talihten geliyor, üzülmeyiniz.
1922
(Halide Edip Adıvar, Türk’ün Ateşle İmtihanı, s. 277)
Ben, askerliğin her şeyden ziyade sanatkârlığını severim.
1912
(Atatürk’ün Özel Mektup-
ları, Sadi Borak 1961, s. 11)
En büyük askerlik budur: Muhtelif ihtimalleri çok iyi hesap
etmeli; en iyi görüneni süratle tatbik etmeli.
(Oğuz Kâzım Atok, Ülkü Dergisi,
Cilt: 6, Sayı: 71, 1944, s. 12)
Silâh arkadaşlığı, fikir arkadaşlığı demektir.
(Burhan
Cahit, Atatürk’ün İki Cephesi, s 36)
İnsanların mücadelesinde en kuvvetli istihkâm, iman dolu
göğüslerdir.
1922
(Atatürk’ün S.D. III, s. 37)
Tarihte yarılmamış ve yarılmayan cephe yoktur. Özellikle,
söz konusu cephe, verilen kuvvetle tamamen orantılı dar bir cephe olmayıp da
böyle yüzlerce kilometre uzunluğunda bulunursa, bu cephenin şurasında ve
burasında bulunan zayıf bir kuvvetin sonuna kadar savunmasını kabul etmek,
bütün tasavvurları ve hükümleri hataya yöneltir. Cepheler delinebilir, buna
karşı tedbir, delinen kısmı derhal kapamaktan ibarettir. Bu ise, cephe
üzerindeki kuvvetlerden başka, geride, yedekte, kuvvetli birlikler
bulundurmakla mümkündür.
1920
(Nutuk II, s. 464-465)
Muharebede kuvvetten ziyade, kuvveti amaca uygun yönetmek
mühimdir.
1915
(Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 23)
Muharebede yağan mermi yağmuru, o yağmurdan ürkmeyenleri,
ürkenlerden daha az ıslatır.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 15)
Bazı kanaatler vardır ki onların hesap ve mantıkla izahı pek
güçtür; özellikler muharebenin kanlı ve ateşli anlarındaki duyguların doğurduğu
kanaatler... Şüphesiz her kanaat ve karar, içinde bulunulan durum ve şartları
inceleme ve bu incelemelerin sonuçlarını sezme ve değerlendirme sayesinde
doğar.
1915
(Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 51)
Arazinin ve birtakım durumların, şartların, olağanüstü
fırsatların muharebenin neticesi üzerine tesirleri inkâr olunamaz. Fakat daima
güvenilecek ve dayanılacak olan, sayı ve kıymettir.
1924
(Atatürk’ün S.D. II, s.. 169)
Kesin netice daima taarruzla alınır; fakat müdafaa ile
yerine getirilen birçok vazifeler de vardır. Kesin netice istenilen zamana
gelmeden evvel, tam ve gerçek taarruz zamanından evvel birliklerin savaşma gücünü
azaltmaktan, sayıca miktarını eksiltmekten kaçınmak lâzımdır. Bunun için
taarruz, müdafaa, işgal muharebesi ve kesin muharebenin mahiyeti, tatbik
olunacağı zaman ve hâlin ayırt edilmesi hususunda, arkadaşların zaten mevcut
olan karar verme yetenekleri muhafaza olunmalıdır. Buna nazarî ve pratik
çalışmalarımızda çok dikkat etmeliyiz. Bir de alınan vazife ile sarf olunacak
askerî faaliyetin önemli bir alâkası vardır. Bunun için vazife verenlerin,
vazife alanların kullanacağı vasıtayı, askerî faaliyeti belirlemede tereddüde
düşmelerine sebebiyet vermemeleri lâzımdır.İstenilen şeyde açıklık çok
mühimdir.
1924
(Atatürk’ün S.D. II, s. 170)
Bir yer düşer; ne vakit? Eğer bir kale gibi müdafaa
olunursa, eğer bir yerin etrafında mevcut kuvvet, harp vasıtalarıyla nihayete
kadar karşı koyarsa, düşman o müdafaa kuvvetlerini altüst eder ve o mevkie
gelirse o mevki düşer.
1920
(Atatürk’ün S.D.I, s. 79)
Düşmana taarruz için, verilmiş olan kesin kararımızı
uygulamaya başlamadan evvel hazırlama ve tamamlamaya mecbur bulunduğumuz harp
vasıtalarının ne olduğunu söyleyeyim: Tam üç vasıtanın hazırlığının kâfi
derecede olduğunu görmek lüzumunu hissediyorum. Onlardan birincisi ve en mühimi
ve temel olanı, doğrudan doğruya milletin kendisidir. Milletin, hayat ve
bağımsızlığı için kalbinde... vicdanında beliren, gelişen arzu ve emellerin
sağlamlığıdır. Millet bu içten gelen arzusunu ne kadar kuvvetli gösterirse, bu
arzu ve emelinin gerçekleşmesi için ne kadar çok kararlı ve imanlı olursa,
düşmanlara karşı muvaffakiyet için o kadar kuvvetli bir vasıtaya sahip
olduğumuza inanırım. İkinci vasıta, milleti temsil eden Meclis’in millî arzuyu
belirtmede ve bunun gereklerini inanarak uygulamada göstereceği kararlılık ve
yiğitliktir. Meclis, ne kadar çok beraberlik ve birlik halinde millî arzuyu
belirtirse, düşmana karşı o kadar kuvvetli üstünlük vasıtasına sahip oluruz.
Üçüncü vasıta, milletin silâhlı evlâtlarından ibaret olup düşman karşısında
toplanmış bulunan ordumuzdur.
Bu üç nevi vasıta veya kuvvetin düşmana karşı kurduğu
cepheler, iki nitelikte düşünülebilir. Kolay anlaşılmak için şöyle diyeyim: iç
cephe, dış cephe... Asıl olan iç cephedir. Bu cephe bütün memleketin, bütün
milletin meydana getirdiği cephedir. Dış cephe, doğrudan doğruya ordunun düşman
karşısındaki silâhlı cephesidir. Bu cephe sarsılabilir, değişebilir, mağlûp
olabilir; fakat bu hâl, hiçbir vakit bir memleketi, bir milleti mahvedemez.
Mühim olan, memleketi temelinden yıkan, milleti esir ettiren, iç cephenin
çökmesidir. Bu gerçeği bizden daha çok bilen düşmanlar, bu cephemizi yıkmak
için asırlarca çalışmışlar ve çalışmaktadırlar. Bugüne kadar muvaffak da
olmuşlardır. Gerçekten “kaleyi içinden almak”, dışından zorlamaktan çok
kolaydır. Bu maksatla şahıslarımıza kadar temasa gelebilen bozguncu
mikropların, vasıtaların varlığını iddia etmek uygundur.
Meclis’in zihniyeti, çalışması, vaziyeti, düşmana ümit
verici olmadıkça iç ve dış cephelerimizin yerinden oynamasına imkân ve ihtimal
yoktur. Meclis’te, bir veya birkaç üyenin karamsarlık aşılayan sözlerinden bile
aleyhimizde istifade çareleri aranılmakta olduğuna şüphe edilmemelidir.
Dışişleri Bakanlığı’nın dosyaları buna dair vesikalarla doludur. Kesin şekilde
söylüyorum ki, istemeyerek olsa dahi düşmanlara ümit verecek en küçük
belirtiler oldukça millî davanın sonuçlanması tehlikeye düşer.
1922
(Nutuk II, s. 638 - 639)
Yarım hazırlıkla, yarım tedbirle yapılacak taarruz, hiç
taarruz etmemekten daha çok fenadır.
1922
(Nutuk, II, s. 636)
Çanakkale
muharebeleri sırasında bir tümen komutanına emri:
Ben, şu haberi bekliyorum: “Siperlere giren düşman
mahvedilmiş, düşman siperlerine askerimiz girmiştir!” Bundan başka hiçbir haber, bence önemli
değildir!
1915
(Mustafa Kemal, Anafartalar M.A.T., s. 67)
Müdafaa hattı yoktur, müdafaa sathı vardır. O satıh, bütün
vatandır. Vatanın, her karış toprağı, vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça terk
olunamaz. Onun için küçük, büyük her birlik, bulunduğu mevziden atılabilir.
Fakat küçük, büyük her birlik, ilk durabildiği noktada, tekrar düşmana karşı
cephe teşkil edip muharebeye devam eder. Yanındaki birliğin çekilmeye mecbur
olduğunu gören birlikler, ona uyamaz. Bulunduğu mevzide sonuna kadar direnmeye
ve dayanmaya mecburdur.
1921
(Nutuk II, s. 618)
Memleketin müdafaası ve milletin yüksek menfaatlerinin
korunması sorumluluğunu yüklenen büyük komuta katlarının, sahip oldukları bütün
kuvvetleri ve bütün vasıtaları en mühim hedef üzerinde toplaması lâzım
geldiğine dair hepinizce bilinen kuralı, ilkeyi bu münasebetle hatırlatmak
isterim. Birinci derecede ehemmiyet taşıyan hedefi meydana çıkarmak, ciddî ve
esaslı inceleme ve düşünmeye değer. En mühim hedef üzerinde elde edilecek
muvaffakiyet, ikinci üçüncü derece hedefler üzerinde, başlangıçta göze alınacak
fedakârlıkları daima karşılar. Bu kural, bütün barış zamanındaki tertip ve
tedbirlerde hâkim ve tesirli olduğu gibi, savaşın başlangıcından sonuna kadar
ihmal edilmemesi lâzım gelen bir noktadır. Bu esasa göre düşünülecek ve
kararlaştırılacak tedbir ve tertiplerin uygulamaya konulmasına engel durumlar,
ehemmiyetle göz önüne alınmalıdır. Şüpheli tedbirlere mukadderatı emanet
etmekten, son derece kaçınmak lâzımdır. Birçok felâketler gördük, talihin bunca
darbelerine maruz kaldık. Bunlar bize, memleket müdafaasında her vakit çok
dikkatli olmak için gereken dersi kesinlikle vermiştir zannederim.
1924
(Atatürk’ün S.D.I, s. 169)
Geçen gün bana zırhlı müdafaa hatlarından bahsediliyordu;
diyelim ki Majino’dan... Benim görüşüm belki biraz aykırı düşecek amma... ısrar
ederim ki bu hatların faydasına inanamıyorum. Zira harbi insan yapar. Bunun
için insanın toprak üstünde bulunması lâzımdır. Köstebek gibi toprak altında,
beton borularda veya zırhlı kulelerde oturtulacak bir kuvvet, evvelden harp
dışı edilmiş bir kuvvet sayılmalıdır.
Manevra kabiliyetini kendi kendine yok eden bir ordu, bir harpte mağlubiyetten
başka ne kazanabilir, bilmem...
1938
(Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu,
Bilinmiyen Taraflarıyla Atatürk, s. 95)
Orduda, esas sınıf piyadedir, piyadesiz muharebe yapılamaz;
çünkü piyade taarruz eder, kazanır ve kazandığını koruyadabilir. Halbuki
makineli silâhlar, motorlu vasıtalar, tanklar vb. bu vazifenin ikisini birden
yalnız başına, piyadesiz yapamazlar. Bununla beraber piyade, süvarisiz,
topçusuz ve diğer silâhlar ve vasıtalar olmaksızın bir ordu oluşturamaz.
1930
(Afetinan, M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 111)
Türk milletinin, Hava Kuvvetlerimizin desteklenmesi lüzumunu
idrak ve takdire değer fedakârlıklar göstermesi, siyasî ve medenî erginliğinin
en büyük delilidir.
1926
(Atatürk’ün S.D. III, s. 79)
Çok emekle kurduğumuz, canımızla korumaya ant içtiğimiz
kutsal yurdun, havadan saldırılara karşı güvenlik altında bulunması demek, bize
saldıracakların, kendi yurtlarında bizim aynı zararları yapabileceğimize
güvenimiz demektir. Bu güveni her gün artıracak araç bulmakla, büyük Türk
ulusunun, en göksel bir duyguyu kalbinde taşıdığını her ferdinin vatan için
tutuşan gözlerinde okumaktayız.
Havacılarımız, bütün ordu ve donanmamız gibi vatanı korumaya
istidatlı kahramanlardır. Büyük millet, bu soylu evlâtlarıyla kendini mutlu
sayabilir.
1935
(Atatürk’ün S.D.I, s. 371)
Hudutlarının mühim ve büyük kısımları deniz olan Türk
Devleti’nin donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türk
Cumhuriyeti, daha gönlü rahat ve emin olacaktır.Mükemmel ve güçlü bir Türk
Donanması’na sahip olmak gayedir. Buna ilk gidiş noktası, harp gemileri
tedarikinden evvel onları muvaffakiyetle sevk ve idareye muktedir komutanlara,
subaylara, uzmanlara sahip olmaktır.
1924
(Raşit Metel, Atatürk ve Donanma, 1966, s. 90)
Tarihte büyük deniz komutanlarımız vardır. Fakat modern
donanma teşekkülüne teşebbüs ettikten sonra bu gibi kahramanlıklara, parlak
hareketlere pek tesadüf olunamaz. Millî Mücadele esnasında donanmamızın toplu
olarak kullanılmasına imkân yoktu. Bununla beraber, ayrı ayrı ve vatanseverce
hizmetler pek çoktur.
1924
(Atatürk’ün S.D.V, s. 33)
Deniz silâhlarına ehemmiyet veriyoruz. Denizcilerimizin iyi
silâhlı ve iyi eğitimli olarak hazırlanmaları büyük emelimizdir.
1936
(Atatürk’ün S.D.I, s.375)
Herhangi bir askerî hareketin, herhangi bir görüş
noktasından araştırılıp incelenmesi, onu başından sonuna kadar hatalı
gösterebilir. Yine aynı askerî hareketin başka görüş noktasından incelenmesi,
onu başından sonuna kadar doğru gösterebilir. Bunu, bugünkü hâdiseler ile
mukayese etmemek, olduğu tarihteki durumuyla incelemek lâzım gelir. Burada
zaman ve şartlar, özellikle içinde bulunulan şartlar, tek etken olur. Bir
askerî harekete uzaktan bakmak ve bakanın kendisinin bulunduğu şartlar içinde
onu incelemek, onu hiçbir zaman doğru sonuçlara ulaştırmaz. İnsanları,
hareketleri incelerken, hareketleri yapan komutanların, subayların içinde
bulunduğu durumu ve sahip olduğu vasıtaları, karşısında bulunduğu baskıyı,
karşılaştığı güçlükleri o anda araştırmak lâzım gelir. Yoksa, aradan zaman
geçtikten sonra sükûnetle düşünüp yapılacak incelemeler, orada düşünülmüş
incelemelere uymayabilir.
1920
(Atatürk’ün S.D.I, s. 103)
Askerî mütalâalar tenkit edilmelidir.
1936
(T.T.K. Belleten, Sayı: 10, Lev: XCV.)
Askerî plân arzuya değil, hesaba dayanarak düzenlenmelidir.
(Oğuz
Kâzım Atok, Ülkü Dergisi,
Cilt: 6, Sayı: 71, 1944 s. 12)
Vaziyeti gözden geçirirken ve tedbir düşünürken, acı olsa da
gerçeği görmekten bir an uzaklaşmamak lâzımdır. Kendimizi ve birbirimizi
aldatmak için lüzum ve mecburiyet yoktur.
1920
(Nutuk II, s. 466)
Muharebeye “ya şehit veya gazi olmak için” gidilir. Genel
olarak yiğitlik meydanında ölenlerin hepsine şehit derlerse de, sağ kalanların
hepsine gazi unvanı verilmez. Bu unvanı ancak kanun verir. Medenî bir milletin,
yüksek menfaatler gereği, yapmaya mecbur olduğu harpler, Arap aşiretlerinin
savaşı değildir. Öyle dahi olsa, savaştan sağ salim çıkanlara belki, yalnız,
anaları, babaları takdir amacıyla, “benim gazi oğlum” diyerek övünür. Fakat,
millet, tarih, unvan verişinde o kadar cömert değildir.
1927
(Nutuk II, s. 749)
Çok şükür, askerlerim pek cesur ve düşmandan daha
dirençlidirler. Bundan başka hususî inançları, çok defa ölüme sevk eden
emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Gerçekten onlara göre iki
semavî sonuç mümkün: Ya gazi ya da şehit olmak! Bu sonuncusu nedir bilir
misiniz? Dosdoğru cennete gitmek!
1915
(Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 56-57)
Her başarılı muharebeye iştirak eden kişinin, hakkı olmadığı
halde kendisini tek etken, galip ilân etmesi, örnek alınacak bir ahlâkî kural
teşkil etmez. Memleket çocuklarına, böyle gerçeğe uymayan tarz ve tavırlar
takınmak âdetini veremeyiz; gelecek kuşaklara, böyle havadan, galip, fatih
olunabileceği gibi yanlış bir fikri miras bırakamayız!
1927
(Nutuk II, s. 748)
Asker ocağı, teşkilâtıyla, millet ve hükûmetin itimadına
sahip, ilim ve ahlâkça yüksek, fedakârlık fikirleri ve özellikleri ile
belirgin, vazife aşkıyla dolu subay kurullarından teşekkül eden talim
heyetleriyle, milletin yetişmiş gençlerini yalnız askerlik açısından değil
bilgi açısından da eğiten ve yetiştiren bir mektep, bir terbiye ocağıdır. Bu
ocakta vatandaşlar, eşitliği öğrenirler; cesaret ve teşebbüs fikirlerini
geliştirirler. Bu ocakta bütün vatandaşlar, hep aynı toprağın evlâdı
olduklarını en iyi duyarlar. Bütün vatandaşların millet ve memlekete faydalı ve
yararlı olmak lüzumu, orada en iyi anlaşılır. Vatandaşlar, milletin kıymetli,
kudretli ve yüksek medeniyetli olabilmek için yegâne koruyucunun ordu olduğunu
ve yine milleti dünya karşısında hürmete lâyık bir mevkide tutan yegâne
vasıtanın ordu bulunduğunu en iyi ordu içinde öğrenir. Japonya, ancak çarlıkta
Ruslara karşı kazandığı zaferle medeniyetini Avrupalılara tasdik
ettirebilmişti. Bağımsızlık zaferimiz olmasaydı milletimizin maddî ve bilhassa
manevî mevcudiyeti, bugün tarihe karışmış olacaktı.
Bir milletin yükselmesi için ilim, sanat, fikrî ve iktisadî
ilerlemeler ne derecede mühim ise, ordu da bu ehemmiyete paralel ehemmiyette
tanınmalıdır. Mazide nice yüksek medeniyetler görülmüştür ki, muhafaza ve
müdafaasında kusur edildiği için, istilâlar altında çiğnenmiş ve yıkılmıştır.
Bir yenilgiden sonra, ordunun kıymet ve lüzumu kolay anlaşılır. Mağlubiyetten
ders alan böyle bir millet, dört elle orduya sarılır. Fakat ordunun
ehemmiyetini anlamak için mağlûbiyet tecrübesi geçirmeyi beklememelidir. Bir millet
için takdire değer olan şudur ki, galibiyetten sonra hiç gurur göstermeyerek ve
düşmanı önemsiz görmeyerek ordusunun mükemmeliyetine çalışır ve çocuklarını,
askerlik vazifesini fedakârlıkla yapabilecek yüksek his ve kabiliyette
yetiştirir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 122-123)
Gerçek olgunluk verebilecek asıl mektep, kıtalardır.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 13)
Bir kıta ve özellikle subaylar heyeti, yalnız iyi örnek
olacak rehberlerle yetiştirilir.
1914
(Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s. 13)
Ben, kışlanın bir okul olmasını, orada zor ve şiddetin
değil, bilginin, sevgi ve saygının hâkim olmasını isteyenlerdenim.
1916
(Rıdvan Nafiz Edgüer, Hayatı ve Eserleri, s. 16)
Büyük millî disiplin okulu olan ordunun, ekonomik, kültürel,
sosyal savaşlarımızda bize aynı zamanda en lüzumlu elemanları da yetiştiren
büyük bir okul haline getirilmesine, ayrıca itina ve yardım edileceğine şüphem
yoktur.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 387)
Askerlik sanatını yalnız tüfek kullanmaya inhisar
ettirmeyeceğiz; askerlerimiz ailesi ocağında, tarlalarında çalıştıkları zaman,
çevreleri için faydalı olabilecek şeyleri de öğretmeye çalışacağız.
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut
Soydan, Milliyet gazetesi, 8. 2. 1930)
Bir ordunun cevheri ne olursa olsun siyasete karışırsa,
birlikte hareket ve savaşma kabiliyetini esasından kaybeder ve vatanın müdafaa
gücünü hiçe indirir. Siyasete karışmış bir ordunun, karışmadan önceki
disiplinini ve savaşma kabiliyetini yeniden kazanabilmesi için çok zaman ister.
(Ali
Fuat Cebesoy, Atatürk’ün Yüksek Kumandanlık Kud-
ret
ve Meziyetleri, Atatürk Görüşler ve Hatıralarla, s. 88)
Memleketin umumî hayatında orduyu siyasetten ayırmak ilkesi,
Cumhuriyet’in daima göz önünde tuttuğu bir temel noktadır.
1924
(Atatürk’ün S.D.I, s. 318)
Subaylarımızı hayat kaygısı içinde bırakmak asla doğru
olamaz. Hayat dediğim zaman, muharebe meydanlarında terk edeceğimiz hayatı
kastetmiyorum. Bizim subaylarımız bunu tam bir iftiharla terke hazırdırlar.
Hayattan maksadım, gerek kendilerinin ve gerek ailelerinin geçim derdinden uzak
bulunmalarını temin edecek esas -ki refahtır- bunu temin etmektir; etmeyen bir
millet en esaslı bir noktada ilgisizlik göstermiş demektir.
1923
(Atatürk’ün S.D.II, s. 90)
Silâhlanma ve donatım programımızın uygulaması, başarıyla
ilerliyor. Bunları memleketimizde yapmak emelimiz, gerçekleşme yolundadır. Harp
sanayii kuruluşlarımızı, daha ziyade geliştirme ve genişletme için alınan
tedbirlere devam edilmeli ve endüstrileşme çalışmamızda da ordu ihtiyacı ayrıca
göz önünde tutulmalıdır. Bu yıl içinde denizaltı gemilerini memleketimizde
yapmaya başladık. Hava Kuvvetlerimiz için yapılmış olan üç yıllık program,
büyük milletimizin yakın ve bilinçli alâkasıyla, şimdiden başarılmış
sayılabilir. Bundan sonrası için, bütün uçaklarımızın ve motorlarının
memleketimizde yapılması ve harp hava sanayiimizin de bu esasa göre
geliştirilmesi gerekir. Hava Kuvvetlerinin aldığı ehemmiyeti göz önünde
tutarak, bu çalışmayı plânlaştırmak ve bu konuyu lâyık olduğu ehemmiyetle
milletin gözünde canlı tutmak lâzımdır.
1937
(Atatürk’ün S.D.I, s. 387)
Ordunun beslenmesi ve bundan başka tekniğin ve sanatların
her türlü ilerlemelerine uygun olarak yapılan silâhlar ve muharebe malzeme ve
vasıtaları, memleketin ekonomisiyle alâkadardır. Ordunun saydığımız ihtiyaçlarını,
memleket içinde hazırlamak esas olmalıdır; her zaman, ordunun muhtaç olduğu
silâh, cephane ve benzerlerini hariçten satın alarak temin etmek mümkün
olmayabilir.
1930
(Afetinan, M.B.ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları, s. 114)
Vatanın iç ve dış herhangi bir tehlikeden en az fedakârlıkla
en az zamanda kurtulması için tek çare, herhangi bir seferberlik çağrısına her
vatandaşın derhal ve bir an kaybetmeksizin uymasıdır. Vatandaşlarım! Türk
vatanının gelişmesi, bütünlüğü ve her tehlikeden korunması, bir seferberlik
çağrısına derhal uyup gitmektir. Bu ilkeyi, yetişmişlerimizin ve yetişecek
evlâtlarımızın daima hatırında bulundurmalıyız. Türk vatanseverliğinin birinci
özelliği, vatan savunması çağrısı karşısında her işi bırakarak silâh altına
koşmaktır.
1925
(Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 524)
Hiçbir millet ve memlekete karşı tecavüz fikri beslemeyiz.
Fakat varlığımızı ve bağımsızlığımızı korumak için, bir de milletimizin iç
rahatlığı ve gönül huzuru ile çalışarak rahata kavuşmuş ve mesut olmasını temin
için, her vakit memleket ve milletimizi korumaya gücü yeter bir orduya sahip
olmak da ülkümüzdür.
1922
(Mustafa Baydar, Atatürk’le Konuşmalar, s. 42)
Umumî Harp’ten sonra bütün cihan barış ve huzura
muhtaçtır.Türkiye ki birçok harplere sahne olmuştur; sayılamayacak felâketler
görmüştür. Onun barış ve huzur ihtiyacı daha fazladır. İşte, biz bu
hazırlığımızla muhtaç olduğumuz barış ve huzuru temin etmek istiyoruz.
Tarafsızlıkları bütün dünyaca kabul ve tasdik olunan devletler vardır ki, onlar
da barış ve huzurları için, tabiî müdafaalarına ehemmiyet vermekte, ordularına
fevkalâde itina etmektedir. Biz de, herkes gibi tabiî müdafaamıza lâyık olduğu
kadar ehemmiyet vermeye mecburuz.
1924
(Atatürk’ün S.D.II, s. 170)
DIŞ SİYASET
Bizim açıklık ve uygulanabilirlik gördüğümüz siyasî
meslek, millî siyasettir. Dünyanın bugünkü umumî şartları ve asırların
dimağlarda ve karakterlerde biriktirdiği gerçekler karşısında hayalci olmak
kadar büyük hata olamaz. Tarihin ifadesi budur; ilmin, aklın, mantığın ifadesi
böyledir.
Milletimizin, güçlü, mutlu ve güvenlik içinde
yaşayabilmesi için, devletin tamamen millî bir siyaset izlemesi ve bu
siyasetin, iç kuruluşlarımıza tamamen uygun ve dayalı olması lâzımdır. Millî
siyaset dediğim zaman, kastettiğim mâna ve anlam şudur : Millî sınırlarımız
içinde, her şeyden evvel kendi kuvvetimize dayanıp varlığımızı koruyarak millet
ve memleketin gerçek mutluluğuna ve bayındırlığına çalışmak... Genel olarak
erişilemeyecek hayalî emeller peşinde milleti uğraştırmamak ve zarara
sokmamak... Medenî dünyadan, medenî ve insanî davranış ve karşılıklı dostluk
beklemektir.
1920 (Nutuk II, s. 436)
Büyük hayaller peşinden koşan, yapamayacağımız
şeyleri yapar gibi görünen sahtekâr insanlardan değiliz. Büyük ve hayalî
şeyleri yapmadan yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını,
kötü niyetini, kinini bu memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz Panislâmizm
yapmadık; belki “yapıyoruz, yapacağız!” dedik. Düşmanlar da “yaptırmamak için
bir an evvel öldürelim!” dediler. Panturanizm yapmadık, “yaparız, yapıyoruz!”
dedik, “yapacağız!” dedik ve yine “öldürelim!” dediler. Bütün dava bundan
ibarettir. Bütün dünyaya korku ve telâş veren kavram bundan ibarettir. Biz böyle, yapmadığımız ve yapamadığımız
kavramlar üzerinde koşarak düşmanlarımızın sayısını ve üzerimize olan
baskılarını artırmaktan ise tabiî duruma, meşru duruma dönelim; haddimizi
bilelim. Biz yaşama ve bağımsızlık isteyen milletiz. Ve yalnız ve ancak bunun
için hayatımızı esirgemeden veririz!
1921 (Atatürk’ün S.D. I, s. 195 -196)
Yeni Türkiyenin takip edeceği siyaset, belirsiz ve
keyfî olamaz. Bizim siyasetimiz, mutlaka milletin kabiliyet ve ihtiyacıyla
uyumlu olacaktır. Bizim için ne ittihad-ı İslâm, ne Turanizm mantıkî bir
siyaset yolu olamaz. Artık yeni Türkiye’nin devlet siyaseti, millî sınırları
dahilinde, egemenliğine dayanarak bağımsız yaşamaktır. Hareket kuralımız budur!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)
Dış siyasetimizde dürüstlük, memleketimizin
güvenliğine ve gelişiminin korunmasına dikkat, hareket tarzımıza kılavuz
olmaktadır. Esaslı düzenleme ve gelişim içinde bulunan bir memleketin, hem
kendisinde hem çevresinde barış ve huzuru ciddî olarak arzu etmesinden daha
kolay izah olunabilecek bir nitelik olamaz. Bu samimî arzudan esinlenen dış
siyasetimizde memleketin dokunulmazlığını, güvenliğini, vatandaşların haklarını
herhangi bir tecavüze karşı bizzat savunabilmek kudreti de, özellikle gözde
tuttuğumuz noktadır. Kara ve deniz ve hava ordularımızı, bu memlekette barışı
ve güvenliği dokunulmaz bulunduracak bir kuvvette muhafazaya bunun için çok
önem veriyoruz.
1928 (Atatürk’ün S.D.I, s. 342-343)
Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti, aldatılır bir varlık
değildir. Onu aldatabilirim düşüncesinde bulunanların, işte asıl onların
kendileri için telâfisi çok güç olacak derecede aldanmış olduklarına ve
olacaklarına şüphe edilmemelidir.
1937 (Asım Us, G.D.D., s. 160 - 161)
Dış siyaset, bir toplumun iç kuruluşu ile sıkı
şekilde ilgilidir. Çünkü iç kuruluşa dayanmayan dış siyasetler, daima mahkûm
kalırlar. Bir toplumun iç kuruluşu ne kadar kuvvetli, sağlam olursa, dış
siyaseti de o nispette güçlü ve sağlam olur.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 162)
Dış siyaset, iç kuruluş ve iç siyasete dayandırılmak
zaruretindedir, yani iç kuruluşun tahammül edemeyeceği genişlikte olmamalıdır.
Yoksa hayalî dış siyasetler peşinde dolaşanlar, dayanak noktalarını
kendiliğinden kaybederler.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 101)
Ben, siyasî meseleleri de askerî vaziyetler gibi
harita üzerinden mütalâa ederim.
1924 (Burhan Cahit, Gazi
Mustafa Kemal, 1932, s. 74)
Türkiye’nin güvenliğini gaye tutan, hiçbir milletin
aleyhinde olmayan bir barış istikameti, bizim daima ilkemiz olacaktır.
1931 (Atatürk’ün S.D.I, s. 356)
Komşuları ile ve bütün devletlerle iyi geçinmek,
Türkiye siyasetinin esasıdır.
1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s. 6787)
Türk Cumhuriyeti’nin en esaslı ilkelerinden biri
olan “yurtta barış, dünyada barış” gayesi, insaniyetin ve medeniyetin refah ve
ilerlemesinde en esaslı etken olsa gerektir. Buna elimizden geldiği kadar
hizmet etmiş ve etmekte bulunmuş olmak, bizim için övünülecek bir harekettir.
1933 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 560)
Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz.
1931 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 551)
Barış yolunda nereden bir çağrı geliyorsa, Türkiye
onu, gönülden karşıladı ve yardımlarını esirgemedi.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 388)
Biz, milletlerarası münasebetlerde karşılıklı güven
ve saygıyı hedef tutan açık ve samimî politikanın en ateşli taraftarıyız.
Hassasiyetimiz, bu yolda kendisini gösteren hazırlıklara ve uğraşılara karşı,
bunların bizim için de fiilî ve gerçek bir güven oluşturup oluşturmayacağı
noktasındadır.
1926 (Atatürk’ün S.D.I, s. 336)
Yeni esaslar ve anlayışlar çerçevesinde bütün cihan
ile en yeni münasebetleri kurmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, barış yolunda
harcanmış büyük gayretlerin gelişmesini derin bir alâka ile takip etmekte ve
beşeriyetin en büyük ideali olan barışın lâzım ve esaslı unsurlarını, iyi
niyetle yapılan ve bilhassa doğrulukla tatbik edilen karşılıklı sözleşmelere
uymanın teşkil ettiği kanaatinde bulunmaktadır.
1928 (Atatürk’ün S.D.V., s. 50-51)
Türkiye, ilkelerine bağlı olarak kesinlikle barışçı
bir siyaset takip etmektedir.
1928 (Atatürk’ün S.D.V., s. 53)
Dışişlerinde dürüst ve açık olan siyasetimiz,
özellikle barış fikrine dayalıdır. Milletlerarası herhangi bir meselemizi barış
vasıtalarıyla çözümlemeyi aramak, bizim menfaat ve anlayışımıza uyan bir
yoldur. Bu yol dışında bir teklif karşısında kalmamak içindir ki, güvenlik
ilkesine, onun vasıtalarına çok ehemmiyet veriyoruz. Milletlerarası barış
havasının korunması için, Türkiye Cumhuriyeti yapabileceği herhangi bir
hizmetten geri kalmayacaktır.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı: 68, 1929, s. 5025)
Dış siyasetimiz, başlangıçta kendisine çizdiği
hareket hattından asla sapmamıştır. Dış siyasetimiz, daima milletler refahının
yaratıcısı olan barış içinde, memleketin gelişmesini amaç edinmiştir. Bu
gelişmeyi, tam ve mutlak olarak, bütün milletlere temenni ederiz.
1933 (Hakimiyeti Milliyet gazetesi, 30. 10. 1933, s. 2)
Barış, milletleri refah ve mutluluğa eriştiren en
iyi yoldur. Fakat bu kavram bir defa ele geçirilince daimî bir dikkat ve itina
ve her milletin ayrı ayrı hazırlığını ister.
1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)
Barış ilkesi, insanlığın ilerlemesi ile paralel
olarak kuvvetlenmektedir. Harpden büyük zararlar görmüş milletlerin bu ilkeye
daha büyük bir dostluk ve samimiyetle bağlı olacakları tabiîdir. Bu ilkenin
bütün devletlerce siyaset esası sayılmasıyladır ki, medeniyet için ve
milletlerin saadet ve refahı için en gerekli olan barış, yerleşmiş olur.
1930 (Ayın Tarihi, Sayı: 79-81, 1930, s.6787)
Bizim kanaatimizce uluslararası siyasî güvenliğin
gelişmesi için ilk ve en mühim şart, milletlerin hiç olmazsa barışı koruma
fikrinde samimî olarak birleşmesidir.
1932 (Atatürk’ün S.D.I, s. 357)
Milletlerin güvenliği ya iki taraflı veyahut çok
taraflı umumî müşterek anlaşmalarla, uzlaşmalarla temin edilebilir diye mutlak
mahiyette ortaya atılan ve her biri diğerlerine zıt sayılan ilkeler, barışın
korunması emrinde bizim için kesin ve isabetli değildir ve olamaz. Bunların her
birini coğrafî ve siyasî icap ve vaziyetlere göre kullanarak barış yolundaki
özenli çalışmayı gerçeklere dayandırmak, her millet için ayrı ayrı bir
vazifedir. Cumhuriyet Hükûmeti, bu gerçeği görmüş, tatbik etmiş, en yakın
komşuları ile olduğu kadar en uzak devletlerle olan münasebetlerini,
dostluklarını, ittifaklarını ona göre düzenlemeyi bilmiş ve bu sayede dış
siyasetimizi sağlam esaslara dayandırmıştır.
1938 (Atatürk’ün S.D.I, s. 396)
Olaylar, Türk milletine, iki ehemmiyetli kuralı yeniden
hatırlatıyor : Yurdumuzu ve haklarımızı müdafaa edecek kuvvette olmak; barışı
koruyacak uluslararası çalışma birliğine önem vermek!
1935 (Atatürk’ün S.D.I, s. 369)
Şuna da inanıyorum ki, eğer devamlı barış
isteniyorsa, kütlelerin vaziyetlerini iyileştirecek uluslararası tedbirler
alınmalıdır. İnsanlığın bütününün refahı, açlık ve baskının yerine geçmelidir.
Dünya vatandaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde
eğitilmelidir.
1935 (Ayın Tarihi Sayı: 19, 1935)
Eğer harp bir bomba patlaması gibi birdenbire
çıkarsa milletler, harbe mâni olmak için, silâhlı mukavemetlerini ve malî
kudretlerini saldırgana karşı birleştirmekte tereddüt etmemelidirler. En hızlı
ve en müessir tedbir, muhtemel bir saldırgana, taarruzun yanına kâr kalmayacağını
açıkça anlatacak uluslararası teşkilâtın kurulmasıdır. Maamafih, bugün için en
acele ihtiyaç, komşu memleketlerin, birbirlerinin hususî ihtiyaçlarını ve
meselelerini görüşmeleridir. Bundan başka bölgesel antlaşmalar, barışın
korunması için kıymetlerini şimdiden ispat etmişlerdir.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)
Askerî hareket, siyasî faaliyetin ümitsiz olduğu
noktada başlar. Ümidin güven verici bir şekilde geri gelmesi, orduların
hareketinden daha hızlı, hedeflere varışı temin edebilir.
1922 (Atatürk’ün S.D.III, s. 40 - 41)
Milletlerin siyasetinde ancak menfaatleri vardır;
kimsenin kimseye dost olamayacağını bilelim!
1933 (Kılıç Ali, Atatürk’ün
Hususiyetleri, 1955, s. 110)
Uluslararası anlaşmazlıklar, ancak iyi niyetle ve
umumî menfaat adına karşılıklı fedakârlık yolu ile halledilebilir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hussusiyetleri, s. 141)
Maalesef Türk’ün geleneksel dostu yoktur; menfaatler
müşterek olunca Avrupalılar buna, hemen “geleneksel dostluk” ismini vermişlerdir.
1933 (Samih Nafiz Tansu, Atatürk Anekdotlar -
Anılar, Der: Kemal Arıburnu, s. 137)
Son yılların hep harice âlet olan muharebeleri ispat
etti ki, Balkanların birbirleriyle çarpışmaları kadar mânasız ve acınacak az
macera bulunur. Bu kardeş muharebelerinde ve milletler kendi aralarında boş
yere yırpanmışlardır ve bir çaresi bulunmazsa, bu kardeş boğuşmaları daha devam
edebilir. Yetmedi mi, niçin devam etsin?
1924 (Yunus Nadi Abalıoğlu, Atatürk Anekdotlar -
Anılar, Der.: Kemal Arıburnu, s. 222 - 223)
Balkan milletleri sosyal ve siyasî ne görünüş arz
ederlerse etsinler, onların Orta Asya’dan gelmiş aynı kandan, yakın soylardan
müşterek cetleri olduğunu unutmamak lâzımdır. Karadeniz’in kuzey ve güney
yollarıyla, binlerce seneler deniz dalgaları gibi birbiri ardınca gelip
Balkanlarda yerleşmiş olan insan kütleleri başka başka adlar taşımış olmalarına
rağmen, hakikatte bir tek beşikten çıkan ve damarlarında aynı kan dolaşan
kardeş kavimlerden başka bir şey değillerdir.
Görüyorsunuz ki, Balkan milletleri yakın maziden
ziyade uzak ve derin mazinin kırılmaz çelik halkalarıyla birbirine pekâlâ
bağlanabilir.Binbir türlü beşerî ihtiraslarla, dinî ayrılıklarla, bazı tarihî
hâdiselerin bıraktığı dargın izlerle, geçmiş zamanlarda gevşetilmiş, hattâ
unutturulmuş olan gerçek bağların kuvvetlendirilmesi lüzumlu ve faydalı olduğu,
yeni insanî devre girdik. Bir an için, bütün bu maziye gömülmüş olan
hatıralardan vazgeçsek bile, bugünün gerçek gerekleri, Balkan milletlerinin,
devrin hürmet ve riayete mecbur kıldığı yepyeni şartlar ve kayıtlar ve geniş
bir zihniyet altında birleşmelerindeki faydanın büyük olduğunu göstermektedir.
Balkan birliğinin temeli ve hedefi, karşılıklı siyasî bağımsız varlığa saygı
ile dikkat ederek ekonomik sahada, kültür ve medeniyet yolunda işbirliği yapmak
olunca, böyle bir eserin bütün medenî insanlık tarafından takdirle
karşılanacağına şüphe edilemez.
1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 272 - 273)
Balkan Antlaşması, Balkan devletlerinin,
birbirlerinin varlıklarına özel saygı beslenilmesini göz önünde tutan mutlu bir
belgedir. Bunun, sınırların korunmasında, gerçek bir değeri olduğu besbellidir.
1934 (Atatürk’ün S.D. I, s. 364)
Dünyada şimdiye kadar, başka başka milletlerin
birlik yaptıkları ve asırlarca beraber yaşadıkları, tarihte görülmüştür. Bizim
kurmak istediğimiz birliğin, tarihte geçmiş olan birliklerin çok üstünde
olmasını isteriz. Tarihi bu kadar yüksek bir idealin esas temel taşı, yalnız
geçici politika esaslarında kalmaz. Bunun, esas temel taşları lâzımdır ki,
kültür ve ekonomi cevheriyle dolu olsun. Çünkü kültür ve ekonomi, her türlü
siyasete yön veren esaslardır.
1937 (Atatürk’ün S.D.II, s. 285)
Cumhuriyet Hükûmeti’nin, doğuda izleyegelmekte
bulunduğu dostluk ve yakınlık siyaseti, yeni bir kuvvetli adım attı.
Sadabat’ta, dostlarımız Afganistan, Irak ve İran ile imza etmiş olduğumuz
dörtlü antlaşma, büyük bir memnuniyetle kayda değer barış eserlerinden
biridir.Bu antlaşmanın etrafında toplanan devletlerin, aynı gayeyi izleyen ve
barış içinde gelişmeyi samimiyetle isteyen hükûmetleri arasında işbirliğinin,
gelecekte de hayırlı neticeler vereceğinden emin bulunmaktayız.
1937 (Atatürk’ün S.D.I, s. 388)
1932 yılında, Amerika Genelkurmay Başkanı General Mac Arthur’la yaptığı
görüşme sırasında söylemiştir:
Avrupa devlet adamları, başlıca anlaşmazlık konusu olan
mühim siyasî meseleleri, her türlü millî egoizmlerden uzak ve yalnız umumun
yararına olarak, son bir gayret ve tam bir iyi niyetle ele almazlarsa, korkarım
ki felâketin önü alınamayacaktır.Zira, Avrupa meselesi İngiltere, Fransa ve
Almanya arasındaki anlaşmazlıklar meselesi olmaktan, artık çıkmıştır.Bugün
Avrupa’nın doğusunda, bütün medeniyeti ve hattâ bütün insanlığı tehdit eden
yeni bir kuvvet belirmiştir. Bütün maddî ve manevî imkânlarını, topyekûn bir
şekilde, dünya ihtilâli gayesi uğruna seferber eden bu korkunç kuvvet, üstelik
Avrupalılar ve Amerikalılarca henüz malûm olmayan yepyeni siyasî metotlar
uygulamakta ve rakiplerinin en küçük hatalarından bile, mükemmel istifade
etmesini bilmektedir. Avrupa’da vuku bulacak bir harbin başlıca galibi ne İngiltere,
ne Fransa, ne de Almanya’dır; sadece bolşevizmdir. Rusya’nın yakın komşusu ve
bu memleketle en çok harp etmiş bir millet olarak, biz Türkler, orada cereyan
eden hâdiseleri yakından takip ediyor ve tehlikeyi bütün çıplaklığıyla
görüyoruz. Uyanan doğu milletlerinin zihniyetlerini mükemmelen istismar eden,
onların millî ihtiraslarını okşayan ve kinleri tahrik etmesini bilen
bolşevikler, yalnız Avrupa’yı değil, Asya’yı da tehdit eden başlıca kuvvet
halini almışlardır.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)
Harbin ciddiyetini dikkate almayan bazı samimiyetsiz
önderler, taarruzun vasıtaları olmuşlardır. Kontrolleri altındaki milletlere,
milliyetçiliği ve an’aneyi yanlış bir şekilde göstererek ve kötüye kullanarak
aldatmışlardır. Bu buhranlı saatlerde karışıklığa mâni olmak için, kütlelerin
kendileri karar vermeleri ve mesuliyet mevkiini yüksek karakterli ve yüksek
moralli, vicdanlı insanların eline bırakmaları zamanı gelmiştir. Bu, gecikmeden
yapılmalıdır.
1935 (Ayın Tarihi, Sayı: 19, 1935)
İtalya, Mussolini’nin idaresi altında şüphesiz büyük
bir kalkınmaya ve gelişmeye erişmiştir.Eğer Mussolini, gelecekteki bir harpte
İtalya’nın görünürdeki heybet ve azametini, harp haricinde kalmak suretiyle,
gerektiği şekilde istismar edebilirse, barış masasında başlıca rollerden birini
oynayabilir. Fakat korkarım ki İtalya’nın bugünkü şefi, Sezar rolünü oynamak
hevesinden kendisini kurtaramayacak ve İtalya’nın askerî bir kuvvet
yaratmaktan, henüz çok uzak olduğunu derhal gösterecektir.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)
Bence, dün olduğu gibi yarın da Avrupa’nın
mukadderatı, Almanya’nın alacağı vaziyete bağlı bulunacaktır. Fevkalâde bir
dinamizme sahip olan bu yetmiş milyonluk çalışkan ve disiplinli millet, üstelik
millî ihtiraslarını kamçılayabilecek siyasî bir cereyana kendisini kaptırdı mı,
er geç Versay Antlaşması’nın tasfiyesine girişecektir.
1932 (Cumhuriyet gazetesi, 8. 11. 1951)
Çok zaman geçmeden Avrupa’da bir fırtına kopacak, bu
müthiş kasırga, dünyanan her tarafına yayılacak ve insanlık umumî bir harp felâketinin
bütün kötülükleri ile bir kere daha karşılacak! Bu kanlı, tehlikeli durumda
tarafsız kalmak, harbe katılmamak ve devlet gemisini bu fırtına ortasında
hiçbir mâniaya çarptırmadan yöneterek harp dışında ve barış içinde yaşamaya
çabalamak, bizim için hayatî önem taşımaktadır.
1938 (Nihat Reşat Belger,
Ulus gazetesi 10. 11. 1961)
Hastalığı esnasında, Dolmabahçe Sarayı’ndaki odasında Ali Fuat
Cebesoy’la konuşurken söyledikleri :
Pek yakında dünya vaziyeti, Mütareke senelerinden
daha çok ciddî olacak ve karışacaktır. İkinci büyük bir harp karşısında
kalacağız. Dünyaya hâkim olan milletleri idare edenlerin arasında yazık ki
birinci derece devlet adamı çıkmıyor. Avrupa’da birkaç maceraperest Almanya ile
İtalya’nın başında zorla bulunuyorlar. Karşı karşıya geldikleri zayıf devlet
adamlarının aczinden cüret alıyorlar. Bunlar, bugün dünyayı kana boyamaktan
çekinmeyeceklerdir. Eski dostumuz Rus Sovyet Hükûmeti, âcizlerle
maceraperestlerin yanlış hareketlerinden istifade etmesini bilecektir. Bunun
neticesinde dünyanın vaziyeti ve dengesi bütünüyle değişecektir. İşte, bu devre
esnasında doğru hareket etmesini bilmeyip en küçük bir hata yapmamız halinde, başımıza Mütareke
senelerinden daha çok felâketler gelmesi mümkündür!
Bu ikinci Umumî Harp, beni yataktan kımıldanmayacak
bir halde yakalayacak olursa memleketin hali ne olacaktır? Ben devlet işlerine
mutlaka müdahale edecek bir vaziyete gelmeliyim! Bizde hiçbir şeyin yataktan
idare edilmeyeceğini bilirsiniz. Mutlaka işin başına geçmem lâzımdır!
1938 (Siyasi Hâtıralar, II. Kısım,
Ali Fuat Cebesoy, 1960, s. 252 -
253)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Yalnız samimî bir kanaat olarak bildiğimiz bir şey
vardır ki, eğer bu memleketin bir gün herhangi bir yerde bir badireye girmesi,
bir muharebeye tutulması veya iştirak etmesi mukadderse, hükûmet olarak, bu
hususta Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ve millete, onu etrafıyla düşünerek,
bilerek ve anlayarak karar vermek imkânını hazırlamak, başlıca vazife
saydığımız bir iştir. Yani istemiyoruz ki, uluslararası herhangi bir hadisede
bir hükûmetin veya birkaç hükûmetin girişecekleri üstlenmelerin tabiî seyirleri
şu veya bu tarzda birbirini gerekli sayarak, milleti mazide birçok hadiselerde
olduğu gibi bir olupbitti karşısında bıraksın!
Milletlerin faaliyetlerinde, bütün hadiseleri
evvelden tahmin edip bir karara bağlamak mümkün olmamıştır. Bununla beraber,
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu memleketin mukadderatında düşünerek bir
karar vermesi ve ancak onun verdiği kararların uygulanabilir olduğunun içerde
ve dışarda herkese anlatılmasının, bu memleketin selâmeti için esaslı bir çare
olduğunu zannediyoruz. Türkiye, şu veya bu tarzda herhangi bir yere
sürüklendirilmiş gibi başı başıboş bir idare manzarası göstermeyi asla kabul
edemez.
Büyük devletler arasındaki mücadele, gerginlik,
düşmanlık o haldedir ki, bunların arasında bulunarak bir badireye karışmak
ihtimali vardır. Bu ihtimale karşı ise azamî derecede dikkatli, tedbirli ve
soğukkanlı bulunarak, postu kurtarmaya çalışmak vaziyetindeyiz.
1937 (Atatürk ve Dünya, Cevat Ab-
bas Gürer, Yeni Sabah, 10.11.1941)
Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde kalamaz!
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 27)
Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden
başlıca büyük bir mesele, gerçek sahibi öz Türk olan “İskenderun-Antakya” ve
çevresinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde, ciddiyet ve kesinlikle durmaya
mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok ehemmiyet verdiğimiz Fransa ile
aramızda, tek ve büyük mesele budur. Bu işin gerçeğini bilenler ve hakkı
sevenler, alâkamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve tabiî görürler.
1936 (Atatürk’ün S.D.I, s. 337)
Fransız Büyükelçisi’ne bir sohbet esnasında söylemiştir:
Ben toprak büyütme dileklisi değilim; barış bozma
alışkanlığım yoktur; ancak antlaşmaya dayanan hakkımızın isteyicisiyim. Onu
almasam, edemem. Büyük Meclis’in kürsüsünden milletime söz verdim: Hatay’ı
alacağım! Milletim benim dediğime inanır. Sözümü yerine getirmezsem onun
huzuruna çıkamam, yerimde kalamam. Ben şimdiye kadar yenilmedim, yenilemem;
yenilirsem bir dakika yaşıyamam. Bunu bilerek ve sözümü mutlaka yerine
getireceğimi düşünerek benim dostluğumu lütfen bildiriniz ve doğrulayınız,
Ekselâns Ambasadör...
1937 (Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 5-6)
Bu, benim şahsî meselemdir. Durumu Büyükelçi’ye,
daha başlangıçta açıkça ifade ettim. Dünyanın bu durumunda böyle bir meselenin,
Türkiye ile Fransa arasında silâhlı bir anlaşmazlığa sürüklenmesi kesinlikle
mümkün değildir. Fakat ben, bunu da hesaba kattım ve kararımı vermiş
bulunuyorum. Şayet ufukta, bu yolda binde bir ihtimal belirirse, Türkiye
Cumhurbaşkanlığı’ndan ve hattâ Büyük Millet Meclisi üyeliğinden çekileceğim ve
bir fert olarak bana katılacak birkaç arkadaşla beraber Hatay’a gireceğim.
Oradakilerle elele verip mücadeleye devam edeceğim.
1937 (Hazan Rıza Soyak, Cumhuriyet gazetesi, 10. XI. 1949)
Bir suare’de Fransız
Büyükelçisi’ne söylemiştir :
- Benim davamdır bu, asla şakaya gelmeyeceğini
bilmelisiniz!
(Falih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir? s. 44)
Yarın sabah bir tümen asker yollasam, Hatay’ı
alabilirim. Renani için harekete geçmeyen Fransızlar, bir Suriye sancağı için
bizimle harbe girmezler; bunu da bilirim. Fakat, ya bu sefer şeref ve namus
meselesi yaparlarsa? Milletler belli olur mu? Ben bir sancak için Türkiye’yi
harp tehlikesine sokmam.
1937 (Falih Rıfkı Atay, Çankaya, cilt: II, s. 466)
27 Ocak 1937 tarihinde Cenevre’de yapılan Milletler Cemiyeti
toplantısında, Hatay’ın bağımsızlığının kabul edilmesi üzerine Başbakan İsmet
İnönü’ye gönderdiği telgraftan:
Başarılmış olan millî davada izlenen medenî usule,
uluslararası lâyık olduğu kıymetin verileceğine şüphe yoktur. Bu eser,
Cumhuriyet Hükûmeti’nin millî meseleler üzerinde ne kadar şaşmaz bir dikkatle
durduğunu ve onları en makul tarzlarda sonuçlandırmak için, cesaret ve
feragatle hareket ve faaliyete geçebilecek enerji ve kabiliyette bulunduğunu
gösteren yeni bir örnek olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Hükûmeti’nin bu siyaset
kavrayışının, dünyada barış ve huzur isteyen ve bunun tabiî gereği olan
hakseverliği benimsemeyi fazilet bilen bütün dünya milletlerince takdirle
karşılanacağına şüphem yoktur.Türkiye Cumhuriyeti, haklı olduğuna inandığı
davasını, büyük ve âdil hakem kurulu olmasını daima arzu ettiği ve bu sıfat ve
yetkisinin daha çok çetin meselelerin çözümlenmesinde en yüksek kudret ve
kuvvete sahip olmasını temenni ettiği Milletler Cemiyeti’ne bırakmakla insanlık
adına isabetli bir harekette bulunmuştur. Bu suretle medeniyet adına da yüksek
bir vazife yapmış olmakla, sadece takdir ve tebrike değerdir.
1937 (Atatürk’ün T.T.B.IV, s. 579-580)
İNSANLIK ÜLKÜSÜ VE BARIŞ
ÖZLEMİ
Artık insanlık kavramı, vicdanlarımızı temizlemeye
ve hislerimizi yüceltmeye yardım edecek kadar yükselmiştir.
1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 273)
İnsanları mesut edeceğim diye onları birbirine
boğazlatmak, insanlıktan uzak ve son derece üzünülecek bir sistemdir. İnsanları
mesut edecek yegâne vasıta, onları birbirlerine yaklaştırarak, onlara
birbirlerini sevdirerek, karşılıklı maddî ve manevî ihtiyaçlarını temine
yarayan hareket ve enerjidir. Dünya barışı içinde insanlığın gerçek mutluluğu,
ancak bu yüksek ideal yolcularının çoğalması ve muvaffak olmasıyla mümkün
olacaktır.
1931 (Atatürk’ün S.D.II, s. 273)
Çok büyük milletlere ait küçük memleketler vardır.
İstikbal, öteki milletlerden ziyade bu milletlere aittir.
(Marcel Sauvage, Ayın Tarihi, Atatürk’
ün Vefatları, Sayı: 60, 1938, s. 174)
Macar Heyeti’ni kabulü esnasında söylemiştir:
- Bir milletin büyüklüğü coğrafî yüzölçümü ile
değil, yüreğinin asaleti, ülküsünün yüksekliği ile ölçülür.
1934 (Hakimiyeti Milliye gazetesi, 1. 1. 1934, s. 3)
Bayrak, bir milletin bağımsızlık alâmetidir.
Düşmanın da olsa hürmet etmek lâzımdır.
(Muzaffer Kılıç, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle
Atatürk, III, Der: N.A. Banoğlu, s. 12)
Biz kimsenin düşmanı değiliz! Yalnız insanlığın
düşmanı olanların düşmanıyız.
1936 (Ferit Celâl Güven, Ülkü Der-
gisi, Cilt: XII, Sayı: 70, 1938, s. 314)
Düşman kim ve herhangi milletten olursa olsun, bence
birdir.
1920 (Ayın Tarihi, No: 50, 1938, s. 31)
Bizim intikamımız, zalimlerin zulmüne karşıdır.
Onlarda zulüm hissi yaşadıkça bizde de intikam hissi devam edecektir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 89)
Çanakkale savaşlarında kolunu kaybeden Fransız Generali Gouraud ile
uzun yıllar sonra Ankara’da karşılaştıkları zaman Genaral’in yanında bulunan
Fransız Büyükelçisi Chambrun’a söylediği söz:
- Türk topraklarında yatan onun şerefli kolu,
memleketlerimiz arasında son derece kıymetli bir bağdır.
1930 (Charles de Chambrun, Nükte, Fıkra ve
Çizgilerle Atatürk III, Der: N.A. Banoğlu, s. 33)
Çanakkale’de Mehmetçik Âbidesi’ni ziyaret edip bir konuşma yapacak olan
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’ya, harpte diğer milletlerden ölen askerlere de
hitap edilmek üzere verdiği not:
Bu memleketin toprakları
üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada, bir dost vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun
koyunasınız. Uzak diyarlardan evlâtlarını harbe gönderen analar! Göz
yaşlarınızı dindiriniz. Evlâtlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler
ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını
verdikten sonra, artık bizim evlâtlarımız olmuşlardır.
1934 (Uluğ İğdemir, Atatürk ve Anzaklar, 1978, s. 6; Yekta
Ragıp Önen, Dünya gazetesi, 10. 11. 1953’ten
alıntı).
Geleceğin yüksek ufuklarından
doğmaya başlayan güneş, asırlardan beri ıstırap çeken milletlerin talihidir.Bu
talihin, artık bir daha siyah bulutlara bürünmemesi, milletlerin ve onların
önderlerinin dikkat ve fedakârlığına bağlıdır.
1928 (Atatürk’ün S.D.II, s. 250 - 251)
Biz, yaşama ve bağımsızlık için mücadele eden ve bu
kanlı mücadele manzarası karşısında bütün medeniyet dünyasının hissiz, seyirci
kaldığını görmekle içi kan ağlamış insanlarız.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 38)
İnsanlığa yönelmiş fikir hareketi, er geç muvaffak
olacaktır. Bütün mazlum milletler, zalimleri bir gün yok edecek ve ortadan
kaldıracaktır. O zaman dünya yüzünden zalim ve mazlum kelimeleri kalkacak,
insanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma erişecektir.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 29)
Mutlaka medenî, insanî ve barışçı ülkü belirmelidir.
1930 (Afetinan, Kemal Atatürk’ü Anarken, 1956, s.168)
Korkunç savaş vasıtaları, bilhassa uçak ve denizaltıların büyük bir
hızla gelişmekte olduğundan bahsedilirken söylediği bir söz:
- Belki bu ilerlemedir ki, bir gün muharebeyi
imkânsız hale getirecek, böylece dünyada sürekli bir barış devri açılmış
olacaktır.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk ve
Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 150)
Macar bilgini Prof. Zayti Ferenç’e söylemiştir:
Biz Türkler ve siz Macarlar kardeşiz. Ne yazık ki,
boş yere, biz i’lâ-yi kelimetullah diye İslâm âleminin, siz de rûhullah diye
Hristiyanlığın asırlarca öncülüğünü yaparak, birbirimizin mahvına yürüdük.
Böyle bir şaşkınlığa düşeceğimize, iki kardeş millet el ele verseydik,
insanlığa ne büyük hizmet ederdik.
1932 (Hasan Cemil Çambel, Makaleler, Hatıralar, s. 77)
Bir sabah Mısır Büyükelçisi’ne, Çankaya sırtlarından doğmakta olan
güneşi göstererek söyledikleri:
Doğudan şimdi doğacak olan güneşe bakınız! Bugün,
günün ağardığını nasıl görüyorsam, uzaktan, bütün doğu milletlerinin de uyanışını
öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak daha çok kardeş millet
vardır. Onların yeniden doğuşları, şüphesiz ki ilerlemeye ve refaha yönelmiş
olarak vuku bulacaktır. Bu milletler, bütün güçlüklere ve bütün engellere
rağmen, mânileri yenecekler ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklardır.
Müstemlekecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerini, milletler
arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir âhenk ve işbirliği
çağı alacaktır.
1933 (Dünya gazetesi, 20. 12. 1954)
Harpçi olamam; çünkü, harbin acıklı hallerini
herkesten iyi bilirim!
(Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Atatürk, s. 110)
Büyük milletler, felâket günlerinde şerefli
imtihanlar vermeye fırsat bulurlar.
(Nuri Ardıç, Hatıralar, Görüşler Adana
Halkevi Dergisi, Sayı: 13-14, 1939, s. 31)
Milletleri antlaşmalardan ziyade hisler bağlar.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)
Amerikalı havacılara söylemiştir:
Kıtaları birleştirirken, milletleri
yaklaştırıyorsunuz.
1931 (Milliyet gazetesi, 2. 8. 1931)
Yabancı gazetecilere söylemiştir:
Yakınlık temininde basının rolü çok kıymetlidir.
1930 (Vakit gazetesi, 31. 10. 1930)
Milletler gam ve keder bilmemelidir. Şeflerin
vazifesi, hayatı neşe ve şevkle karşılamak hususunda milletlerine yol
göstermektir.
Vaktiyle kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında
filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu.
“Madem ki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür esnasında neşe ve
saadete yer bulunamaz!” diyorlardı. Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı
adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: “Madem ki sonu nasıl olsa sıfırdır, bari
yaşadığımız müddetçe şen ve neşeli olalım.” Ben kendi karakterim itibariyle
ikinci hayat görüşünü tercih ediyorum, fakat şu kayıtlar içinde: Bütün
insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar mutsuzdurlar. Besbelli ki
o adam fert olarak yok olacaktır. Herhangi bir şahsın, yaşadıkça memnun ve
mesut olması için lâzım gelen şey, kendisi için değil, kendisinden sonra
gelecekler için çalışmaktır. Mâkul bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir.
Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı,
mutluluğu için çalışmakta bulunabilir. Bir insan böyle hareket ederken, “Benden
sonra gelecekler acaba böyle bir ruhla çalıştığımı fark edecekler mi? diye bile
düşünmemelidir. Hatta en mesut olanlar, hizmetlerinin bütün nesillerce meçhul
kalmasını tercih edecek karakterde bulunanlardır.
Herkesin kendine göre bir zevki var: Kimi bahçe ile
meşgul olmak, güzel çiçekler yetiştirmek ister; bazı insanlar da adam yetiştirmekten
hoşlanır. Bahçesinde çiçek yetiştiren adam, çiçekten bir şey bekler mi? Adam
yetiştiren adam da, çiçek yetiştirendeki hislerle hareket edebilmelidir. Ancak
bu tarzda düşünen ve çalışan adamlardır ki, memleketlerine ve milletlerine ve
bunların geleceğine faydalı olabilirler. Bir adam ki, memleketin ve milletin
mutluluğunu düşünmekten ziyade kendini düşünür, o adamın kıymeti ikinci
derecededir. Esas kıymeti kendine veren ve mensup olduğu millet ve memleketi
ancak şahsiyeti ile ayakta gören adamlar, milletlerinin mutluluğuna hizmet
etmiş sayılmazlar. Ancak kendilerinden sonrakileri düşünebilenler, milletlerini
yaşamak ve ilerlemek imkânlarına eriştirirler. Kendi gidince ilerleme ve
hareket durur zannetmek bir gaflettir.
Şimdiye kadar bahsettiğim noktalar, ayrı ayrı
toplumlara aittir. Fakat, bugün bütün dünya milletleri aşağı yukarı akraba
olmuşlardır ve olmakla meşguldürler. Bu itibarla insan, mensup olduğu milletin
varlığını ve mutluluğunu düşündüğü kadar bütün dünya milletlerinin huzur ve
refahını düşünmeli ve kendi milletinin mutluluğuna ne kadar kıymet veriyorsa
bütün dünya milletlerinin mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiği kadar
çalışmalıdır. Bütün akıllı adamlar takdir ederler ki, bu yolda çalışmakla
hiçbir şey kaybedilmez. Çünkü, dünya milletlerinin mutluluğuna çalışmak, diğer
bir yoldan kendi huzur ve mutluluğunu temine çalışmak demektir. Dünyada ve
dünya milletleri arasında huzur, açıklık ve iyi geçim olmazsa, bir millet kendi
kendisi için ne yaparsa yapsın, huzurdan mahrumdur. Onun için ben sevdiklerime
şunu tavsiye ederim : Milletleri sevk ve idare eden adamlar, tabiî evvelâ ve
evvelâ kendi milletinin varlığının ve mutluluğunun yaratıcısı olmak isterler.
Fakat, aynı zamanda bütün milletler için aynı şeyi istemek lâzımdır. Bütün
dünya hâdiseleri bize bunu açıktan açığa ispat eder. En uzakta zannettiğimiz
bir hâdisenin bize bir gün temas etmeyeceğini bilemeyiz. Bunun için insanlığın
hepsini bir vücut ve bir milleti bunun bir organı saymak gerekir. Bir vücudun
parmağının ucundaki acıdan diğer bütün organlar etkilenir.
“Dünyanın filân yerinde bir rahatsızlık varsa bana
ne?” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa, tıpkı kendi aramızda olmuş gibi
onunla alâkadar olmalıyız. Hâdise ne kadar uzak olursa olsun bu esastan
şaşmamak lâzımdır. İşte bu düşünüş, insanları, milletleri ve hükûmetleri
bencillikten kurtarır. Bencillik şahsî olsun, millî olsun daima fena
sayılmalıdır. O halde konuştuklarımızdan şu neticeyi çıkaracağım: Tabiî olarak
kendimiz için bütün lâzım gelen şeyleri düşüneceğiz ve gereğini yapacağız.
Fakat bundan sonra bütün dünya ile alâkadar olacağız. Kısa bir misal: Ben
askerim. Umumî Harp’te bir ordunun başında idim. Türkiye’de diğer ordular ve
onların komutanları vardı. Ben yalnız kendi ordumla değil, öteki ordularla da
meşgul oluyordum. Bir gün Erzurum cephesindeki hareketlere ait bir mesele
üzerinde durduğum sırada yaverim dedi ki: “Niçin size ait olmayan meselelerle
de uğraşıyorsunuz?” Cevap verdim: “Ben bütün orduların vaziyetini iyice
bilmezsem, kendi ordumu nasıl sevk ve idare edeceğimi tayin edemem.” Bir devlet ve milleti idare
vaziyetinde bulunanların daima göz önünde tutmaları lâzım gelen mesele budur.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)
Vatandaşların, bir milletin fertleri olmak
itibariyle millete, onun devlet ve hükûmetine ve mensup olduğu milletin medenî
beşeriyetin bir ailesi olması açısından, bütün insanlığa karşı birtakım
vazifeleri vardır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 16)
YAŞAM GÖRÜŞÜ
Hayat, herhangi bir tabiat harici etkenin müdahalesi
olmaksızın dünya üzerinde tabiî ve zarurî bir kimya ve fizik seyri neticesidir.
1930 (Afetinan, Atatürk
Hakkında H.B., s. 267)
Hayat pek kısa! Çocukluk ve okul bir kısmını alıyor;
geriye kalanını ise, uyku yarıya indiriyor. Uykusuzluğu giderecek ve vücuda verdiği
istirahat gıdasını verecek komprimeler icat edilse... Bir gün o da olacaktır.
Nitekim tıp, kimya, uyutmak için pek güzel ilâçlar yapmışlardır.
(Cevat Abbas Gürer, Yakın-
larından Hatıralar, 1955s. 59)
Bir hatıra defterine, defterdeki diğer kimselerin yazılarını okuduktan
sonra defter sahibine hitaben yazdıkları:
Hatırat defterini
başkalarının yazıları ile doldurmaya heves etmektense, hayat defterini kendi
faaliyet ve fazilet eserlerinle doldurmaya bak!
1923 (Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, sayı: 1, 1984, s. 286-287)
Ölüm, tabiatın en tabiî bir
kanunudur.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 74 - 75)
Ölüm, insanın değişmez kaderidir; marifet
unutulmamaktır.
(Atatürk’ten B.H., s. 13)
Tabiat insanları türetti; onları kendine taptırdı
da. Ancak, insanların dünyada yaşayabilmeleri için, onların tabiata
egemenliğini de şart kıldı. Tabiata egemen olmasını bilemeyen yaratıklar,
varlıklarını koruyamamışlardır. Tabiat onları, kendi unsurları içinde ezmekten,
boğmaktan, yok etmekten ve ettirmekten çekinmemiştir.
1935 (Atatürk’ün S.D.II, s. 279)
İnsanlar sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan
bugünkü şekline geldi. İnsanın bugünkü yüksek zekâ, idrak ve kudreti,
milyonlarca ve milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık insan bugün,
tabiatın nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde kendi nevinin mukadderatına,
gittikçe büyüyen bir irade ve bilinç ile bakıyor.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 267)
İnsanlar, büyük tabiat olayları önünde göçler, akın
yolları ile bu arz dediğimiz yıldızın her kıtasına dağılmışlardır. Bu
kıtalardan kimine eski, kimine yeni denmiş. Bu deniş, hem bilgiden, hem
bilgisizliktendir. Amerika, Kristof Kolomb keşfetti diye yeni dünya
sayılmıştır. Fakat jeoloji olayları, Asya’dan, Alaska yolu ile veya daha başka
yollarla, karanlık zamanlarda, ismi bilinmeyen kıtaya geçişler olduğu, Maya
medeniyetini ve İnkaları öğrendikçe, stepler ve Alaska geçitleri düşünüldükçe,
Eskimo yüzleri ile ve tipleri ile kızılderili Hint insanları yüzleri ve tipleri
incelenip araştırıldıkça, bu eski ve yeni dünya kavramları, şüphesiz yavaş
yavaş değişir! Kristof Kolomb’un keşfi, hiç şüphesiz ki çok büyük ve mühim
hâdisedir. Fakat daha dünkü iş sayılır. Ondan çok ve çok daha önceleri vardır!
Ne ise, biz oralara kadar dalmayalım, bırakalım bilginler araştırsınlar, incelesinler,
gerçeği meydana çıkarsınlar.
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 53 - 54)
Hayat demek mücadele, çatışma demektir. Hayatta
muvaffakiyet, mutlaka mücadelede muvaffakiyetle mümkündür. Bu da, manevî ve
maddî bakımdan kuvvete, kudrete dayanır bir niteliktir.
1920 (Nutuk II, s. 434)
Dünya, insanlar için bir imtihan meydanıdır. İmtihan
edilen insanın her suale pek uygun cevaplar vermesi mümkün olmayabilir. Fakat
düşünmelidir ki, hüküm bütün cevapların hepsinden doğan sonuca göre verilir.
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 45)
Yolunda yalnız olmayacaksın; orada, aynı hedefi
takip eden başkaları ile beraber yürüyeceksin. Bu hayat yarışında, diğerleri,
kabiliyetleri itibariyle size geçebilirler. Bir başarı, elinizden kaçabilir.
Bundan dolayı, onlara kızmayınız ve elinizden geleni yapmışsanız, kendi kendinize de kızmayınız. Asıl mühim olan
başarı değil, gayrettir. İnsanın elinde olan ve onu memnun eden ancak
gayrettir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 78; 542)
Yüksek seviyede olan, kendi seviyesinden bilgi ve
anlayışça aşağı olanı beğenmez. Fakat bu hal, aslında takdir ve teşvike lâyık
görülmek lâzım gelmez mi? Her yeni yetişen, kendinden eskisini beğenmeyecek
kadar yükselirse, o zaman, ancak o zaman gelecek nesiller, birbirinden derece
derece yüksek seviyede bir yüksek kuşak vücuda getirebilir ki, insanın
ilerlemesinin gayesi de budur.
1918 (M.Kemal Atatürk’ün Karls-
bad Hatıraları, Afetinan, s. 51)
Allah dünya üzerinde yarattığı bu kadar nimetleri,
bu kadar güzellikleri insanlar istifade etsin, varlık içinde yaşasın diye
yaratmıştır ve azamî derecede faydalanabilmek için de, bütün yaratıklardan
esirgediği zekâyı, aklı insanlara vermiştir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 108)
Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan
başının ifade etmeyeceği hiçbir şeyi tasavvur edemiyorum.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 182)
Herşeyin kaynağı insan zekâsıdır.
(Falih Rıfkı Atay, 19 Mayıs, s. 41)
İnsanın vücudu bir kürsüdür; zekâ cevherinin
mahfazası olan başı, üzerinde taşımak için kurulmuş bir kürsü!... Çünkü esas
zekâdır...
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk’ü Özleyiş, s. 116)
İnsanların hayatına, faaliyetine hâkim olan kuvvet,
yaratma ve icat kabiliyetidir.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 270)
Akıl ve mantığın çözümleyemeyeceği mesele yoktur.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 270)
Dünyada insanların hatırına gelen her mâkul şeyin
meydana gelişine maddî imkân olsa idi, gerçekten bütün dünyanın umumî manzarası
başka türlü olurdu. Fakat, insanlar için her şeyi yapmakta maddî imkân
bulunamaz.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 82 -83)
Ehven-i şer, şerlerin en büyüğüdür.
(Rükneddin Fethi Olcaytuğ. Atatürk
Hakkında Düşünce ve Tahliller, s. 48)
Hayatta daima ve çok ölçülü olmak lâzımdır.
(Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s.10)
Manevî kuvvetler, bilhassa ilim ve iman ile yüksek
bir şekilde gelişir.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 223)
Neşeli olmayan insanlardan iki türlü şüphe edilir:
Ya hastadır veyahut o insanın başkalarına bildirmek istemediği bir kuruntusu,
bir derdi vardır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 300)
Samimiyet ifade edilemez. O, gözlerden ve alınlardan
anlaşılabilir.
1925 (Mustafa Selim İmece,
Atatürk’ün Ş.D.İ. ve K.S., s. 67)
Atatürk tarafından yazdırılmıştır:
Yaşayan her şey bazı izler bırakır. Biz, onlardan
bir mâna çıkarabilecek kadar zeki isek, bu izlerin bizim için bir anlamı olur.
1937 (Afetinan, Atatürk’ün B.N.M.s. 37)
Gözyaşları zaaf alâmetidir.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s.20)
İnsanları heyecanlandırmak değil, teskin etmek lâzım
gelir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 89)
Her manzara, insanın kendi ruhunun ve hislerinin
dürtüsüyla belirir.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 81)
Felâket başa gelmeden evvel, onu önleyecek ve ona
karşı savunulacak gerekleri düşünmek lâzımdır. Geldikten sonra dövünmenin
faydası yoktur.
1920 (Nutuk II, s. 463)
İnsanlar gariptir; bazen en akıllılarının bile,
gerçeklerin açıklığı karşısında görüşleri temelsiz ve çürük olur.
1924 (Atatürk’le Konuşmalar, Mustafa Baydar. s. 94)
Geçmiş zaman ve geçmiş zamanın hatıraları, ebedî bir
hayata maliktir.
1915 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 53)
Tarihî hadiselerin oluşu sırasında, bazen fizyolojik
arızalar mühim rol oynarlar. Tabiat ya engel olur veyahut yardım eder.
1933 (Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 165)
DEHA, BÜYÜK ADAM, LİDER
Dâhi odur ki, ileride herkesin takdir ve kabul
edeceği şeyleri ilk ortaya koyduğu vakit herkes onlara delilik der.
1926 (Hikmet Bayur, T.T.K. Belleten,
Cilt : 3, Sayı : X. 1939, s. 254)
Büyüklük odur ki, hiç
kimseye iltifat etmeyeceksin, hiç kimseyi aldatmayacaksın, memleket için gerçek
ülkü neyse onu görecek, o hedefe yürüyeceksin. Herkes senin aleyhinde
bulunacaktır. Herkes seni yolundan çevirmeye çalışacaktır. İşte sen bunda karşı
koymaları yok eden olacaksın. Önüne sayılamayacak güçlükler yığacaklardır.
Kendini büyük değil küçük, zayıf, vasıtasız, hiç telâkki ederek, kimseden
yardım gelmeyeceğine inanarak bu güçlükleri aşacaksın. Ondan sonra sana
büyüksün derlerse, bunu diyenlere de güleceksin.
1908 (Atatürk’ün S.D.V, s. 112)
Bir adam ki büyük olmaktan
bahseder, benim hoşuma gitmez. Bir adam ki memleketi kurtarmak için evvelâ
büyük adam olmak lâzımdır, der ve bunun için bir de örnek seçer, onun gibi
olmayınca memleketin kurtulamayacağı inancında bulunur, bu, adam değildir.
1908 (Atatürk’le Konuşmalar, Mustafa Baydar, s. 100)
İnsanlar âdetlerini,
ahlâklarını, hislerini, eğilimlerini, hattâ fikirlerini geliştirme ve eğitmede
içinde yetiştiği toplumun umumî eğilimlerinden kurtulamazlar. Fakat bazı büyük
yaratıklar vardır ki, onlar yalnız mensup oldukları topluma karşı kalplerini ve
ruhlarını aynı halde tutarlar.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 34)
Şef, görüşünü ve düşüncesini en üstün kabul ettiren,
işi yönetendir. Şef. niteliği ve değeri en yüksek olan adamdır. Şef, şef
olmalı; ister sivil ister asker...
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D.K.H., s. 46)
Tarih söz götürmez bir şekilde ispat etmiştir ki,
büyük meselelerde muvaffakiyet için kabiliyet ve kudreti sarsılmaz bir başkanın
varlığı şarttır. Bütün devlet adamlarının ümitsiz ve acizlik içinde.. Bütün
milletin başsız olarak karanlıklar içinde kaldığı bir sırada, her vatanseverim
diyen binbir çeşit kimsenin, binbir hareket ve görüş şekli gösterdiği gürültülü
anlarda danışmalarla, birçok hatırlı ve sözü geçer kişilere bağlılık gereğine
inanmakla, sağlam ve esaslı ve özellikle etkili yürümek ve en nihayet çok güç
olan hedefe erişmek mümkün müdür? Tarihte, bu yolda şeref kazanmış bir toplum
gösterilebilir mi?
1927 (Nutuk I, s. 70)
Usul ve kural şudur ki, genel vaziyeti idare ve sevk
mesuliyetini üzerine alanlar, en mühim
hedefe ve en yakın tehlikeye, mümkün olduğu kadar yakın bulunur. Yeter ki bu
yaklaşma, genel vaziyeti görüşten uzak bırakacak derecede olmasın.
1919 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürkle Beraber : Cilt: II, s. 466 - 467)
Gerçekte ihtirassız büyük bir iş meydana
getirilemez. Fakat onun herhalde millet yolunda bir hizmet gayesine yönelmiş
olması lâzımdır. Başkan olan kimsenin, milletin ülküsüne göre hareket etmesi ve
milletin psikolojisini bildikten sonra, o milletin eğilimine uyması gerekir.
1930 (Ayın Tarihi, No: 73, 1930)
BAŞARI VE BAŞARI YOLU
Ben, bir işte nasıl muvaffak olacağımı düşünmem; o
işe neler mâni olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş kendi kendine
yürür.
(Hasan Rıza Soyak, Yakınlarından Hatıralar, 1955, s. 10)
Yeni kuruluşlar için bina, para, ortam imkânlarından söz edilmesi
üzerine söyledikleri:
Gerekli sebeplerde hata ediyorsunuz! Bana, yeni bir
tesis yapacağınız yerde cansız maddelerden bahsediyorsunuz; halbuki bana
adamdan bahsetmelisiniz! Filân yerde Ali Bey var deyin; onu, bana tasvir eden!
Eğer bu Ali Bey istenen adamsa binayı da, parayı da, etrafına toplanacak
kitleyi de yaratır. Taşa toprağa değil, insana kıymet verin!
1933 (Atatürk’ten B.H., s. 59)
Herhangi bir zorluk önünde kaldığım zaman benim yaptığım
iş şudur: Vaziyeti iyice tespit etmek, sonra bu vaziyet karşısında alınacak
tedbirin ne olduğuna karar vermek. Bu kararı bir kere verdikten sonra artık
acaba yapayım mı, yapmayayım mı, diye tereddüt etmemek, tereddütsüz kararı
tatbik etmek ve muvaffak olacağıma inanarak tatbik etmek!
(Asım Us. G.D.D., s. 109)
Ağır ve kesin bir kararın doğruluğuna inanmak için,
vaziyeti her köşesinden mütalâa etmek lâzımdır. Ağır ve kesin bir karar tatbik
edilmeye başlandıktan sonra “Keşke şu tarafını, bu tarafını da düşünseydim..
Belki bir çıkar yol bulurduk. Yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya
ihtiyaç kalmazdı!” gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt,
karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onu yaptığının
doğruluğundan da şüpheye düşürür. Bundan başka beraber çalışacak olanlar,
yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı.
1919 (Falih Rıfkı Atay, Atatürk’ün B.A., s. 97)
Bazen hiç umulmadık adamdan, ben pek çok şeyler
öğrenmişimdir.Hiçbir kanaati, değersiz görmemek lâzımdır. Neticede, kendi
fikrimi uygulayacak bile olsam, herkesi ayrı ayrı dinlemekten zevk alırım.
(Salih Bozok, Yakınlarının Ağzından
Atatürk, Yazan: Selâhaddin Güngör, s. 30)
Verdiğiniz emrin yapılmasından emin olmak
istiyorsanız, tâ en son gerçekleşme ucuna kadar, kendiniz onun başında
bulunmalısınız.
(Ruşen Eşref Ünaydın, Atatürk T. ve D. K. H., s. 10)
İlerlemek yolunda yapılacak her mühim girişimin,
kendine göre mühim mahzurları vardır. Bu mahzurların en az dereceye indirilmesi
için tedbir ve girişimlerde kusur etmemek lâzımdır.
1921 (Nutuk II, s. 600)
Benim yaptığım işler, biri diğerine bağlı ve lüzumlu
olan şeylerdir. Fakat, bana yaptıklarımdan değil, yapacaklarımdan bahsedin!
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 301)
Benim her emrim yapılır, çünkü benden yapılmayacak
emirler çıkmaz!
(Asaf İlbay, Atatürk Anekdotlar -
Anılar. Der : Kemal Arıburnu, s. 28)
Büyük kararlar vermek kâfi değildir. Bu kararları
cesaret ve kesinlikle tatbik etmek lâzımdır.
(Baki Vandemir, Atatürk, Atatürk
Görüşler ve Hatıralarla, s. 96)
Çalışmak, umumî kanundur; gelir sahipleri zenginler
dahi, bu kanundan hariç kalamazlar; mevcut servetini millî servetin
ziyadeleşmesine yardım edecek surette kullanmalıdır. Bir zengin, bedenî
çalışmadan uzak kalabilir; fakat bu takdirde, faaliyetini fikir meşguliyetine
yöneltmelidir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 538)
Çalışmak, gerçekte zahmetli değildir. Yalnız,
tutulan iş ile şahsın kabiliyetleri ve zevkleri arasında uygunluk olmalıdır.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K
Atatürk’ün El Yazıları, s. 75; 534)
Neticesiz uğraşmak, çalışma sayılmaz. Hiçbir şey
yapmamak veyahut neticesiz, mânasız şeyler yapmak, çalışma kanununa karşı büyük
kabahattir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 536)
Çalışma, insanların bedensel kuvvetlerini geliştirir
ve hayat için gerekli olan şeyleri temin eder. Çalışmaksızın, fikrî gelişme ve
ahlâkî olgunlaşma da mümkün değildir.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 535)
İnsan, çalıştığı işin eli altında veyahut kafasının
içinde eserini büyümekte ve yükselmekte gördüğü zaman ne büyük zevk duyar. Bu
eser, ister çiftçinin hasadı, ister
mimarın evi veyahut heykeltraşın heykeli, ister bir âlimin veya bir sanatkârın
keşfi, kitabı olsun, zevk birdir. Zevk, bütün zahmetleri, saban arkasında
dökülen terleri, sanatkârın, düşünürün bazen pek elemli olan yorgunluklarını
derhal unutturur.
1930 (Afetinan, M.B. ve M.K.Atatürk’
ün El Yazıları, s. 75 - 76; 536 - 537)
İnsanlar ferdî olarak çalışırlarsa muvaffak
olamazlar. Çünkü Allah insanları yaratırken onlara öyle bir muhtaçlık vermiştir
ki, her insan hemcinsi insanlarla çalışmaya mecbur ve mahkûmdur. Bu iştirak
faaliyeti, âdeta bir ilâhî ihtiyaç olunca, maksatları birleştirmenin nasıl
zorunluk olduğunu kolayca anlarız.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 125)
İş bölümü, insanlar arasında mevcut olan tabiî ve
tarihî bağlara, yeni birçok kuvvetli bağlar ilâve etmiştir.Bu yeni bağlar,
insanlara birbirlerinin eksiklerini tamamlatan, yalnız bugünü değil, yarını da
temine çalışan bağlardır.
1930 (Afetinan, M.M. ve M.K.
Atatürk’ün El Yazıları, s. 521)
Bir insan milyoner olur. Fakat bir gün bütün
servetini kaybeder, düşebilir. Ancak, o adamın içinde cevher varsa, çalışma
kudreti, çalışma aşkı yaşıyorsa gene kazanıp eski servetini elde edebilir.
(Hikmet Bayur, T.D.K. Türk Dili,
Belleten, No:33, 1938, s. 16)
Başarılarda gururu yenmek, felâketlerde ümitsizliğe
mukavemet etmek lâzımdır.
1930 (Afetinan, Atatürk Hakkında H. B. s. 90)
Bir insan, hayatında büyük bir başarı kazanabilir,
fakat yalnız onunla övünerek kalmak isterse, o başarı da unutulmaya mahkûmdur.
Onun için çalışmak ve daima başarı aramak, herkes için esas olmalıdır.
(Afetinan, Atatürk Hakkında H.B., s. 301)
Bir kurumun yaşaması, gelişmesi, başarılı olması, o
kurumun başına geçenlerin iyi huylu, dürüst, imanlı kişiler olmasına bağlıdır.
1933 (Akşam gazetesi, 27. 8. 1933)
Türkiye İş Bankası’nın kuruluş gecesi (26 Ağustos 1924), Banka’nın
İdare Meclisi üyelerine söyledikleri:
- Sermayenin azlığına bakarak cesaretiniz kırılmasın!
Böyle kurumlar için en kuvvetli sermaye zekâ, dikkat, iffettir. Teknik ve
metodik çalışmasını bilmektir. Bu kanaatle işe sarılınız, mutlaka başarırsınız!
Bu işte başarılı olmayı, eğer şahsî bir izzetinefis meselesinden daha ileri,
millî bir gurur, millî bir izzetinefis meselesi yaparsanız çalışmak için,
hedefinize ulaşmak ve daha yükselmek için muhtaç olduğunuz ateşi, enerjiyi bol
bol yüreklerinizde bulacaksınız!
1924 (Cumhuriyet gazetesi, 27. 8. 1934)
Üyeleri pek fazla olan bir komisyon, büyük işler
meydana getiremez.
1930 (Atatürk’ün S.D. III, s. 88)
İnsanları istediği gibi kullanan kuvvet, fikirler ve
bu fikirleri tanıyan ve umumîleştiren kimselerdir. Fikrin özelliği de, hiçbir
itirazın bozamayacağı bir kesinlikle kendi kendini kabul ettirmektir. Bu ise,
fikrin yavaş yavaş duygular haline gelerek inanca dönüşmesi ile mümkündür. Ve
böyle olduktan sonradır ki, onu sarsmak için bütün başka mantıkların, başka
değerlendirmelerin hükmü olamaz.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K. Hasbıhal, s.18)
İnsanların hürmet ve saygılarının, itaatlerinin
kendinden maddeten değil, mânen yüksek olanlar hakkında belirmesi, insan
ruhunun gereklerindendir.
1914 (Mustafa Kemal, Z. ve K.Hasbıhal, s. 9)
Çok söz, uzun söz bir şey için söylenir: Gerçeğe
anlamayanları gerçeğe getirmek için!
1928 (Atatürk’ün S.D.II, s. 252)
ATATÜRK’E GÖRE ATATÜRK
İki Mustafa Kemal vardır: Biri ben, et ve kemik
geçici Mustafa Kemal... İkinci Mustafa Kemal, onu “ben” kelimesiyle ifade
edemem; o, ben değil, bizdir! O, memleketin her köşesinde yeni fikir, yeni
hayat ve büyük ülkü için uğraşan aydın va savaşçı bir topluluktur. Ben, onların
rüyasını temsil ediyorum. Benim teşebbüslerim, onların özlemini çektikleri
şeyleri tatmin içindir. O Mustafa Kemal sizsiniz, hepinizsiniz. Geçici olmayan,
yaşaması ve başarılı olması gereken Mustafa Kemal odur!
1933(Hamdullah Suphi Tanrıöver, Yerli
Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, s. 183)
Beni görmek demek, mutlaka yüzümü görmek değildir.
Benim fikirlerimi, benim duygularımı anlıyorsanız ve hissediyorsanız bu
kâfidir.
1929 (Ayın Tarihi, Sayı : 65, 1929)
Büyük ölülere matem gerekmez, fikirlerine bağlılık
gerekir.
(Atatürk’ten B.H., s. 120)
Ben, manevî miras olarak hiçbir nass-ı katı’*,
hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevî
mirasım, ilim ve akıldır.Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin
ve köklü müşkülât önünde, belki gayelere tamamen eremediğimizi, fakat asla
taviz vermediğimizi, akıl ve ilmi rehber edindiğimizi tasdik edeceklerdir.
Zaman süratle dönüyor, milletlerin, cemiyetlerin, fertlerin saadet ve
bedbahtlık telâkkileri bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek
hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve ilmin gelişimini inkâr etmek olur.
Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır.
Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve
ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevî mirasçılarım olurlar.
(İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13)
Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen
gayretler belirebilir. Fikirlerini inkâr edenler ve beni yerenler çıkabilir.
Hatta bunlar, benim yakın bildiğim ve inandıkların arasından bile olabilir.
Fakat, ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvetlidirler ki bu fikirler,
Hint’ten, Mısır’dan döner dolaşır gene gelir, verimli neticeleri kalpleri
doldurur.
1937 (Atatürk’ten B.H., s. 6, 128)
Hayatımın bütün devrelerinde olduğu gibi, son
zamanların buhranları ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki, her
türlü huzur ve istirahatimi, her nevi şahsî duygularımı milletin kurtuluşu ve
mutluluğu adına feda etmekten zevk duymayayım. Gerek askerî hayatımın ve gerek
siyasî hayatımın bütün devir ve bölümlerini işgal eden mücadelelerimde daima
hareket kuralım, millî iradeye dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu
gayelere yürümek olmuştur.
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 61)
Pekâlâ bilirsiniz ki benim bütün hayatımda bu ana
kadar güttüğüm gaye, hiçbir vakit kişisel olmamıştır.Her ne düşünmüş ve her
neye girişmiş isem, daima memleketin, milletin ve ordunun adına ve menfaatine
olmuştur.Hiçbir zaman şahsımın üstünlüğünü ve sivrilmemi göz önüne
almamışımdır.
1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)
Memleket ve milletin kurtuluşu ve mutluluğu için
çalışmaktan başka bir maksadım yoktur. Bu, bir insan için kâfi bir sevinç ve
haz temin eder. Benimle beraber olan arkadaşlarım, bütün vatandaşlarım da aynı
maksadı takip etmektedirler. Şahsî ve ailevî huzur ve mutluluğun, milletin
huzur ve mutluluğuyla ayakta durduğunu, memleketin güvenlik ve dokunulmazlığıyla
mümkün olduğunu gerçek ve ciddî bir surette anlamışlardır. Ben ve benimle
beraber olanlar, hedefimizin yüceliğine, yolumuzun doğruluğuna eminiz. Bunda
asla şüphe ve tereddüdümüz yoktur. Milletimizin, Türk milletinin yakın, uzak
tarihine lüzumu kadar bilgimiz vardır. Mazinin derslerini, bugünün ve geleceğin
hayatı için göz önünde tutmak dikkatinden mahrum değiliz. Yaptığımız
hizmetlerle övünmüyoruz. Yapacağımız hizmetlerin, iftihar sebebi olabileceği
ümidiyle avunuyoruz.
1925 (Atatürk’ün S.D.V. s. 209)
Çevresindekilere söylediği bir söz :
Beni övme sözlerini bırakınız; gelecek için neler
yapacağız, onları söyleyin!
(Afetinan, Atatürk’ün B.N.M. s. 37)
Benim ihtiraslarım var, hem de pek büyükleri; fakat
bu ihtiraslar, yüksek mevkiler işgal etmek veya büyük paralar elde etmek gibi
maddî emellerin tatminiyle ilgili bulunmuyor. Ben bu ihtiraslarımın
gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi
yapılmış bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin
başarısında arıyorum. Bütün hayatımın ilkesi, bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda
sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım.
1914 (Melda Özverim, M.K. ve C.L., s. 42)
Allah bilir, hayatımda bugüne kadar orduya faydalı
bir üye olabilmekten başka vicdanî bir emel edinmedim. Çünkü vatanın korunması,
milletin mutluluğu için her şeyden evvel ordumuzun, eski Türk ordusu olduğunu
dünyaya bir daha ispat lüzumuna çoktan inanmış idim. Bu inanca ait emellerimin
şiddeti, ihtimal beni pek ziyade aşırı davranışlı göstermişti. Fakat zaman, saf
ve temiz dimağlardan doğan fikrî gerçekleri -kabulünden çekinilse dahi-
uygulattırır.
1912 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 11)
Bütün vazifelerin üstünde bizim de bir vicdanî
vazifemiz vardı; o da, herkesin sudan bir takım vazifeler yaptığı sırada
hayatımızı, varlığımızı bu milletin bağrına sokarak, onlarla beraber düşman
karşısında uğraşmak olmuştur!
1920 (Atatürk’ün S.D.I, s. 106)
Ben vazifemin bitmediğini, yüklendiğim sorumluluğun
da yüksek ve çetin olduğunu anlıyorum. Arkadaşlar, bu vazife bitmeyecektir; ben
toprak olduktan sonra da devam edecektir! Ben seve seve, sevine sevine bütün
varlığımı bu kutsal vazifeye vereceğim ve onun yüksek sorumluluğunu yüklenmekle
mesut olacağım. Vazifeme başarı ile devam edebileceğim. Çünkü büyük
milletimizin kalp ve vicdanında bana karşı sarsılmaz bir güven ve itimat
taşımakta olduğunu görüyorum. Bu benim için büyük kuvvettir, büyük yetkidir.
1925 (Atatürk’ün S.D.II, s. 236)
Biz, eğer millet ve tarih önünde herhangi bir hata
işliyorsak, bunun sorumluluğunu vicdan ve sağduyumuzda hissetmekten ve
ödemekten, hiçbir zaman çekinecek insanlar değiliz.
1925 (Mazhar Müfit Kansu, E.Ö.K.
Atatürkle Beraber, Cilt: I, s. 160)
Millet ve memleketin sayesinde kazanılan rütbe ve
refahın bir ehemmiyeti, bir kutsallığı vardır. Biz bunlardan, ancak yine bu
aziz millet ve memlekete borçlu olduğumuz son bir namus vazifesini yapmak için
ayrıldık. Milletin kendi hayatını kurtarmak, kendi meşru hakkını müdafaa etmek
için çıkardığı sese iştirak etmek, her kendini bilen vatandaşın vazifesidir.
Eğer bu millet, bu memleket parçalanacak olursa umumî şerefsizliğin yıkıntısı
altında, şunun bunun kişisel şerefi de
parça parça olur. Biz, o umumî şerefi kurtarabilmek için harekete gelen millete
ruhumuzla iştirak ettik. İştirakimize mâni olabilecek şahsî rütbeleri,
mevkileri de umumî şerefi kurtarmaya yönelik bir gaye uğruna feda ettik.
1919 (Atatürk’ün S.D.III, s. 6)
Ben, gerektiği zaman, en büyük hediyem olmak üzere
Türk milletine canımı vereceğim.
1937 (Atatürk’ün T.T.B. IV. s. 590)
Mallarını millete bağışlaması nedeniyle söylemiştir :
Mal ve mülk, bana ağırlık veriyor. Bunları, soylu
milletime geri vermekle büyük ferahlık duyuyorum. Zenginlikten ne çıkar;
insanın serveti, kendi manevî şahsiyetinde olmalıdır!
1937 (Rükneddin Fethi Olcaytuğ, Atatürk
Hakkında Düşünce ve Tahliller, 1943, s. 44)
Hürriyet ve bağımsızlık benim karakterimdir. Ben,
milletimin ve büyük ecdadımın en kıymetli mirasından olan bağımsızlık aşkı ile
yaratılmış bir adamım! Çocukluğumdan bugüne kadar ailevî, hususî ve resmî
hayatımın her safhasını yakından tanıyanlarca bu aşkım bilinir. Bence bir
millette şerefin, haysiyetin, namusun ve insanlığın yerleşmesi ve yaşaması,
mutlaka o milletin hürriyet ve bağımsızlığına sahip olmasına bağlıdır. Ben
şahsen, bu saydığım özelliklere çok ehemmiyet veririm ve bu özelliklerin
kendimde varlığını iddia edebilmek için milletimin de aynı özellikleri
taşımasını şart ve esas bilirim. Ben yaşayabilmek için mutlaka bağımsız bir
milletin evlâdı kalmalıyım! Bu sebeple millî bağımsızlık, bence bir hayat
meselesidir. Millet ve memleketen menfaatleri gerektirdiği takdirde insanlığı
teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet gereğinden olan dostluk ve
siyaset münasebetlerini, büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi
esir etmek isteyen herhangi bir milletin de bu arzusundan vazgeçinceye kadar
amansız düşmanıyım!
1921 (Atatürk’ün S.D.III., s.24)
Savarona yatında kabul ettiği Romanya Kralı Karol’un, görüşme sırasında
Almanya ile Çekoslovakya arasındaki Südet meselesine temas etmesi ve
Atatürk’ten Çekoslovakya Cumhurbaşkanı Beneş’e bazı telkinlerde bulunmasını
rica etmesi üzerine, görüşmeyi dinlemekte olan zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik
Rüştü Aras’a söyledikleri:
Majeste Kral’ın söylediklerini dikkatle
dinledim.Benden, bir devlet reisine kendi ülkesinden bir parçayı Almanlara terk
etmesini tavsiye etmekliğimi mi istiyorlar? Benim gibi, bütün ömrü boyunca
yurdunun bağımsızlığı ve bir karış toprağını başkasına vermemek için savaşan
bir adam, inançlarına aykırı bir şeye nasıl aracı olur? Görüyorum ki Majeste
Kral, beni ve karakterimi iyi tanımıyorlar.
1938 (Nejat Saner, Atatürk ve Sonrası,
Cumhuriyet gazetesi, 13. 11. 1970)
Ölüme doğru en çok atılanlardan biriyim. Kurşun ve
gülle yağmuru altında birçok müharebelere iştirak ettim. Hattâ ölüm bir defa,
kalbimin yanından sıyırarak geçti. Kalbimin üzerinde bir saat vardı ve bu saat
mermi parçasının şiddetini kırdı.
1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 82)
Her zaman tekrar mecburiyetinde kalıyor ve tekrarı
da faydalı görüyorum ki, eğer ben milletime herhangi bir hizmette bulunmuşsam,
eğer ben herhangi bir teşebbüste ön ayak olmuşsam bu hizmet ve teşebbüsün temel
kaynağı, saygılar ve sevgilerle bağlı olduğum, bundan sonra da saygı ve
sevgiyle mutluluk ve refahına varlığımı, hayatımı vereceğim aziz milletime,
sizlere dayanmaktadır. Bir millette güzel şeyler düşünen insanlar, fevkalâde
işler yapmaya kabiliyetli kahramanlar bulunabilir. Ama öyle kimseler yalnız
başına hiçbir şey olamazlar; meğer ki bir umumî hissin ifadesi, temsilcisi olsunlar!
Ben milletimin düşünce ve duygularını yakından tanımaktan, aziz milletimde
gördüğüm kabiliyet ve ihtiyacı belirtmekten başka bir şey yapmadım. Onun bu
kabiliyet ve duygularını sezip tanımakla övünüyorum. Milletimdeki, bugünkü
zaferleri doğurabilecek özelliği görmüş olmak... Bütün bahtiyarlığım işte
bundan ibarettir.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 161)
Arkadaşlarımız ve milletin bütün fertleri gibi,
millî davamızda benim de emeğim geçmiş ise, bu çalışmada iş yapma kuvveti ve
başarı varsa, bunu şahsıma atfetmeyiniz. Ancak ve ancak bütün milletin manevî
şahsiyetine atfediniz. Ben milletin bu yüksek, manevî şahsiyeti içinde bir
naçiz fert olmakla bahtiyarım. Efendiler, millet bütünüyle mânevî bir şahıs
halinde ve bir birleşmiş kitle şeklinde belirdi ve bu yüce birliği koruyarak
ona düşman olanları ortadan kaldırdı.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 115)
Milletimle yakından ve gösterişten uzak karşılıklı
görüşmenin zevkini, bahtiyarlığını anlatamam. Her ne vakit milletimin
karşısında kendimi görsem, her ne vakit milletimin fertlerinden birkaçının
yüzüne baksam, oradan ruh ve vicdanıma gelen ışık, benim için en kıymetli bir
ilham ve verim alevi oluyor!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 7. 2. 1930)
30 Ağustos’ta sevk ve idare ettiğim muharebe, Türk
milletinin yanımda bulunduğu halde, idare ettiğim ilk ve son muharebedir. Bir
insan kendini, milletle beraber hissettiği zaman, ne kadar kuvvetli buluyor
bilir misiniz? Bunu tarif müşküldür.
1928 (Atatürk’ün S.D.III, s. 83)
Hayatımda en büyük dayanak ve kuvvetim,
vatandaşlarımdan gördüğüm itimat ve destekdir. Bütün vazifelerimde manevî,
vicdanî olan en büyük endişem, emanetinizin hürmet ve kutsallığına devamlı
olarak dikkat etmektir.
1927 (Atatürk’ün T.T.B. IV, s. 532)
Samimî olarak bu memleketin, bu milletin menfaatine
yapılacak bir iş olsun, ben onu göz önüne almayayım; bu, mümkün değildir.
Yalnız, işin gerçekten millete menfaati olmalı ve teklifin samimî olarak
yapıldığına ben inanmalıyım.
(İbrahim Necmi Dilmen, Çığır Mec-
mucası, sayı: 74 - 75, 1939, s 11)
Benim için dünyada en büyük mevki ve mükâfat,
milletin bir ferdi olarak yaşamaktır. Eğer Cenabıhak beni bunda muvaffak etmiş
ise, şükrederim. Bugün olduğu gibi ömrümün nihayetine kadar milletin hizmetinde
olmakla iftihar edeceğim.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 129)
Şimdiye kadar millete yapamayacağım bir şeyi vaat
etmedim. Ben yapacağım dediğim zaman, buna inanmayanlar vardı. Buna rağmen
hareket ettim. Görüyorsunuz ki başardık. Benim ve benimle çalışanların güveni
vardır ki, yeni hedeflerimize de başarıyla varacağız. Şimdiye kadar
söylediklerimin gerçekleşmiş olması, bütün tasavvurlarımın beni yalanlamaması,
milletin ciddî ve samimî olarak bana yardımcı ve destek olmasıyla mümkün
olmuştur. Onun için yeni gayelere erişmek için de bu yardım ve desteğe
ihtiyacım vardır; onu benden esirgemeyiniz!
1923 (Gazi ve İnkılâp, Mahmut Soy-
dan, Milliyet gazetesi, 7. 12. 1929)
Atatürk, bizden biridir.
1935 (Şükrü Kaya, Türk Kadını Dergisi, Sayı : 6, 1966, s. 7)
Benim şan ve şerefimden bahsetmek de hatadır.İyi dinleyiniz
öğüdüm budur ki, içinizden herhangi bir adam çıkar, şan, şeref davası güder ve
benzersiz olmak isterse, başınızın belâsıdır; ilk önce kafası kırılacak adam
budur! Mensup olduğum Türk milletinin şan ve şerefi varsa, benim de bir ferdi
olmak sıfatıyla şanım şerefim vardır, asla başka değilim.
1923 (Damar Arıkoğlu, Hatıralarım, s. 304)
Ben zannediyorum ki, millet fertlerinin hiç birinden
fazla yüksekliğe sahip değilim. Bende fazla girişim görüldüyse bu benden değil,
milletin bileşkesinden çıkan bir girişimdir. Sizler olmasaydınız, sizlerin
vicdanî eğilimleriniz bana dayanak noktası teşkil etmemiş olsaydı; bendeki
girişimlerin hiçbiri olmazdı. Millete ait meziyetleri yalnız şahıslara bırakan
anlayış, eski idarelerin sistem ve usul meselesinden doğuyordu. Vaktiyle mevcut
devlet ve devletlerin kuruluş şekli, sadece bir şahsın menfaatlerini ve
arzularını tatmine yönelmiş idi. Şahısların bu arzu ve emellerine hizmet eden
millet, gösterilen büyüklüklerin şerefinden asla payını alamaz, ancak hata ve
beceriksizlik olursa onlar millete yüklenirdi. Bugün bu hâl mevcut değilse,
millet kendi büyüklüğünü olduğu gibi dünyaya göstermişse, fazlalık bende değil,
bugünkü idarenin niteliğindedir.Bu şekil mevcut oldukça, bu mevkie çıkacak
herkesin yapacağı şey bundan başka türlü olamaz.
1923 (Atatürk’ün S.D.II, s. 159)
Sizden olan bir şahsa, sizden fazla ehemmiyet
vermek, her şeyi milletin bir ferdinin şahsiyetinde odaklaştırmak, geçmişe,
bugüne, geleceğe, bütün bu zamanlara ait bir toplumun meselelerinin
aydınlatılması ve belirtilmesini yüksek bir topluluğun tek bir şahsiyetinden
beklemek elbette ki lâyık değildir, elbette ki lâzım değildir.
1925 (Atatürk’ün M.A.D., s. 19-20)
Yabancı memleketlere veya milletlerarası konferanslara giden
arkadaşlarına söylediği bir söz:
- Sesiniz benim sesimdir, unutmayınız!
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 549)
Ben düşündüklerimi, sevdiklerime olduğu gibi
söylerim. Aynı zamanda gerekli olmayan bir sırrı kalbimde taşımak kudretinde
olmayan bir adamım. Çünkü ben, bir halk adamıyım. Ben düşündüklerimi daima
halkın önünde söylemeliyim. Yanlışım varsa halk beni yalanlar. Fakat şimdiye
kadar bu açık konuşmada halkın beni yalanladığını görmedim.
1937 (Ulus gazetesi, 20. 3. 1937)
Ben, ancak daha iyisini yapabildiğim şeyi tahrip
edebilirim; yapamayacağım şeyi de tahrip edemem.
(Atatürk’ten B.H., s. 86)
Ben o adamım ki ordunun memleketi, milleti muhakkak
bir neticeye götürebileceği noktalarda emir veririm. Fakat ilim ve bilhassa
sosyal ilim sahasına dahil işlerde ben emir vermem. Bu alanda, isterim ki bana
bilginler doğru yolu göstersinler. Onun için, siz kendi ilminize, kültürünüze
güveniyorsanız, bana söyleyiniz. Sosyal ilmin güzel yönlerini gösteriniz, ben
takip edeyim.
1923 (Ahmet Cevat Emre, İki Neslin Tarihi, s. 316)
Ben, sadece evlenmek için evlenmek istemiyorum.
Vatanımızda yeni bir aile hayatı yaratmak için önce kendim örnek olmalıyım.
Kadın böyle umacı gibi kalır mı?
1923 (İsmail Habib Sevük, Atatürk İçin, s. 25)
Hayat kısadır. Bunu kutlama ve taçlandırma için,
insanların genellikle makul gördükleri vasıta evliliktir. Bu umumî kurala
uymayanlar, pek sınırlı ve müstesnadırlar. Bu istisnaları oluşturanlar da, esas
kuralın fenalığından değil ve fakat tersine bu güzel kurala inanmadan
kendilerini meneden sebeplerin mahkûmu olduklarından, belki evlenmiş olmaktan
korktuklarından fazla bedbaht olanlardır. İnkâr edilmez bir gerçektir ki
insanlar, hayat, kadınsız olamaz. Evli olanlar, hayatın vazgeçilmezini temin
etmiş ve bütün düşünce ve isteklerini bir maksat, bir meslek, bir amaca
yöneltmiş olur. Ancak talih, eşlerin ruh ve kalplerini iyi geçindirsin!
1914 (Salih Bozok-Cemil S.Bozok,
Hep Atatürk’ün Yanında, s. 172)
Yeni evlenen bir kişinin gönlü hayat, aşk ve
mutluluk hisleriyle doludur. Bu, en kıymetli bir zamandır. İnsanlar, hayatında
bu parlak ve sevinçli dakikaları, ölünceye kadar hep aynı surette duygulanarak
pek mühim ve hayatı için tarihî bir hadise olarak anar. Ben, bunu tecrübe
etmedim; fakat, az çok hayatı ve insanları tahlil ettiğim için bu neticeyi
buldum. Hayatın çeşitli yönlerinden birkaçını görenler, evlendikten sonra
keşfedilmemiş yönlerini de ister istemez gözlemlerler. Bu gözlemleme, pek tatlı
olabildiği gibi pek acı da olabilir.
1914 (Salih Bozok-Cemil S. Bozok,
Hep Atatürk’ün Yanında, s. 171)
Eşini mesut edebilecek herkes evlenmelidir,
çoluk-çocuk sahibi olmalıdır. Bana bakmayınız; bu meselede örnek İsmet
Paşa’dır. Benim hayatım başka türlü düzenlenmiştir. Buna rağmen tecrübesini
yaptım. Sonradan anladım ki bu iş benim başarabileceğim iş değilmiş...
Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır. Hele yaş
ilerledikçe bu ihtiyaç kendisini daha kuvvetle hissettiriyor. Onun için de
Ülkü’yü yanımdan ayırmak istemiyorum.
1936 (Abdülkadir İnan, Türk Kül-
türü Dergisi, Sayı: 25, 1964, s. 62)
Çocukluk ne güzel... Çocuklar ne sevimli, ne tatlı yaratıklar
değil mi? En çok hoşuma giden halleri nedir bilir misiniz? Riyakârlık
bilmemeleri, bütün istek ve duygularını, içlerinden geldiği gibi,
açıklamaları...
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s 78 - 79)
Bursa’da kendisini karşılayan çocuklara söylemiştir:
Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz
geleceğin bir gülü, yıldızı, bir mutluluk parıltısısınız! Memleketi asıl
aydınlığa boğacak sizsiniz. Kendinizin ne kadar mühim, kıymetli olduğumuzu
düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz; kızlar,
çocuklar!
1922 (Atatürk’ün S.D.V., s. 30)
Çoğu ailelerde öteden beri çok kötü bir alışkanlık
var; çocuklarını söyletmez ve dinlemezler. Zavallılar lâfa karışınca “Sen
büyüklerin konuşmasına karışma!” der, sustururlar. Ne kadar yanlış, hatta
zararlı bir hareket! Halbuki tam tersine, çocukları serbestçe konuşmaya,
düşündüklerini, duyduklarını olduğu gibi ifade etmeye teşvik etmelidir; böylece
hem hatalarını düzeltmeye imkân bulunur, hem de ileride yalancı ve riyakâr
olmalarının önüne geçilmiş olur. Kısacası çocuklarımızı artık, düşüncelerini
hiç çekinmeden açıkça ifade etmeye, içten inandıklarını savunmaya, buna
karşılık da başkalarının samimî düşüncelerine saygı beslemeye alıştırmalıyız.
Aynı zamanda onların temiz yüreklerinde yurt, ulus, aile ve yurttaş sevgisiyle
beraber doğruya, iyiye ve güzel şeylere karşı sevgi ve ilgi uyandırmaya
çalışmalıdır. Bence bunlar, çocuk eğitiminde, ana kucağından en yüksek eğitim
ocaklarına kadar her yerde, her zaman üzerinde durulacak önemli noktalardır.
Ancak bu suretledir ki, çocuklarımız memlekete yararlı birer vatandaş ve
mükemmel birer insan olurlar.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s. 79)
24 Temmuz 1922 akşamı Konya’da General Townshend şerefine verdikleri
ziyafette, yemeğin sonlarına doğru elindeki mercan tespihi General’e uzatarak
söyledikleri:
- Biz Türklerde bir âdet vardır. Misafirimize
mutlaka bir hediye veririz. Ben asil bir milletin mütevazı bir Başkomutanıyım.
Size ancak bu tespihi verebiliyorum.
Ve sofradan kalkılacağına yakın da
kolundaki saati çıkararak General’e söyledikleri:
- Bu saati bana Anafartalar’da bir Türk askeri, ölen
bir İngiliz subayının kolundan çıkardığını söyleyerek, getirdi. Saatin
arkasında subayın künyesi yazılıdır. Bu subayın ailesini arattımsa da
bulamadım. İngiltere’ye döndüğünüzde ailesini bulur ve saati verirseniz, çok
memnun olurum.
1922 (Yücel Mecmuası, O’ndan Hatıralar,
Cilt: XVI, Sayı: 91-92-93, 1942 s. 15)
Uluslararası Mark Twain Derneği tarafından “Türk milletine neşe içinde
yaşama yolunu açtığı ve rehberlik ettiği” gerekçesiyle kendisine madalya
verilmesi üzerine söyledikleri:
- Hayatımda işittiğim en büyük kompliman, budur.
Benim insan tarafımı övüyorlar!
1937 (Atatürk’ten B.H., s. 59-60)
Bir alay karargâhının temel atma töreni esnasında bir koyunun temel
için açılan çukura doğru, yere yatırılıp boğazından kesilmek üzere olduğunu
gördüğü zaman, İran Şahı Rıza Pehlevi ile aralarında geçen konuşma:
Atatürk -Ben kana bakamam! Bir tavuğun dahi
boğazlandığını görmeye tahammülüm yoktur.
Şehinşah -Ya bu kadar çok bulunduğunuz büyük ve
kanlı muharebe meydanları?...
Atatürk -Ha, o başka meseledir; öyle yerlerde
cesetlerin üzerinden atlayarak yürürüm. O bambaşka bir iştir.
(Hasan Rıza Soyak, Fotoğraflarla Atatürk
ve Atatürk’ün Hususiyetleri, 1965, s.43)
Birçok zaferler kazandım. Fakat, bunların en büyüğünden sonra bile her akşam, savaş
alanlarında ölen bütün askerleri düşünerek içimde derin bir keder duyuyorum.
(George Benneb, Yabancı Gö-
züyle Cumhuriyet Türkiyesi, s. 33)
Ben, muharebelerde dahi düşmanın üzerinde bir kin
duymam; yalnız askerlik kurallarının tatbikini düşünürüm.
(İzzettin Çalışlar, Tan gazetesi 31.
8. 1937)
Bir sohbet esnasında Fransız Büyükelçisi’ne söylemiştir:
Ekselâns, Paris’i çok görmek
istiyorum; ama büyük törenlerle karşılanacağım Paris’i değil! Ben Paris’e,
dünyanın bu güzel şehrine, operalarını, tiyatrolarını, revülerini, zarif
kadınlarını bir daha görmek için gitmek isterim. Dedim ya, gençlik hatıralarımı
tazelemek için... Böyle olunca da “kendini tanıtmayarak” belli olmadan gitmek
isterim; yoksa törenlerle karşılanmak için değil!
(Cevat Dursunoğlu, Son Hava-
dis gazetesi, 10. 11. 1955, s. 3)
Ben başkalarının yaptığı ilkelere değil, ancak kendi
ilkelerime uyarım.
(Mim Kemal, Yakınlarının Ağzından
Atatürk, Yazan: Salâhaddin Güngör, s. 105)
Benim gözümde hiçbir şey yoktur; ben yalnız liyakat
âşığıyım.
(Yusuf Ziya Özer, T.T.K. Belle-
ten, Sayı: 10, 1939, s. 286)
Hiçbir zaman şahsî gücenikliklerimi, birtakım
olumsuz girişimlerle tatmine kalkmak adîliğine tenezzül etmem.
1914 (Atatürk’ün Özel Mektupları, Sadi Borak, s. 40)
Samimî dostlarımız, sevdikleri tarafından bir
işkenceye mahkûmdurlar ve bu işkence de sevdiklerinin dertlerini dinlemektir.
1922 (Atatürk’ün S.D.II, s. 38)
Düşmanları için söylemiştir:
Ben onları affederim, çünkü kalbim vardır; onlar
beni affetmezler, çünkü kalpsizdirler.
(Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1969, s. 532)
Mesut olup olmadığı sorusuna verdiği cevap:
Evet, çünkü muvaffak oldum!
1935 (Ayın Tarihi, No: 19, 1935, s. 262)
Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur.
1922 (Atatürk’ün S.D.I, s. 273)
Ben ölürsem soylu milletimizin beraber yürüdüğümüz
yoldan asla ayrılmayacağına eminim; bununla gönlüm rahat!
1926 (Atatürk’ün S.D.V, s. 44)
Beni milletim nereye isterse oraya gömsün; fakat,
benim hatıralarımın yaşayacağı yer Çankaya olacaktır.
(Afetinan,
Atatürk Hakkında H.B., s. 23)
KISALTMALAR
Anafartalar M.A.T: Anafartalar Muharebatına ait Tarihçe; Mustafa
Kemal.
Atatürk Hakkında H.B.: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler;
Afetinan.
Atatürk’ten B.H.: Atatürk’ten Bilinmiyen Hatıralar; Nakleden: Eski
Bir Atatürkçü (Münir Hayri Egeli).
Atatürk T. ve D.K.H.: Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları
(Hatıralar); Ruşen Eşref Ünaydın.
Atatürk’ün B.A.: Atatürk’ün Bana Anlattıkları; Falih Rıfkı Atay.
Atatürk’ün B.N.: Atatürk’ün Başlıca Nutukları; Derleyen: Herbert
Melzig.
Atatürk’ün B.N.M.: Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Müsveddeleri
Üzerinde Arkadaşlarının Eleştirilerini Dinlemesi ve Gençliğe Seslenişi;
Afetinan.
Atatürk’ün M.A.D.: Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri.
Atatürk’ün S.D.: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri.
Atatürk’ün Ş.D.K. ve İ.S.: Atatürk’ün Şapka Devriminde Kastamonu ve
İnebolu Seyahatleri (1925); Mustafa Selim İmece.
Atatürk’ün T.T.B.: Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve Beyannameleri.
A.Ü.R.İ.N.: Atatürk’ün Üniversite Reformu İle İlgili Notları; Utkan
Kocatürk.
B.N.A.G.H.: Büyük “Nutuk”ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi; Afetinan.
E.Ö.K. Atatürk’le Beraber: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le
Beraber; Mazhar Müfit Kansu.
Gazinin N.A.V.: Gazinin Nutuklarından Alınmış Vecizeler; Muhit
Mecmuası, No: 32, 1931.
G.C.Z.: Gizli Celse Zabıtları.
G.D.D. Gördüklerim, Duyduklarım, Duygularım; Asım Us.
M.B. ve M.K. Atatürk’ün El Yazıları: Medenî Bilgiler ve M.Kemal
Atatürk’ün El Yazıları; Afetinan.
M.E.İ.S.D.: Cumhurbaşkanları, Başbakanlar ve M. Eğ. Bakanlarının
Millî Eğitimle İlgili Söylev ve Demeçleri.
M.K. Mütareke Defteri: Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri; Falih
Rıfkı Atay.
M.K. ve C.L.: Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü; Melda Özverim.
Z. ve K. Hasbıhal: Zâbit ve Kumandan ile Hasbıhal; Mustafa Kemal.
KAYNAKÇA - Kitaptaki metinlerin alındığı
kaynaklar -
ABALIOĞLU, Yunus Nadi: Ankara’nın İlk Günleri; Sel Yayınları,
İstanbul 1955.
ABALIOĞLU, Yunus Nadi: Atatürk’ün Muazzam Eseri; 15 Kasım 1938
tarihli Cumhuriyet gazetesinden alıntı, Ayın Tarihi, Atatürk’ün Vefatları,
ilâve sayı, No: 60, Ankara 1938.
ABALIOĞLU, Yunus Nadi: Atatürk’ün Vasıfları; En Büyük Kaybımız,
İstanbul 1938.
ABALIOĞLU, Yunus Nadi: Anekdot: CCXLII; Atatürk Anekdotlar -
Anılar, Der.: Kemal Arıburnu, Ankara 1960.
ADIVAR, Halide Edip: Türk’ün Ateşle İmtihanı; İstanbul 1962.
AFETİNAN: Atatürk’ten Hâtıralar; Ankara 1950.
AFETİNAN: Kemal Atatürk’ü Anarken (Atatürk’ten Hatıralar: 2); II.
Basım, Ankara 1956
AFETİNAN: Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler; Türkiye İş
Bankası Yayını, Ankara 1959.
AFETİNAN: Medenî Bilgiler ve M. Kemal Atatürk’ün El Yazıları;
T.T.K. Yayını, Ankara 1969.
AFETİNAN: Başkumandanlık Meydan Muharebesi’nin Yıldönümünde İki
Teklif; Ülkü Dergisi, Cilt: 2, Sayı: 22, 1948.
AFETİNAN: Milliyetin Temeli olan Dil Birliği; T.D.K. Türk Dili
Dergisi, Sayı: 182, Ankara 1966.
AFETİNAN: Kurtuluş Savaşımızın Bazı Belgeleri ve Atatürk’ün İnkılâp
Prensipleri; T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII, No: 128, Ankara 1968.
AFETİNAN: Atatürk ve Dil Bayramı; Atatürk’e Saygı, T.D.K. Yayını,
1969.
AFETİNAN: Mimar Koca Sinan; Türkiye Emlâk Kredi Bankası Neşriyatı,
Ankara 1968.
AFETİNAN: Ellinci Yılda Tarihten Geleceğe; Türkiye İş Bankası
Yayını, 1973.
AFETİNAN: Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Müsveddeleri Üzerinde
Arkadaşlarının Eleştirilerini Dinlemesi ve Gençliğe Seslenişi; Atatürk’ün Büyük
Söylevi’nin 50. Yılı Semineri, T.T.K. Yayını, 1980.
AFETİNAN: Büyük “Nutuk”ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi; T.T.K.
Belleten, cilt: XXX, Sayı 120, 1966.
AKKAYA, M. Şükrü: Atatürk’ün Huzurunda Bir Akşam; Ülkü Dergisi,
Cilt: 2, Sayı: 24, 1948.
AKSOY, Lûtfi: Atatürk’e Ait Bilinmeyen Hatıralar; Anlatan: Lütfi
Aksoy, Yazan: Sabih Alaçam, Yeni Mecmua, No: 19, 1939.
ALTAY, Fahrettin: Millî Mücadele Hatıralarım; Hayat Mecmuası;
Yıl:3, Sıra No: 127, İstanbul 1959.
ALTAY, Fahrettin: 10 Yıl Savaş (1912-1922) ve Sonrası; İstanbul
1970.
ARAR, İSMAİL: Atatürk’ün İzmit Basın Toplantısı (16/17 Ocak 1923);
İstanbul 1969.
ARCAN, İ. Galip: Atatürk’ün Sanatçıya Saygısı; Ses Dergisinden
iktibas, Sümerbank Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 29, 1963.
ARDIÇ, Nuri: Hatıralar; Görüşler Adana Halkevi Dergisi, Sayı:
13-14, Adana 1939.
ARIBURNU, Kemal: Atatürk Anekdotlar - Anılar; Ankara 1960.
ARIKOĞLU, Damar: Hatıralarım; İstanbul 1961.
ARSAL, Sadri Maksudi: Türk Dili İçin; İstanbul 1930.
ATADAN, Makbule: Makbule Atadan Anlatıyor; Nükte, Fıkra ve
Çizgilerle Atatürk, III. Kitap. Der.: Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul 1955.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Nutuk, Cilt:I (1919-1920); Türk Devrim
Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1961.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Nutuk, Cilt:II (1920-1927); Türk
Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1961.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Nutuk, Cilt:III (Vesikalar); Türk
Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul 1967.
ATATÜRK,
Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri I, Derleyen: Nimet Unan;
Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları: I, Birinci Basım, 1945.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri II,
Toplayan: Nimet Unan; Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları: I, İkinci Basım,
1959.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri III,
Toplayan: Nimet Arsan; Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayınları: I, İkinci
Basım, 1961.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Tamim, Telgraf ve
Beyannameleri IV (1917-1938), Derleyen: Nimet Arsan; Türk İnkılâp Tarihi
Enstitüsü Yayınları: I, 1964.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri V,
Derleyen: Sadi Borak - Utkan Kocatürk; Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Yayını,
1972.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Başlıca Nutukları
(1920-1938), Derleyen: Herbert Melzig; İstanbul 1942.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Atatürk’ün Maarife Ait Direktifleri;
Maarif Vekâleti Ana Programa Hazırlıklar Serisi: A, No: 1, İstanbul 1939.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Gazinin Nutuklarından Alınmış
Vecizeler; Muhit Mecmuası, Sene: 3, No: 32, 1931.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Anafartalar Muharebatına Ait Tarihçe;
Yayınlayan: Uluğ İğdemir, T.T.K. Yayını, Ankara 1962.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Zâbit ve Kumandan İle Hasbıhal; Türkiye
İş Bankası Yayını, Ankara 1957.
ATATÜRK, Gazi Mustafa Kemal: Karlsbad Hatıraları; Yayımlayan:
Afetinan, T.T.K. Yayını, 1983.
ATAY, Falih Rıfkı: Atatürk’ün Bana Anlattıkları; Sel Yayınları,
İstanbul 1955.
ATAY, Falih Rıfkı: Mustafa Kemal’in Mütareke Defteri; Sel
Yayınları, İstanbul 1955.
ATAY, Falih Rıfkı: Babanız Atatürk; II. Basım, İstanbul 1966.
ATAY, Falih Rıfkı: 19 Mayıs; Ankara 1944.
ATAY, Falih Rıfkı: Çankaya (Atatürk Devri Hatıraları), Cilt: II;
Dünya Yayınları, İstanbul 1961.
ATAY, Falih Rıfkı: Çankaya (tek cilt halinde); İstanbul 1969.
ATAY, Falih Rıfkı: Atatürkçülük Nedir?; İstanbul 1966.
ATOK, Oğuz Kâzım: Büyük Zaferimiz Üzerinde İncelemeler; Ülkü
Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 71, 1944.
AYDA, Âdile: Atatürk ve Kayınbiraderi, Cumhuriyet gazetesi, 10. 11.
1963.
AYIN TARİHİ: Gazi ile Mülâkat: Emil Ludwig, Sayı: 73, 1930.
AYIN TARİHİ: Atatürk’le Mülâkat: Gladys Baker; Anadolu Ajansı’ndan;
No. 19, 1935.
AYKUT, Mahmut Attilâ: Zaferi Tamamlayan İnkılâp; İleri
gazetesinden, T.D.K. Yıllık 1944, Ankara 1944.
BALKIR, S. Edip: Eski Bir Öğretmenin Anıları (1908-1940); İstanbul
1968.
BANOĞLU, Niyazi Ahmet: Atatürk’ün İdeolojisi; Bayram gazetesi, 14.
11. 1978.
BAŞAR, Ahmet Hamdi: Atatürk’le Üç Ay; İstanbul 1945.
BAYDAR, Mustafa: Atatürkle Konuşmalar; İkinci Basılış, Varlık
Yayınları, İstanbul 1964.
BAYUR, HİKMET: 15. 11. 1938 akşamı Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde
yaptığı konuşma; T.D.K. Türk Dili Dergisi; No: 33, İstanbul 1938.
BAYUR, HİKMET: Atatürk: T.T.K. Belleten, Cilt: III, Sayı: 10,
Ankara 1939.
BAYUR, HİKMET: Atatürk Hayatı ve Eseri I; Ankara 1963.
BAYUR, HİKMET: 1918 Bırakışması Sırasındaki Tinsel Durum ve Mustafa
Kemal’in İki Demeci; T.T.K. Belleten, Cilt: XXXII, No:128, Ankara 1968.
BELGER, Nihat Reşat: Atatürk’ün Hastalığını ve Son Günlerini
Aydınlatan Konuşma; Utkan Kocatürk, Ulus gazetesi 10. 11. 1961.
BENNEB, George: Kemal Atatürk; Yabancı Gözüyle Cumhuriyet
Türkiyesi, Ankara 1938.
BERKEM, Süreyyat Sami: Unutulmuş Günler; Hilmi Kitabevi, İstanbul
1960.
BİNDOKUZYÜZYİRMİÜÇ (1923): Atatürk’ün 19 Eylül 1924 günü Giresun’da
yaptığı konuşmadan pasajlar; 24 Eylül 1924 tarihli Işık Gazetesinden iktibas,
Giresun Halkevi Yayını, 1933.
BORAK, Sadi: Atatürk’ün Özel Mektupları; Varlık Yayınları, İstanbul
1961.
BORAK, Sadi: Bilinmiyen Yönleriyle Atatürk; Akşam Kitap Kulübü
Serisi: 26, İstanbul 1966.
BOZKURT, Mahmut Esat: Adliye Vekili Mahmut Esat Bozkurt’tan
Hatıralar; Yakınlardan Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955.
BOZOK, Salih: Salih Bozok Anlatıyor; Yakınlarının Ağzından Atatürk,
Yazan: Selâhaddin Güngör, İstanbul 1944.
BOZOK, Salih-BOZOK, Cemil S.: Hep Atatürk’ün Yanında; Çağdaş
Yayınları, İstanbul 1985.
BÜYÜK TARİH TRABZON’DA: Derleyen: Trabzon Çocuk Esirgeme Kurumu,
İstanbul 1938.
CEBESOY, Ali Fuat: Siyasî Hâtıralar, II. Kısım, İstanbul, 1960.
CEBESOY, Ali Fuat: Atatürk’ün Yüksek Kumandanlık Kudret ve
Meziyetleri; Atatürk Görüşler ve Hatıralarla, İ.Ü. Tıp Fakültesi Talebe
Cemiyeti Yayını, İstanbul 1962.
CEYHAN, İbrahim: Atatürk’e Göre Sanatkâr, Ressam Sururi’den naklen;
Atatürk’e Ait Hatıralar, Ahmet Hidayet Reel, İstanbul 1949.
CHAMBRUN: Fransayı Bağlayan Kol; Nükte, Fıkra ve Çizgilerle
Atatürk, III. Kitap, Der.: Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul 1955.
CUMHURBAŞKANLARI, BAŞBAKANLAR ve M. EĞ. BAKANLARININ MİLLÎ EĞİTİMLE
İLGİLİ SÖYLEV VE DEMEÇLERİ I: Türk Devrim Tarihi Ensitüsü Yayınları: 6,
1946.
CUMHURİYET GAZETESİ: Atatürk’ün Siyasî Dehasını Gösteren Yeni Bir
Vesika; 8. 11. 1951.
CUNBUR, Müjgân: Atatürk’ün El Yazısıyla Kadınlar Hakkında
Düşüncesi; Türk Kadını Dergisi, Yıl: I, Sayı: 6, 1966.
ÇAĞLAR, Behçet Kemal: O’nun Göz Yaşları, Yücel Mecmuası, cilt:
XIII, Sayı: 78, 1941.
ÇALIŞLAR, İzzettin: Dumlupınar Şehitler Abidesi Önünde Orgeneral
İzzettin Çalışlar’ın Nutku; Tan gazetesi, 31. 8. 1937.
ÇAMBEL, Hasan Cemil: Makaleler Hatıralar; T.T.K. Yayını, Ankara
1964.
ÇAMBEL, Hasan Cemil: Atatürk ve Ressam Çallı İbrahim; Dünya
gazetesi, 30. 8. 1952.
DİLMEN, İbrahim Necmi: Dilci Şef; Çığır Mecmuası, Cilt: 7, Sayı:
74-75, 1939.
DİLMEN, İbrahim Necmi: 1943 Dil Bayramında İbrahim Necmi Dilmen’in
Sözleri; T.D.K. Yıllık 1943, Ankara 1943.
DİLMEN, İbrahim Necmi: CXXXIX. anekdot; Atatürk Anekdotlar -
Anılar; Der.: Kemal Arıburnu, 1960.
DİLMEN, İbrahim Necmi: Atatürk ve Türk Dili; Cumhuriyet gazetesi,
10.11. 1941.
DOĞAN, Avni: Kurtuluş Kuruluş ve Sonrası; Dünya Yayını, İstnbul
1964.
DURSUNOĞLU, Cevat: Millî Mücadele’de Erzurum; Ankara 1946.
DURSUNOĞLU, Cevat: Atatürk’ün Bir Davranışı; Son Havadis gazetesi,
10. 11. 1955.
DÜNYA GAZETESİ: Mısır Büyük Elçisi Atatürk’e Ait Bir Hatırasını
Anlattı; 20. 12. 1954.
EDGÜER, Rıdvan Nafiz: Rıdvan Nafiz Edgüer Hayatı ve Eserleri
(1891-1948); Edirne Öğretmenler Yardımlaşma Derneği Yayını, İstanbul 1949.
EGELİ, Münir Hayri: Atatürk’ten Bilinmeyen Hatıralar; İkinci
Basılış, Ahmet Halit Yaşaroğlu Kitapçılık Ltd. Şti., İstanbul 1959.
ELDENİZ, Perihan Naci: Atatürk ve Türk Kadını; T.T.K. Belleten,
Cilt: XX, Sayı: 80, Ankara 1956.
EMRE, Ahmet Cevat: İki Neslin Tarihi; İstanbul 1960.
EMRE, Ahmet Cevat: Büyük Gazi ve Sanat; Muhit Mecmuası, Sene: 1,
No: 2, 1928.
EMRE, Ahmet Cevat: Millî Dil Şuuru Hamlesi; Muhit Mecmuası, Sene:
4, No: 48, 1932.
ERDENEN, Orhan: İstanbul Adaları, 1962.
ERGİN, Osman: Atatürk’ün Türk Musikisi Üzerindeki Düşünceleri;
Hafız Yaşar Okur’dan naklen, Türkiye Maarif Tarihi, Cilt: 5, İstanbul 1943.
GEREDE, Hüsrev: Bir Arkadaşı Atatürk’ü Anlatıyor; 20. Asır Dergisi,
Sayı: 66, 12. 11. 1953.
GİRİTLİ, İsmet: Kemalist Devrim ve İdeolojisi; İ.Ü. Hukuk Fakültesi
Yayını, 1980.
GİZLİ CELSE ZABITLARI: Türkiye Büyük Millet Meclisi Gizli Celse
Zabıtları, Cilt: I-IV; T.B.M.M. Basımevi, Ankara 1980.
GÖKER, Muzaffer: Atatürk’ün Huzurunda; T.T.K. Belleten, Cilt: III,
Sayı: 10, Ankara 1939.
GÖKSEL, Ali Nüzhet: Ziya Gökalp’ın Hayatı ve Malta Mektupları;
İstanbul 1931.
GÖVSA, İbrahim Alâettin: Acılar; Yedigün Neşriyatı, İstanbul
(tarihsiz).
GÜNALTAY, M. Şemsettin: Atatürk’e Ait İki Hatıra; Ülkü Dergisi
Cilt: 9, sayı: 100, 1945.
GÜNALTAY, M. Şemsettin: Birinci Birleşim İkinci Oturumunda Yaptığı
Konuşma; Olağanüstü Türk Dil Kurultayı 1951, T.D.K. Yayını, Ankara 1954.
GÜRER, Cevat Abbas: Atatürk ve Dünya; Yeni Sabah gazetesi,
10.11.1941.
GÜRER, Cevat Abbas: Atatürk’ün Hayatından Yazılmamış Hatıralar;
Yeni Sabah gazetesi, 9.2.1941.
GÜRER, Cevat Abbas: Montrö İmzalandığı Akşam Atatürk Bu Sulh
Zaferini Florya’da Nasıl Kutlamıştı; Cumhuriyet gazetesi, 10. 11. 1941.
GÜRER, Cevat Abbas: Cevat Abbas Gürer’den Bazı Hatıralar;
Yakınlarından Hatıralar, Sel Yayınları 1955.
GÜVEN, Ferit Celâl: İnsan Atatürk; Ülkü Dergisi, Cilt: XII, Sayı:
70, Ankara 1938.
GÜVEN, Ferit Celâl: Gömlek; YücelDergisi, Cilt: 10, sayı: 57, 1939.
İĞDEMİR, Uluğ: Dördüncü Birleşim Birinci Oturumda Yaptığı Konuşma;
Yedinci Türk Dil Kurultayı 1954, T.D.K. Yayını, Ankara 1955.
İĞDEMİR, Uluğ: Atatürk ve Tarih; Açılış 1962-1963; M.T.T.B. Yayını,
Ankara 1962.
İĞDEMİR, Uluğ: Devlet Adamı, Düşünür ve İnsan Atatürk’ten Bazı
Anılar; Sümerbank Dergisi Cilt: 3, Sayı: 29, Ankara 1963.
İĞDEMİR, Uluğ: Atatürk ve Anzaklar; T.T.K. Yayını, 1978.
İLBAY, Asaf: Atatürk’ün Hususî Hayatı; Tan gazetesi, 13.7.1949 ve
31.7.1949 günkü yazılar.
İLBAY, Asaf: Asaf İlbay Anlatıyor; Yakınlarından Hatıralar, Sel
Yayınları, İstanbul 1955.
İLBAY, Asaf: XC. anekdot; Atatürk Anekdotlar-Anılar; Der.: Kemal
Arıburnu, 1960.
İMECE, Mustafa Selim: Atatürk’ün Şapka Devrimi’nde Kastamonu ve
İnebolu Seyahatleri (1925); Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara 1959.
İNAN, Abdülkadir: İki Hatıra; T.D.K. Türk Dili Dergisi, sayı: 74,
1957.
İNAN, Abdülkadir: Atatürk ve Dış Türkler; Türk Kültürü
Dergisi,Sayı: 13, Ankara 1963.
İNAN, Abdülkadir: Atatürk Devrine Ait Hatıralar; Türk Kültürü
Dergisi, Sayı: 25, Ankara 1964.
İNAN, Abdülkadir: Atatürk ve Devrik Cümle; Türk Yurdu Dergisi Sayı:
286, 1960.
İNAN, Abdülkadir: Atatürk Devrine Ait Bir Hatıra; Türk Kültürü
Dergisi, Sayı: 85, 1969.
İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ: Atatürk maddesi; 10. cüz, İstanbul 1960.
KANSU, Mazhar Müfit: Erzurum’dan Ölümüne Kadar Atatürk’le Beraber;
Cilt: I, T.T.K. Yayını, Ankara 1966.
KANSU, Şevket Aziz: Anıt-Kabir; T.D.K. Türk Dili Dergisi, Sayı: 12,
1952.
KARABEKİR, Kâzım: İstiklâl Harbimiz; II. Baskı, Türkiye Yayınevi,
İstanbul 1969.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Atatürk; İkinci Basılış, İstanbul 1955.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Türk Milleti ve Atatürk; T.T.K.
Belleten, Cilt: XX, Sayı: 80, Ankara 1956.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Vatan Yolunda; Selek Yayınları, 1958.
KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri: Atatürk’ün İdeolojisi; Milliyet
gazetesi, 13. 11. 1970.
KARDEŞ, Sırrı: Heyet-i Temsiliye ve Mustafa Kemal Kırşehir’de;
C.H.P. Halkevleri Bürosu Yayını, Ankara 1950.
KAYA, Şükrü: Atatürk Bizden Birisidir;Türk Kadını Dergisi, Yıl: I,
Sayı: 6, 1966.
KILIÇ, Ali: Atatürk’ün Hususiyetleri; Sel Yayınları, İstanbul 1955.
KILIÇ, Ali: Atatürk ve Cumhuriyet; Her hafta bir sohbet: Haz.: Abdi
İpekçi, Milliyet gazetesi, 2. 11. 1970.
KILIÇ Muzaffer: Bayrak, Bir Milletin İstiklâl Alâmetidir;Nükte,
Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, III. Kitap, Derleyen: Niyazi Ahmet Banoğlu,
İstanbul 1955.
KOCATÜRK, Utkan: Atatürk’ün Üniversite Reformu İle İlgili Notları;
Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, sayı: 1, 1984.
KOP, Kadri Kemal: Atatürk Diyarbakır’da; İstanbul 1938.
KOYUNOĞLU, Hikmet: Eski Türkocakları Merkez Binasının İnşaatına Ait
Anılarım; Kültür ve Sanat, Sayı: 5, 1977.
MAARİF VEKİLLİĞİ DERGİSİ: Ebedî Şef’in İzmir Bölge San’at Okulunu
1923 yılındaki ziyaretleri esnasındaki direktifleri (Atatürk”e ait elyazısı
klişe); Sayı: 21-22, 1939.
MENTEŞE, Halil: Osman Mebusan Meclisi Reisi Halil Menteşe’nin
Anıları, Giriş: İsmail Arar; Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul 1986.
MESUT CEMİL: Mesut Cemil Anlatıyor; Atatürk’ün Türk Musikisi
Hakkındaki Fikri; Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, II. Kitap, Derleyen;
Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul 1954.
METEL, Raşit: Atatürk ve Donanma, İstanbul 1966.
MORKAYA, Burhan Cahit: Gazi Mustafa Kemal; İstanbul 1932.
MORKAYA, Burhan Cahit: Atatürk’ün İki Cephesi; İstanbul 1939.
NEŞET, Halil: Büyük Meclis ve İnkılâp; Ankara 1933.
NOYAN, Tevfik: Tevfik Noyan Anlatıyor; Nükte, Fıkra ve Çizgilerle
Atatürk III. Kitap, Der.: Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul 1955.
OLCAYTUĞ, Rükneddin Fethi: Atatürk Hakkında Düşünce ve Tahliller;
İstanbul 1943.
OZANSOY, Halit Fahri: Edebiyatçılar Çevremde; İstanbul 1970.
ÖKE, Mim Kemal: Mim Kemal Anlatıyor; Yakınlarının Ağzından Atatürk,
Yazan: Selâhattin Güngör, İstanbul 1944.
ÖNDER, Mehmet: Atatürk ve Müzeler; Halkevleri Dergisi, Özel Sayı:
I, 29 Ekim 1966.
ÖNEN, Yekta Ragıp: Atatürk’ün Bütün Cihana Hitaben Söylenmesini
İstediği Nutuk; Anlatan: Şükrü Kaya, Yazan: Yekta Ragıp Önen, Dünya gazetesi,
Atatürk ilâvesi, 10. 11. 1953.
ÖZALP, Kâzım: Özalp, Atatürk’ü Anlatıyor; Milliyet gazetesi, 22.
11. 1969 ve 27. 11. 1969 günkü yazılar.
ÖZDEN, Âkil Muhtar: Atatürk’e Ait Bilinmeyen Hatıralar; Anlatan:
Âkil Muhtar Özden, Yazan: Sabih Alaçam, Yeni Mecmua, Sayı: 21, 1939.
ÖZER, Yusuf Ziya: “Tarih Yazmak” Yapmak Kadar Mühimdir; Ulus
gazetesi, 10. 11. 1939.
ÖZER, Yusuf Ziya: Bazı Hatıralar ve “Ben Ne Yaptım”; T.T.K.
Belleten, Cilt: III, Sayı: 10, Ankara 1939.
ÖZGÜ, Melâhat: Atatürk’ün İlim Anlayışı; Sümerbank Dergisi, Cilt:
3, Sayı: 29, Ankara 1963.
ÖZVERİM, Melda: Mustafa Kemal ve Corinne Lütfü (Bir Dostluğun
Öyküsü); Milliyet Yayınları, İstanbul 1998.
REŞİT PAŞA: Reşit Paşa’nın Hatıraları; Neşreden: Cevdet R.
Yularkıran, İstanbul 1940.
SAFA, Peyami: Onun Sözleri Üstünde; En Büyük Kaybımız; İstanbul
1938.
SANER, Nejat: Atatürk ve Sonrası; Cumhuriyet gazetesi, 4. 11. 1970
ve 13. 11. 1970 günkü yazılar.
SAUVAGE, Marcel: Atatürk’ü Nasıl Tanıdım; Fransız basınından
naklen, Ayın Tarihi, Atatürk’ün vefatları, ilâve sayı, No: 60, Ankara 1938.
SAYGUN, A.Adnan: Atatürk ve Musiki; Sevda-Cenap And Müzik Vakfı
Yayını, Ankara (Tarihsiz).
SEVİG, Vasfi Raşid: Türkiye Cumhuriyeti Esas Teşkilât Hukuku, Cilt:
I; Ankara 1938.
SEVÜK, İsmail Habib: Atatürk İçin (Ölümünden Sonra Hatıralar ve
Hayatındayken Yazılanlar); İstanbul 1939.
SHERRİLL: Atatürk Nezdinde Bir Yıl Elçilik; Çeviren: Ahmet Ekrem,
İstanbul 1935.
SOYAK, Hasan Rıza: Hasan Rıza Soyak’tan Hatıralar; Yakınlarından
Hatıralar, Sel Yayınları, İstanbul 1955.
SOYAK, Hasan Rıza: Atanın Hayatına Dair Bilmediğimiz İki Hatıra;
Cumhuriyet gazetesi 10. 11. 1949.
SOYAK, Hasan Rıza: Atatürk’ün Bazı Hususiyetleri ve Vazife
Telâkkisi; Sümerbank Dergisi, Cilt: 4, Sayı: 41, Ankara 1964.
SOYAK, Hasan Rıza: Doğumundan Cumhuriyetin İlânına Kadar
Fotoğraflarla Atatürk ve Atatürk’ün Hususiyetleri; Hayat Yayınları, 1965.
SOYDAN, Mahmut: Gazi ve İnkılâp (Gazi Hazretlerinin şimdiye kadar
neşredilmemiş hasbıhalleri ve nutukları); Milliyet gazetesi 26. 11. 1929 - 1.
2. 1930.
ŞAPOLYO, Enver Behnan: Kemal Atatürk ve Millî Mücadele Tarihi;
İstanbul 1958.
ŞAPOLYO, Enver Behnan: İkinci Birleşim Birinci Oturum’da Yapılan
Konuşma; Olağanüstü Türk Dil Kurultayı 1951, T.D.K. Yayını, Ankara 1954.
TALÛ, Ercüment Ekrem: Atatürk’e Ait Hatıralarımdan: Atatürk ve
Çocuk; Tasvir gazetesi, 10. 11. 1946.
TAN, M. Turhan: Ata Sözü; En Büyük Kaybımız, İstanbul 1938.
TANRIÖVER, Hamdullah Suphi: “İki Mustafa Kemal Vardır” sözü ne zaman,
neden söylenmiştir, Yerli, Yabancı 80 İmza Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul,
(tarihsiz).
TANSU, Samih Nafiz: CLX. anekdot; Atatürk Anekdotlar-Anılar, Der.:
Kemal Arıburnu, 1960.
TARİH IV: Türkiye Cumhuriyeti; Yazan: Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti,
İstanbul 1931.
TEPEDELENLİOĞLU, Nizamettin Nazif: Bilinmiyen Taraflariyle Atatürk;
İstanbul 1959.
TOROS, Taha: Atatürk’ün Adana Seyahatleri; Adana 1939.
TÜRKMEN, Faik: Atatürk’ün Ahlâk Düşünceleri ve Tefsiri (iç kapakta:
Moral, Birinci cilt kaydı vardır) Ankara 1965.
TÜRK TARİHİNİN ANA HATLARI (Methal Kısmı): Maarif Vekâleti Yayını,
İstanbul 1931.
TÜRK ZİRAAT TARİHİNE BİR BAKIŞ: Birinci Köy ve Ziraat Kalkınma
Kongresi Yayını, İstanbul 1938.
UNAT, Faik Reşit: Ne Mutlu, Türküm Diyene!; T.D.K. Türk Dili
Dergisi, sayı: 146, 1963.
US, Asım: Gördüklerin, Duyduklarım, Duygularım (Meşrutiyet ve
Cumhuriyet Devirlerine Ait Hatıralar ve Tetkikleri); İstanbul 1964.
US, Asım: Hatıra Notları (Atatürk, İnönü, İkinci Dünya Harbi ve
Demokrasi Rejimine Giriş Devri Hatıraları); İstanbul 1966.
UŞAKLIGİL, Lâtife: Atatürk ve Lâtife Hanım (Atatürk’e ait
Hatıralar); Konuşan: Niyazi Ahmet Banoğlu, Tarih Dünyası, Sayı: 2, İstanbul
1950.
ÜNAL, Kemal: Musikiye Ait Bir Notu; Ulus gazetesi, 10. 11. 1939.
ÜNAL, Ali Rıza: Büyük Gazi Mustafa Kemal Hakkındaki Anılarım;
Türkiye Harb Malûlü Gaziler Dergisi, Sayı: 158, 1969.
ÜNAYDIN, Ruşen Eşref: Atatürk Tarih ve Dil Kurumları (Hatıralar);
T.D.K. Yayını, Ankara 1954.
ÜNAYDIN, Ruşen Eşref: Atatürk’ü Özleyiş; Türkiye İş Bankası Yayını,
Ankara 1957.
VANDEMİR, Baki: Atatürk’ün Cehaletle Mücadelesi; Yerli Yabancı 80
İmza Atatürk’ü Anlatıyor, İstanbul (tarihsiz).
VANDEMİR, Baki: Atatürk; Atatürk Görüşler ve Hatıralarla; İ.Ü.Tıp
Fak. Talebe Cemiyeti Yayını, İstanbul 1962.
YALTIRAKLI, Cevat: Vatan Şairi Namık Kemal, Millî Şair Mehmet Emin
(Şahsiyetleri - İdealleri - Şiirleri); İstanbul 1960.
YAMAN, Kadri: Yurt Müdafaasında Türk Gençliği; İstanbul 1938.
YENİ TÜRK YAZISI İLE İLK KIRÂAT: Dil Encümeni tarafından tertip ve
neşredilmiştir; Devlet Matbaası, 1928.
YÜCEL Mecmuası: O’ndan Hatıralar; Cilt: XVI, sayı: 91-91-93, 1942.
ZOBU, Vasfi Rıza: Türk Çocuğu Beni Bekliyor; Nükte, Fıkra ve
Çizgilerle Atatürk III. Kitap, Der.: Niyazi Ahmet Banoğlu, İstanbul 1955.
ZOBU, Vasfi Rıza: O Günden Bu Güne; Milliyet Yayınları, 1977.